Aytül Hasaltun Bozkurt

Aytül Hasaltun Bozkurt

'Alice gibi delikten aşağıya yuvarlanırken başka yerlere gittikçe başkalaşırsınız'

'Gelecek nesilleri tehlikelere hazırlıklı hale getirmek ve hayatta kalmak için olumlu deneyimleri süzüp, bir kenara atıyor. Olumsuzları kavanozluyor ve saklıyoruz.'

Pandeminin başında, tüm dünya kapanmışken, çoğumuz kendimizi mutfaklarımızda daha sık vakit geçirirken bulduk. Bunun bir sebebi artık dışarıdan eskisi gibi yemek temin edememekse diğer bir sebebi de kaotik ama bilgi akışının oldukça yoğun olduğu bir süreçte, seçimler yapabildiğimiz ve aşağı yukarı sonunu öngörebildiğimiz neredeyse tek eylemin yemek yapmak olduğuydu. Zaten hali hazırda yemeklerini kendileri yapanlar ise uğraşlarını bir adım öteye taşıyıp, üretim ve tüketim tercihleri üzerine, sürdürülebilirlik gibi kavramlar üzerine ilham verici farklı pratikler geliştirdiler. Rollo May ‘Yaratma Cesareti’ adlı eserinde ‘Herhangi bir tarih döneminin psikolojik ve tinsel mizacını anlamak istiyorsanız, bunu o dönemin sanatının derinliklerinde aramaktan daha iyisini yapamazsınız. Çünkü dönemin altta yatan tinsel anlamı ifadesinin dolaysız bir biçimde sembollerle sanatta bulmuştur’ der. Bihter Yasemin Adalı, pandemi sırasında dünyaya gelmiş 2. çocuğuyla da birlikte kadın-anne-sanatçı ve terapist kimliklerini ustalıkla harmanladığı ilk kişisel resim sergisine ‘İyi Hislerle Dolu Bir Kiler’ ismini verdi. Ve söyleşimizi tamamlarken bizlere düşünmemiz gereken bir soru da hediye etti;

‘…pandemi koşulları altında sanatı ve sanatçıyı şifalandırma beklentisinin altında ezmeye hakkımız var mı?’

Yeni bir yılın arifesinde her nerede ve hangi koşulda yaşıyorsanız, olduğunuz yerde iyi hislerle dolu bir kileri yaratabilmemez dileğiyle iyi okumalar ve iyi yıllar dilerim.

TUHAF BİR BİÇİMDE, PANDEMİ GERÇEĞİ SERGİNİN TEMALARINI DAHA OKUNAKLI HALE GETİRDİ

Yasemin ilk sergin pandemi dönemine denk geldi. Pandemi eserlerine nasıl yansıdı, yaratım sürecin ve pandemi döneminde işini sergilemek nasıldı?

Pandeminin sunduğu kesintisiz zaman’ içinde üretmek çok keyifliydi, kendimi hayalimdeki residans deneyimini evde yaşarken buldum. Ancak sergilemek biraz daha grift bir süreç oldu. Evde kaldığımız tüm zamanda kazandığımız yeni refleksler ve koşullanmalar, olağan bir sergi deneyiminin içinde barındırdığı kucaklaşmaları ve kutlamaları imkansız hale getirdi. Yine de  Galeri Miz /Teşvikiye’deki de yaşanan karşılaşmalar ve eserlerin karşısında kurduğumuz diyaloglar bu dönemin yalıtılmışlığı üzerimizden atımayı ve yalnızlığı gidermeyi mümkün kıldı. İzleyicinin tepkilerini dinlemek ve onların perspektifinden ‘İyi Hislerle Dolu Bir Kiler’in nasıl algılandığına bakmak böylesine yoksunlukların ve tedirginliklerin yaşadığı bir dönemde oldukça öğreticiydi.

