İntikam ve zevki… Yaratıcı, pozitif intikam

Modernitenin doğuşuyla birlikte intikamın kavramsal kaderi dramatik bir dönüşüme uğramıştır. Öncesinde hem toplumsal düzenin hem de bireysel onurun ayrılmaz parçası olan intikam, modern hukuk sisteminin inşasıyla birlikte yasa dışı, ilkel ve irrasyonel bir davranış biçimi olarak mahkûm edilmiştir

Bir yerde kötülük, zulüm varsa, buna verilen tepkinin adı intikamdır. İntikam, aslında bir eşitleme girişimidir. Mağdur, eğer güçlüyse anında karşılık verir ve durumu kendi lehine çevirir. Mağdur edilmek isteneni mağdur eder. Olay anında güç failden yanadır; intikam ise bu asimetrik güç ilişkisini tersine çevirme halidir. Kısasa kısas… İntikam, güç dengesini değiştirir; sadece dengeyi kurmaz, aynı zamanda mağdurun da güç sergilemesine olanak tanır. Yani mağdur, intikamında kendisine yapılandan daha fazlasını yapar. Kardeşi öldürülen biri, failin tüm ailesini yok eder mesela. İşte bu intikam dinamiğini modern hukuk nesnelleştirir, denetlenebilir hale getirir ve duygusallıktan uzaklaştırır. Yani mahkûma ceza veren hâkimin o anki duyguları rol oynamaz — en azından teoride böyledir. Hâkim duygusal karar vermez.

İntikam, bazen intikamdan vazgeçerek de alınır: pozitif, yaratıcı intikam… Bazen asimetrik güç ilişkisi hâlâ failin lehindedir ve mağdur, alınacak intikamın yaratacağı yeni yıkımdan korkar ve intikamı kendi içinde yaşar ya da dönüştürür. Mesela bu duyguyu süblime eder. Süblimasyon, insana duygusal yoğunluk içeren konuları dönüştürerek onlarla baş etme imkânı tanır. Sanat aslında süblimasyondur. Alfred Hitchcock, korku filmlerindeki başarısının ardında, “kendi korkularımla baş etmeye çalıştım” der. Bir ırkçı kabadayı filmi vardı — hani başına çuval geçirilen askerlerin intikamını, Amerikalı askerlerden kat kat fazlasıyla alan. O film Türkleri çok heyecanlandırdı. Ama özünde intikamı anlatıyordu ama bu anlatı insanları gururlandırılırken reel bir intikam olmadı. Çuval geçirme eyleminde ‘milli gurur’ incinmişti ve bu gurur bu tür filmlerle onarılıyor. İnsanlar ‘milli’yi de bir kişi gibi metaforize ediyorlar. Milli gurur bu anlatının ürünü. Madımak… Alevilerin kendilerine yapılanlara cevabıdır türküler. Türkülerindeki derin acı ve hüzün… Kimsenin otelini yakmadılar. Ama ağıt yakarak intikam aldılar/alıyorlar. Kürtler… Bazen ölülerine sahip çıkmaları bile engellendi. Her barış türküsünde mendil sallamaları, pozitif ve yaratıcı bir intikam örneğidir bana göre. Çünkü bu tür intikamlar kalıcıdır — kültüre eklemlenir, hafıza oluşturur. İntikama bir başka yanıt da bağışlamadır. En zor yolu seçmek… Alevilerin, Kürtlerin önündeki tarihsel ve insani ödev budur.