Tuhaf bir biçimde, pandemi gerçeği serginin temalarını daha okunaklı hale getirdi. Pandeminin başından beri, kiler kavramı ve stoklama pratiklerine hepimizin aşinalığı arttı. Hayatta kalma dürtüsünün bir uzantısı olan bu pratikler, ‘Ya bir gün bulamazsam?’ endişesiyle, besleyici olan şeylerin bozulmayacak bir şekilde haznelere konup, saklamasını ve biriktirilmesini içeriyor. Varlığın, yokluk ihtimaline karşı farklı şekillerde depolanması ve istiflenmesi, tüm bu düzenin ve bolluğun estetiği, bir çoğumuzun şu dönemde daha yoğun deneyimlediği, ölüm kaygısını teselli ediyor.

Eserlerinde cinsellik, aile ve hafıza kavramlarına sık rastlıyoruz. Bu kavramlarla açmak ya da vurgulamak istediklerin neydi?

Cinsellik, Aile ve Kişisel Hafıza kavramlarını tanımlayan kültürel imgelemin, bahsi geçen deneyim alanlarına yeterince ışık tutmadığını düşünüyordum. Sanatsal ifadenin bir bilgi üretim biçimi olarak işlevine inanıyorum, dolayısıyla bir araştırma metodu olarak poiesis’e yani sanatsal yaratım sürecine şans vermek istedim.

Bilmenin bir çok yolu vardır. Açar kitapları okur öğreniriz. Ya da konuyla ilgili sahaya iner uygulama yoluyla, doğruları deneye yanıla öğreniriz. Bir de poietik ya da sanatsal araştırma (arts-based research) yöntemiyle bilgi kazanmak ve öğrenmek mümkün. İnsanın sezgiselliğini ve yaratıcılığını harekete geçiren bu öğrenme biçiminde araştırmacı, sorularını malzemesine yöneltir. Malzemeyle etkileşimi ve ürettiği eserde sorularına yanıt olabilecek dair olgular ile karşılaşır. Bu olguları inceleyerek yeni bilgiler devşirir, odağa dair yeni fikirler geliştirir.

Ben de malzememe, yani boya, tuval, iz ve imgeye soru soruyorum ve onlardan yanıt bekliyorum. Çünkü, içinde yaşadığımız hakikat sonrası dönemde -bir google search mesafesinde- hazır bulunan tüm yanıtlar beni başka öznelliklere, nesne yapacak nitelikte. Kendi öznelliğimi yaratmak ve korumak, izleyiciyi de ucu açık bıraktığım imgesel alanda kendi gerçeğini keşfetmeye ya da üretmeye davet etmek, özgün bir varoluş için elimizdeki tek şans gibi geliyor.

Vurgulamak istediğim birey ve özellikle kadın olarak öznelliği korumak, nesneleşebileceği kalıplara, rollere düşmesine alternatif varoluş zeminleri yaratmak. Amacım, özneliği, yani bireyin kendi hikayesini yazdığı konumda kaldığı, imgesel dayatmalara direnebilecek kadar ihtiyaç ve arzularıyla yaşamına yön verebildiği varoluş biçimlerinini desteklemek. Cinsellik, aile gibi temelde oyun oynamak ve bağlanmaya ait savunmasız deneyim alanlarını yeni imgeler ile beslemek.

Eser isimlerin müthiş. Biraz bahseder misin, isimlerinin taşıdıkları anlamlardan? Ve serginin başlığına dönersem neden ‘İyi Hislerde Dolu Bir Kiler’e ihtiyacımız var? Altını çizmek istediğin neydi?

Resimlerime başlık verirken, sorulara bulduğum yanıtları paylaşıyorum. Her ne kadar şifreli gelse de, bir resmin başlığını okurken sorunun ne olduğunu ve nasıl bir yanıt bulduğuma dair ipuçlarına erişebilirsiniz. Bu şifreliliğin sebebi, izleyiciye herhangi bir şey dayatma yapmama isteği, ona da kendi araştırmasını yapma fırsatını verecek kadar muğlak zemin sunmaktı.

İyi Hislerle Dolu bir Kiler’i oluşturmadan önce 2011-2020 arasında yaptığım resimlere, bu resimlerde çizdiğim çeşitli hazne formlarına odaklanmak istedim.  Resimlerde saksılar, sepetler, tencereler, süzgeçler, reçel kavanozları, sürahiler ve türlü şekillerde küpler resimlerimde doğada hiç umulmadık yerlerde karşıma çıkıyordu. Haznelerin farklı işlevleri ve insan zihnin fonksiyonları arasında metaforik bağlar kurmaya başladım. Süzgeç gibi, insan zihni de eliyor algılarını, düşüncelerini. Kavanozun içinde tutukları gibi biz de deneyimlerin tazeliklerini koruyacakları şekilde anladığımızda saklıyor ve hatırlıyoruz. İnsan zihninin bir defosu var yalnız; olumsuzu hatırlamaya ve aktarmaya yatkınız. Bu yatkınlığa ‘negativity bias’ deniyor. Bu evrimsel programımızın parçası, kendimizi ve gelecek nesilleri tehlikelere hazırlıklı hale getirmek ve hayatta kalmak için gerçeğin bütününü hazırlamak yerine, olumlu deneyimleri süzüp, bir kenara atıyor. Olumsuzları kavanozluyor ve saklıyoruz.

Bu durumu, biraz talihsiz buluyorum ve  insan evriminde kendimiz için ‘iyi hislerle dolu bir kiler  yaratmamız gereken yere geldiğimizi düşünüyorum. İçinde yaşadığımız çağda, olumsuz senaryolara bizi hazırlıklı kılacak çokça done var, bunların farkında olmak, üzerimizde ağır bir stres yükü yaratıyor ve bu stres yüküyle kayıtsızlaşıp, atalete kapılıyoruz. Kolları sıvayıp, yeniden harekete geçebilmek, yaşama yeniden şekil vermek için -olumlu deneyimleri hatırayabilme kapasitesine- serginin dilliyle İyi Hislerle Dolu Bir Kiler’e ihtiyacımız var.

Bir de ‘Toxic positivity’ ‘zehirli olumluluk’ var, olumsuzun ifadesine olanak tanımayacak kadar olumlu ifadelere bürünme, gerçeği şekerle kaplama gayreti. Acaba, ‘iyi hislerle dolu kiler’ i bu bağlamda nasıl konumlandırıyorsun?

‘Toksik Positivity’ kavramıyla ben de yakın zamanda Nergis Abıyeva’nın makalesi vesilesiyle tanıştım. Bir tür gerçeği inkar biçimine zorlanıyoruz, acaba ben de ‘iyi hislerle dolu bir kiler’ ile bu eğilime iştirak mı ediyorum diye telaşlandım. Sanıyorum, bu zehirli olumluğa bir miktar iştirak ediyor bir miktar da direniyorum.

Sergiye hazırlanırken, üretim süreci üzerine düşünüp, uzunca bir metin yazmıştım. Metnin sonunda, okuyucuya bir itirafta bulunuyorum. Dilersen oradan bir parça okuyayım.

‘Şaka yapıp, kendimi güldürmek istiyorum. Tam ağlamak üzereyken gıdıklanan bir bebek gibi arada kasılıp kalıyorum. Kim bu komik-neşeli karakter. Ne yapmaya çalışıyor. Haydi, onu sessize alalım. Yok, daha iyisi. Onu da bir kavanoza koyup, kapatalım. Ne zaman bir şeyi kavanozlayıp, rafa kaldırsanız, içeride kendi egemenliğini ilan eder. Kendi kültürünü oluşturup, zamansızlaşır. İtiraf etmem gerekiyor. Ne yazık ki iyi hislerle dolu bir kiler sadece iyi hislerle dolu değil. Bu kilerde acının, ekşinin, tuzlunun marmelatları da var. ‘

Resim yapma eyleminde içkin olan ‘zamansızlaştırma’ tüm bu hareketliliği kucaklayıp, onu sımsıkı tutuyor ve kulağına, ‘Dur..’ diye fısıldıyor. Durmak, iyi hislerle dolu bir kilerden söz etmek, yaşamın bu devingen doğasına direnerek, ona anti-tez bir dünya yaratma çabası. Uçup kaçan olumlu duygu hallerini saklamak, hislerin iyisini seçip diğerlerinden ayırmak ve depolamak.. Söylediğim her cümle ayrı bir imkansız isteği barındırıyor sanki ve bu istekler sadece resmin sabitliğinde ve zamansızlığında hayat bulabilir. Bu imkansız isteklere atölyede şans vermek istedim. Bazen imkansız görünen şeyler, atölyenin sera gibi korunaklı bir alanında beslenip, büyütülebilir. Olgunlaşınca, dünya ile buluşabilir diye düşünerek boyamaya devam ediyorum.