Ama bu konuyu bir başka yazıya bırakıyorum…

İlkel İntikamların Çekiciliği

“İntikam kötüdür, ilkeldir.” Bu, bize öğretilen anlatıdır. Oysa intikam, insanın en yoğun yaşadığı duygulardan biridir ve kimi zaman psikolojik dengeleri bile altüst edebilir. Ancak bu kadar yaygın, tanıdık ve derin yaşanan bir duygunun üzerine yeterince yazılmıyor. Modern toplum, intikamın kendisini değil, meşruiyetini tartışmayı tercih ediyor. Bu çerçevede modern hukuk düzeni, intikamı dışlayıcı bir tutumla ele alıyor. Fabian Bernhardt’ın Rache. Über einen blinden Fleck der Moderne (2021) adlı eserinde belirttiği üzere, modern devlet şiddet ve cezalandırma tekelini elinde tutmak ister. İntikam ise bu tekelin altını oyma potansiyeli taşır. Bu nedenle modern hukuk/devlet, intikamı gayrimeşru ilan etme eğilimindedir. Ancak devletin bu yaklaşımı da tutarlılıktan uzaktır. Söz konusu olan ölçüsüz, bireysel ve “ilkel” intikam biçimleri olduğunda, devlet bunu sorgular gibi görünür. Ama ince hesaplarla örülmüş, kolektif öfkeye yaslanmış bazı intikam biçimlerinde devlet geri çekilmez, hatta bu öfkenin ardına sıralanır. Halk sokaklara dökülüp “kelle isteriz” diye bağırdığında, devlet bu ilkel kalabalığın önüne geçmek yerine arkasına geçer. Terörist olarak adlandırılan binlerce insan yargısız infazlarla öldürülür. Bu tür “vahşi” şiddet, yeterince meşru bir bağlamla sunulduğunda sorun olarak görülmez. Devletin bu iki yüzlü tavrı ve hukuki sınırların intikamı bastırması, bu duygunun başka alanlarda – sembolik, estetik ya da sanatsal – anlamlar kazanmasına yol açar. Sanat tarihi, mitolojiler, edebiyat ve sinema intikam öyküleriyle doludur. Yeşilçam filmlerinde (Karaoğlan, Kara Murat, Tarkan, Malkoçoğlu, kabadayı filmleri), intikam coşkuyla sunulur ve kahramanlık öyküleriyle bezendirilir. Geleneksel toplumlarda da ritüel intikamlar yaygındır. Köy meydanında alınan intikam yalnızca bir eylem değil, bir gösteridir. Senaryosu vardır. İntikam sadece alınmaz, sahnelenir. Ve intikam alan kişi bu sahneyle birlikte kendisini ahlaki olarak üstün bir konuma yerleştirir. Geçmişte halkın gözü önünde gerçekleştirilen idamlar da bu sahneleme pratiğinin bir parçasıdır.

Kahraman İntikamcılar: Mit, Maske ve Modernite

Modern toplum, bir yandan intikamı ilkel ve gayrimeşru bir duygu olarak mahkûm ederken, öte yandan onu güçlü anlatılarla estetize ederek meşrulaştırır. İntikam, yalnızca tekil bir eylem değil; belirli bir zaman dizimi, karakter ilişkileri, sebep-sonuç zinciri ve etik çerçeve içinde inşa edilen bir anlatı hâline gelir. Bu anlatının temelinde ise adaletsizliğe karşılık verilen ve “adil” olarak sunulan bir karşılık yer alır. Paul Ricœur’ün mimesis kavramı burada belirleyicidir: “İntikam” yalnızca bir eylemi değil, olaylar arasında anlatısal bir bütünlük oluşturan bir yapıyı çağrıştırır. Bu anlatının örneklerinden biri, Homer’in İlyada destanında yer alan Achilles’tir. Achilles, hem bireysel bir öfkenin hem de mitolojik bir figürün taşıyıcısıdır. Onu intikama yönelten iki temel aşağılanma vardır: İlki, Agamemnon’un ganimeti Briseis’i elinden almasıyla yaşadığı onur kaybı; ikincisi ise yakın dostu Patroklos’un Hektor tarafından öldürülmesidir. Bu ikinci olay, Achilles’in içinde yıkıcı bir öfkeyi harekete geçirir. Artık savaşçı değil, intikamcıdır. Bu noktada intikam yalnızca alınmaz, sahnelenir. İntikam, herkesin gözü önünde bir “şov” hâline gelir. Üstelik bu gösteri ölümle de sınırlı değildir; intikam ölümün ötesine taşar. Hektor’un cesedi aşağılanır, defnedilmesine izin verilmez. Eski Yunan’da bir insanın gömülmesine izin vermemek, onu insanlık statüsünden çıkarmak anlamına gelir.

İnsanlar eşit ölçüde yaralanabilir değildir. Aynı olay, farklı kişilerde farklı yankılar uyandırabilir. Bu nedenle intikamın normatif yapısı her zaman sübjektiftir: “İntikamda adaletin ölçüsü, failin kim olduğuna göre değil, kurbanın ne hissettiğine göredir” (Bernhardt). Bu sübjektiflik, kimi zaman intikamın zalimce ya da ölçüsüz görünmesine neden olur. Ancak buradaki ölçüsüzlük, aslında yaralanmanın ölçülemezliğinden kaynaklanır. Psikanalitik düzeyde Heinz Kohut’un “narsistik öfke” kavramı bu süreci açıklar: Bireyin kendilik imgesinde yaşadığı kırılma, büyük bir öfkeye dönüşebilir. Ancak Bernhardt bu öfkenin yalnızca narsisistik değil, aynı zamanda sevgiyle bağlantılı olduğunu da gösterir. Achilles örneğinde olduğu gibi, intikam bazen sevdiklerimize yapılan kötülüğe verilen bir tepkidir – yani bir sevgi yasının negatif formudur.

Peki kim “insan” sayılır?

Bu soru, Sofokles’in Antigone trajedisinde bir kez daha karşımıza çıkar. Ödipus’un çocukları arasında geçen iktidar savaşında erkek kardeşler birbirlerini öldürür. Dayıları Kreon, bu kardeşlerden yalnızca birinin gömülmesine izin verir. Diğerinin cesedi, ibret olsun diye çürümeye terk edilir. Antigone, devletin bu buyruğuna karşı çıkarak kardeşini gömer ve bu yüzden cezalandırılır. Luce Irigaray, Speculum – Spiegel des anderen Geschlechts (1980) adlı eserinde, kan bağı içerisindeki en önemli görevin ölüleri gömmek olduğunu vurgular. Judith Butler ise Antigones Verlangen (2001) adlı kitabında Antigone’yi örnek almanın ne kadar zor ve sarsıcı bir deneyim olduğunu yazar.

Yası Tutulamayanlar: İnsan Sayılmayanların Sessizliği

Judith Butler, Kırılgan Hayat (2018) adlı eserinde temel bir soruyu gündeme getirir: “Kim insan sayılır? Kimin hayatı yaşam sayılır?” Bu soru, yalnızca felsefi değil, aynı zamanda etik ve politik bir sorudur. Butler’ın yanıtı da yalındır: Yası tutulanlar insan sayılır. Ölümü bir boşluk bırakanlar, ardında yas tutanlar bırakanlar, toplumun tanıdığı bir kaybın öznesi olanlar… Oysa bazı ölümler, bu statüye bile layık görülmez. Yaşamları gibi ölümleri de görmezden gelinir. Bu ölülerin ne mezarı vardır ne de isimleri bir taşta kazılıdır. Gazete ilanlarına düşmezler. Kokmasınlar diye üzerleri örtülür. Unutturulmaya çalışılırlar. Onlara dair anı bile bastırılır. Bu nedenle, tam da bu bastırmanın ortasında, bu “hiçleştirilmişler” bir farkı işaret eder: Meçhuller, yokluklarıyla konuşurlar. Bu noktada şu itiraz gündeme gelebilir: “Tarihin binlerce yıl öncesinden gelen mitolojik figürler bugün bize ne anlatabilir ki?” Elbette, bu itirazda haklılık payı var gibi görünebilir. Ancak tam da bu yüzden, bu soruya yaşadığımız topraklardan, çok da uzak olmayan bir yerden yanıt verelim. Bu ülkede ölülere dair adalet mücadelesi hâlâ sürüyor. İnsanların en temel hakkı olan cenazeye sahip çıkma, defnetme, mezar taşı dikme hakkı defalarca ihlal edildi. Mezarsız ölüler geride yalnızca bir bedensizliği değil, bir belirsizlik ve adalet boşluğunu da bırakır. Tıpkı Butler’ın işaret ettiği gibi, mezarı olmayanların yas süreci karmaşıklaşır. Çünkü yas, yalnızca bir acıyı değil, o acının tanınmasını, kabul edilmesini ve onurlandırılmasını da içerir. Bu bağlamda Cumartesi Anneleri, yalnızca kayıp yakınlarını arayan insanlar değil; aynı zamanda modern toplumun bastırdığı yasın temsilcileridir. Her cumartesi Galatasaray Meydanı’nda oturarak sorarlar: “Evladım nerede?” Bu soru, yalnızca bir kişiyi değil, bir düzeni, bir tarihi, bir inkâr zincirini hedef alır. Çünkü faili meçhullerde, yalnızca faili değil, toplumun tamamı sessizliğin suç ortağı hâline gelir. Cumartesi Anneleri, acısını acımız yapamadığımız annelerdir. Onların yasını paylaş(a)mamak, aslında birlikte insan olma kapasitemizin sınırlarını da gösterir. Çünkü bir ölüyü kültürün gereklerine uygun şekilde defnetmek, yalnızca bir ritüel değil; o kişiye iade edilen son onurdur. Bu hakkın inkârı, ölünün değil, yaşayanların onurunu yaralar.