Eser Adı: Ev ve Kadının Melezi

Bir resme bakarken, bir resmin önündeyken bize neler oluyor?

Resmin, özellikle manzara resminin insanı duvarda açılan bir portal gibi başka diyarlara taşıma gücü var. Resim duvarda durur ama, izleyicisi önce içine alır, sonra onu muğlak bir eşik alanına çıkarır. Bir anda oturduğunuz odada ya da galerinin içinde değilsinizdir artık, henüz gördüğünüz doğada değilsinizdir. Manzara resminin karşısında, ne içeridesinizdir, ne de dışarıda.  Resmin dünyasına dalınca, düş-uyku ve uyanıklığın arasındaki kapının eşiği sizi esir alır.

Bu yüzden, İyi Hislerle Dolu Bir Kiler’deki manzaralarla beliren bu muğlak alana sanat tarihçisi Yekhan Pınarlıgil, ‘bilincin hemen altındaki cep sineması’ adını veriyor. Centre Pompidou’da Çağdaş Türk Sanatı ve video sanatı üzerine araştırma yapan Pınarlıgil, sergi üzerine hazırladığı inceleme metniyle beni uyku-düş-uyanıklık arasındaki alana benzetilebilecek bu eşik alan ve görsel sanatların (resim-video-sinema) bu alanı somutlaştırma olanağı üzerine çok düşündürdü.

İzleyici resme bakarken, kendini sanatçının düşsel alanına fırlatılmış halde bulur ve yabancılık çeker. Hayatta kalmak için hem sanatta hata bulmaya, hem de güzelliğe tutunmaya çalışır. Ama resmin sessizliğiyle kendi içine döner, dünyasından parçalar ile resimin içine yansıtır ve kendiyle karşılaşır. Önündeki renk, doku ve formların manyetizmine kapılır ve resmin somut gerçeklerine kayıtsız kalamaz, dışa döner. Kafasının içindeki düşünce, duygu ve davranış kalıpların dışına çıkar ve başkalaşır. Sanatın iyileştirici gücü ya da dönüştürücü gücü işte tam da bu esnada gerçekleşiyor. Sanatsal ifadeyle hayrete kapılıp, Harikalar Diyarı’nda beyaz tavşanın peşinden giden Alice gibi delikten aşağıya yuvarlanırken başka yerlere gittikçe başkalaşırsınız. Perspektifimiz tazelenir, ezberlerimiz bozulur. Perspektif değişikliği ve konfor alanlarının dışına çıkabilmek ruh sağlığımız için elzem.

Pandemide hep beraber gördük ki, hareketsizlik beraberinde atalet getiriyor. Küçük hareketler (kalkıp yürüyebilmek, koşabilmek vs.), büyük hareketler (tatil, seyahat, göç vb.) insanı yosun tutmaktan koruyor, onun canlılığını perçinliyor. Herhangi bir sebeple hareket edemediğimizde, seyahatin mümkün olmadığı durumlarda, yine gidip dolaşabileceğimiz, hareket için ilham ve impuls (motivasyon) verecek alanlara ihtiyaç var. Tüm düşsel, sanal ve gerçek hareket alanlarının  kıymetini ve iyileştirici işlevini anladık. Resim özellikle manzara resmi bir odada tıkılıp kalmışken, en etkili seyahat aracıdır, hayal gücünüzün motorlarını ateşler. Manzaraya bakar, orada olsam, ne yapardım diye düşlemeye başlarsınız.

5.Sen aynı zamanda interdisipliner sanat psikoterapistisin. Sanat ve sağlığın kesişim kümesi nedir? Sanat ile neyi nasıl iyileştiriyoruz?

Bu sergi benim için çift kariyerliliğin yarattığı komplesitye, sanatın sanat terapisinde danışanla etkileşimi ve sanatın galeride izleyiciyle etkileşimi üzerine düşünmeme, aradaki benzerliklerin ve ayrımların farkına varmama olanak tanıdı. Öncelikle sanatın nerede nasıl iyileştirebildiği üzerine vurgulamak istediğim farklar var.