Modern İntikamcı: Batman ve Estetik Şiddetin İdeolojisi

Modern çağda intikam anlatısı, mitolojik köklerinden kopmaksızın dönüşür; bu dönüşümün en belirgin figürlerinden biri de Batman’dir. Ancak burada yalnızca bir karakter değişimi değil, radikal bir kırılma söz konusudur. Achilles kimliğini gizlemeden, açık ve sahnelenmiş bir intikam alırken; Batman maskelenir. Bruce Wayne’in Batman’e dönüşmesi, yalnızca bir gizlenme stratejisi değil, aynı zamanda ontolojik bir parçalanmadır. Fabian Bernhardt bu noktada şöyle yazar: “Batman aslında Bruce Wayne değildir; Bruce Wayne, Batman’in gizlenmiş biçimidir.” Kahraman, artık kendi kimliğinden kaçan, içindeki şiddeti sembollere devreden bir maske-özne hâline gelir. Elias Canetti’ye göre “maske, dönüşümün sabitlenmiş hâlidir.” Bu bağlamda maske yalnızca bir gizlenme aracı değil, aynı zamanda ideolojik bir forma bürünmedir. Batman bir semboldür – fakat her sembol, temsil ettiği ideolojiye göre eylem üretir. Bernhardt’a göre: “Batman yalnızca bir semboldür; ancak bu sembol, pedagojik bir adalet arayışından çok, tekrar eden bir şiddet döngüsünü temsil eder.” Burada adalet, normatif bir düzen değil; performatif bir gösteri hâline gelir.

Bu dönüşüm yalnızca süperkahraman figürüyle sınırlı değildir; Western/kovboy türünde de benzer örneklere rastlanır. Bana Ölümün Şarkısını Çal gibi filmlerde kahramanlar, çocukluk travmalarını “kutsal kin”e dönüştürerek şiddetle sonlandırır. Bu anlatılarda intikam hem estetikleştirilmiş, hem ritüelleştirilmiş, hem de meşrulaştırılmış biçimde sunulur. Quentin Tarantino’nun Inglourious Basterds ve Kill Bill gibi filmleri bu yönüyle çarpıcıdır. Bu yapımlar, intikamı neredeyse ahlaki bir haz nesnesi hâline getirir. Bernhardt’ın da tekrar tekrar vurguladığı gibi: “İntikam ne kadar güzel sunulursa, o kadar haklı görünür.” Estetik burada yalnızca bir biçim değil; bir meşruiyet aracı, ideolojik bir süsleme tekniğidir. Kamera açıları, renk paleti, müzik ve anlatı ritmi, izleyicinin adalet duygusunu tatmin edecek şekilde kurgulanır. Böylece bastırılmış intikam arzusu, sinema salonlarında güvenli ve estetize edilmiş bir biçimde yaşanır.

Modern süperkahramanlar – Süperman, Batman, Spider-Man – yalnızca eğlencelik karakterler değil, aynı zamanda yeni çağın mitolojik figürleridir. Bu figürler aracılığıyla intikam, bireysel bir dürtü olmaktan çıkarak kolektif kimliklerin sembolik telafisine dönüşür. Kahramanın kişisel trajedisi, bir halkın ya da grubun hayal kırıklığını telafi eden mitolojik bir anlatıya bürünür. Bernhardt, Süperman’in Yahudi göçmen çocukları Jerry Siegel ve Joe Shuster tarafından yaratılmasını, bir tür “kültürel intikam jesti” olarak yorumlar. Okulda dışlanan bu çocuklar, ahlaki, güçlü ve yenilmez bir figür yaratarak hem kendi travmalarını dönüştürmüş hem de dünyayı dönüştürme arzularını sembolleştirmiştir. Süperman bu yönüyle yalnızca bireysel değil, kolektif bir güç fantezisidir. Aşağılanmış çocukların fantezi kahramanı Süpermen, onların da intikamını alır. Çocuklar, aşağılanmışlıklarını süblimasyon yoluyla telafi etmeye çalışırlar.

Modern intikam yalnızca içerik olarak değil, biçimsel olarak da dönüşür. Jean Baudrillard, 11 Eylül saldırılarına dair şu çarpıcı cümleyi kurar: “Gerçek olanın şiddeti önce gelmedi; önce görüntü geldi, sonra gerçekliğin dehşeti.” Bu tersine çevrilmiş sıra, imgenin artık yalnızca temsili değil, gerçekliği kurucu bir öğe hâline geldiğini gösterir. Dolayısıyla modern çağda intikam, yalnızca bir eylem değil, aynı zamanda bir “görünme biçimi”dir (burada John Berger’in Görme Biçimlerine gönderme yapıyor ve kendisini saygıyla anıyorum). Medyada yer alan intikam hikâyeleri – gerçek ya da kurmaca – artık yalnızca içerikleriyle değil, estetik biçimleriyle de işlev görür. Kamera hareketleri, ışık, ses ve müzik ile intikam, bir duygudan çok, bir deneyim olarak yeniden üretilir.

Modern toplumda intikam, doğrudan bir hak arama biçimi olarak bastırılmıştır. Ancak bu bastırma, onun ortadan kalktığı anlamına gelmez. Aksine, intikam; estetik, simgesel ve anlatısal formlarda geri döner. Fabian Bernhardt’ın da gösterdiği gibi, kavramsal düzlemde dışlanan intikam, imgesel düzlemde yeniden can bulur. Achilles’ten Odysseus’a, Medea’dan Batman’e, Monte Kristo Kontu’na kadar uzanan figürler, modern intikam mitolojisini kurar. Sonuç olarak, modernitenin bastırdığı intikam yalnızca hukuki yapılarda değil, görsel kültürde ve popüler estetikte de dirilir. Bu diriliş, yalnızca bastırılmış bir arzunun geri dönüşü değil, aynı zamanda toplumsal meşruiyetin estetikleştirilmiş yeniden inşasıdır. Estetik burada yalnızca bir “izleme biçimi” değil; ahlaki bir askıya alma ve haklılaştırma tekniğidir. Böylece şiddet, kamera hareketleri, müzik ve kurgu aracılığıyla izlenmesi hoş bir ritüele dönüşür. İzleyici ise yalnızca olaya değil, onun hak edilmişliğine de ortak olur.

İntikamdan Hukuka: Orestie Üçlemesinde Dönüşüm Anlatısı

Mitolojik anlatılar, modern hukukun kültürel kökenlerini kavramak açısından yalnızca geçmişin yankıları değil, aynı zamanda simgesel geçiş alanlarıdır. Bu bağlamda Aiskhylos’un Orestie üçlemesi, intikamdan hukuka geçişin en güçlü ve sembolik temsillerinden biri olarak değerlendirilir. Fabian Bernhardt’a göre, intikamla hukuk arasında kurulan bu anlatısal geçiş, modernitenin meşruiyet kurgusunun mitolojik temelini oluşturur. Öykü şöyle gelişir: Truva Savaşı’ndan zaferle dönen Agamemnon, karısı Klytaimnestra tarafından öldürülür. Bunun üzerine oğulları Orestes, babasının intikamını almak için annesini öldürür. Böylece intikama intikamla karşılık verilmiş olur. Suç bir başka suçla “telafi” edilir. Bu döngüsel yapı, kadim intikam düzeninin temelini oluşturur: suçun kefareti, yalnızca karşı-şiddet yoluyla ödenebilir.