‘Sanat iyileştirir’ ve ‘sanatın iyileştici gücü’ gibi ifadeleri hiç duymadığımız kadar sık duyduğumuz bir dönemdeyiz. Sanatın, terapide nasıl iyileşmeye vesile olduğu ile bir eserin karşısında izleyicinin ‘iyileşme’ olarak nitelediği durumları birbirinden mümkün olduğunca ayırmamız gerekir.

Eser Adı:  Bir Kiler Yaratmak

Bazen düşüncelere takılır, deneyimin özüne inemeyiz. Terapi hissetmeye ve duygulanmaya olanak tanır ve bütünleşiriz. Bazen de hisler ve duygulara saplanır, düşünemez, düşleyemez hale geliriz. Terapi özellikle sanat terapisi, bireyin bölük pörçük varoluşun bütünleştirmesini, deneyimine denk imgeleri ve kelimeleri bulmasını sağlayarak tıkanıp kaldığı yerde yeniden akıcılaşmasını kolaylaştırır. Sanatın bu süreçteki iyileştirici işlevi, insanın kendi gerçeğini sansürsüz ifade edebileceği ve duygularını deşarj edebileceği bir özgürlük alanı sunmasıdır. Bu özgürlük alanında üretilen eserler, bazen sindirmek için ek bir mide, kimi anıları aklından atmak için ek bir beyin, kimi ise duyguların yükünü onun yerine taşıyacak ek bir yürek işlevi görüyor.

Sanat terapisinde bütün bu bahsi geçen işlevleri için üretilen ifadeler barındırdıkları ham enerji, işlenmemiş, filtresiz hallerinden ötürü çok hakikidirler. Herhangi bir estetik kaygı barındırmadığı için doğal ve samimi bir yapıya sahip oluyorlar. Ama bir yandan da, aşırı kişiseller ve birisinin göz yaşlarını silip kenara sıkıştığı mendiller gibi. Bu ‘mendilleri’ görmenin bizatihi bir iyileştirici bir işlevi yok. Sanat terapisinde iyileştirici olan yaratıcı süreci deneyimlemek. Duyguların serbest dışavurumuyla bireyin saplandığı yerden çözülmesi, ruhun ayrıklaşmış parçaları arasında, insanın dünü-bugünü-yarını arasında yıkılmış köprülerini onarabilmesi, psikoterapi sürecinde sanatsal ifadeler vasıtasıyla yeni köprüler inşa edebilmesi.

İzleyici olarak, sanatla karşılaştığımızda bizi kendi gerçeğimizden alıp, ötesine götürmesini istiyoruz. Mevcut sınırları, engelleri aşmak, bildiğimizin ötesine varmak istiyoruz. Sanat keşif arzumuzu besledikçe, ketlenmiş hallerden özgürlüğe geçişimize, yalıtılmış hallerden bağ kurmaya zemin sundukça ruhumuzu iyileştiriyor. Sanat insanı sürekli olarak açılmaya davet ediyor, insan dünyaya açıldıkça beslenip, iyileşiyor. Gerçeklerle karşılaşıp -eğer başını diğer yöne çevirmez ise- barışmayı öğreniyor.

Tüm bunlar ile birlikte, sanatın tek işlevi iyileştiricilik değildir. İçinde olduğumuz sıkışık günlerde, her şeyden çok sanattan bunu fazlasıyla umar olduk. Sanat varoluşumuzun tüm sızılarını alıp, götürsün.. İçimize su serpsin, ferahlık versin istiyoruz. Sanatı sağlık için seferberliğe sokuyoruz, ondan bir ağrı kesici etkisi bekliyoruz, oysa kültür ve sanat zamanın ruhuna panzehir olacak ifadeler yaratabilir. Ama pandemi koşulları altında sanatı ve sanatçıyı şifalandırma beklentisinin altında ezmeye hakkımız var mı?


Bihter Yasemin Adalı
Görsel Sanatçı ve Uzman Sanat Psikoterapisti

Yazı Görseli: İnsan Cinsel Döngüsünün Dört Evresi İçin Dört Masa ve Top Dışarda

Önceki ve Sonraki Yazılar
Aytül Hasaltun Bozkurt Arşivi