Ancak burada anlatının yapısal düzeyinde bir kırılma gerçekleşir. Orestes’in peşine Erinyeler – yani intikam tanrıçaları – düşer. Bu tanrısal figürler, eski dünyanın düzenini, yani intikamla sürdürülen adalet sistemini temsil eder. Onlara göre Orestes’in eylemi meşru bir cezalandırma değil, yeni bir suçtur ve karşılığı olmalıdır. Tam bu noktada sahneye tanrıça Athena çıkar. Orestes’i koruma altına alır ve onu yargılayacak bir mahkeme kurar: Areopag. Böylece ilk kez intikam tanrıçalarının yargı yetkisi sınırlandırılır ve onların yerine kamusal, rasyonel ve kolektif bir adalet biçimi geçirilir. Karar, şiddetle değil, oy çokluğuyla verilir. Athena, eşitlik bozucu oyu kullanarak mahkemenin sonucunu belirler. Böylece adalet tanrısal öçten ayrılır, kurumsallaşır. Burada dikkat çeken bir başka hikâye de var: İntikam düzenini bozanın, barışı önerenin bir tanrıça/kadın olması. Bu anlatı, Batı’daki modern hukuk düşüncesinin mitolojik öncüllerinden biri olarak görülebilir. Ancak Bernhardt’a göre bu sahne bir kopuştan ziyade bir dönüşüm anıdır. İntikam ortadan kalkmaz; yalnızca biçim değiştirir, dönüştürülür. Erinyeler, oyunun sonunda Eumenidler’e – yani “iyicil tanrıçalara” – dönüşür. Bu dönüşüm, intikamın bastırılmadığını, sistemin içine sembolik bir rol ile dâhil edildiğini gösterir. Modern hukuk düzeninde “dengeleyici adalet”, kadim düzenin “zorunlu intikamı”nın yerini alır. Bu bağlamda Orestie, yalnızca bir mit değil, aynı zamanda bir kurucu anlatıdır. Modern devletin şiddet tekeli, rasyonel hukuk ve adalet kavramları ile meşrulaştırılırken, bastırılan intikam arzusunun izleri hem mitolojide hem de modern hukuk yapılarında varlığını sürdürmeye devam eder.

Ceza ile İntikam Arasındaki Çatlak: Modern Hukukun Bastırılmış Yüzü

Modern hukukun intikamı dışlama çabası, yalnızca duyguların değil, ceza kavramının da dönüşümünü beraberinde getirir. Fabian Bernhardt, Johannes Lehmann’dan alıntıyla bu sürecin düşünsel arka planını şu şekilde ortaya koyar: “İntikam ile ceza arasındaki ayrım, Aydınlanma’nın temel kavramsal çalışmasıdır.” Bu ayrım doğrultusunda modern düşünce kendi içsel haritasını çizer:

İntikam: İlkel – özel – duygusal – düzensiz
Ceza: Gelişmiş – kamusal – rasyonel – düzenli

Bu ayrım yalnızca normatif bir yönlendirme değil, aynı zamanda bir meşruiyet söylemidir. Modern hukuk, kendi rasyonel kimliğini ancak intikamı ötekileştirerek inşa edebilir. Ancak Bernhardt’a göre bu kavramsal harita ne tarihsel olarak ne de pratik düzlemde tam anlamıyla tutarlıdır. Örneğin, Duden gibi yaygın kullanılan sözlüklerde bile “intikam” (Rache) ve “karşılık” (Vergeltung) kavramları sıklıkla iç içe geçmektedir. Bu durum, gündelik dilde ve kolektif bilinçte ceza ile intikam arasındaki sınırın bulanık olduğunu gösterir. Özellikle idam cezası gibi “cezai” uygulamalar, sözde rasyonel çerçevede sunulsa da hâlâ bir tür kurumsallaşmış intikam pratiğini andırır. Bu noktada Bernhardt’ın vurgusu çarpıcıdır: “Modern hukuk düşüncesi bu sınırı ne kadar keskinleştirmeye çalışsa da bu sınır her zaman çatlar.” Başka bir deyişle, modern hukuk, intikamı bastırdığını iddia ederken, onu başka formlarda yeniden üretir. Bu çatlama yalnızca hukuk sisteminde değil, toplumsal ve bireysel ilişkilerde de gözlemlenir. Yaralanma, yalnızca bir acı deneyimi değil, aynı zamanda bir taleptir. Adalet arayışı, yalnızca cezalandırma değil; özür, tazminat ya da onarma beklentileriyle birlikte şekillenir. Bu beklentiler, yalnızca mahkeme salonlarında değil, gündelik hayatın her alanında geçerlidir. “Hakarete uğrayan özür bekler; ayrımcılığa uğrayan eşitlik talep eder.” Ancak bu talepler karşılanmadığında, kişi yalnızca mağdur olmaz; aynı zamanda kendi adalet düzenini kurmaya yönelir. Bu da çoğu zaman bastırılmış bir öfkenin ve travmatik bir geçmişin üzerine inşa edilen, bireysel ama kolektif yankılar uyandıran bir “intikam rejimi”dir. İntikam burada, adaletin yokluğunda devreye girer – bir tür boşluğu doldurma pratiği olarak işlev görür.

İntikam ve İkiyüzlülük

Televizyonlarda izledik. Obama, Clinton ve diğer üst düzey yöneticiler takım elbiseleriyle bir monitörün karşısına geçmiş, bir şeyi izliyorlardı. Sonrasında Obama, bunu bir kahramanlık öyküsü olarak anlattı: Usame Bin Laden öldürülmüştü. Bin Laden benim için de bir sempati figürü değil. Binlerce insanın katiliydi. Ölümüne üzülmem mümkün değil. Ancak burada tartışılması gereken başka bir şey var: Bir devletin, kibar görünümlü yöneticilerinin tüm dünyaya Amerika’nın nasıl intikam aldığını anlatması ve bunu bir şölene dönüştürmesi.

SİHA’lar… Övünülen, reklamı yapılan, uzaktan – eller kana bulanmadan – hedefi “garantili” biçimde vuran intikam araçları. Bu tür silahlar, modern devlet terörünün soğukkanlı araçlarıdır. Birileri, birilerinin ölmesine karar veriyor. Hukuk devleti masallarına en çok inanmamızı isteyenler, hukuksuz ve savunmasız insanlara ölüm kararı veriyor. Hukukun temelini oluşturan savunma ortadan kaldırılır. SİHA’lar bu cinayetleri bir bilgisayar oyunu titizliğiyle gerçekleştiriyor. Gördük. Amerikalı yöneticiler birbirine sarılıyor, birbirlerini tebrik ediyor. Bu bir intikam kutlamasıydı.

Türk devleti de benzer biçimde intikam kutlamaları yaptı. “Öldürülen teröristler”in görüntüleri, videoları, haberleri… Haberlerde dinlerdik. Öldürülen teröristlerin donları indirilir ve sünnetli olup olmadıklarına bakılır ve haberlerde bu söylenirdi. Utanmazdık. Ölüye saygı. Hukuk… Adalet… İnsan hakkı… Oysa bir ülke “terörle mücadele ediyorum” diyorsa, en çok terörü de o üretiyor. Latin Amerika literatüründe sayısız kitap, bu devlet terörünü detaylarıyla anlatır. Anti-terör yasaları, çoğu zaman devletin uyguladığı terörü meşrulaştıran, hukuk dışı şiddeti olağanlaştıran araçlara dönüşür.

Modernitenin İntikam Anlatısı ve Hukukun Kuruluşu

Modernitenin doğuşuyla birlikte intikamın kavramsal kaderi dramatik bir dönüşüme uğramıştır. Öncesinde hem toplumsal düzenin hem de bireysel onurun ayrılmaz bir parçası olan intikam, modern hukuk sisteminin inşasıyla birlikte yasa dışı, ilkel ve irrasyonel bir davranış biçimi olarak mahkûm edilmiştir. Ancak Fabian Bernhardt’a göre bu dışlama yalnızca tarihsel bir ilerleme değil, aynı zamanda bastırma ve yeniden çerçeveleme süreci olarak da okunmalıdır. Modernitenin kurucu anlatısı, intikamı hem zamansal hem de kültürel olarak “ötekileştirme”ye dayanır: İntikam, geçmişte kalmış, barbar toplumlara özgü bir pratik olarak konumlandırılırken; hukuk, şimdiye ve geleceğe ait, ilerlemenin adı haline getirilmiştir.

Bernhardt’a göre modernitenin standart intikam anlatısı belirli bir yapıya sahiptir: Eskiden insanlar hukuk dışı, düzensiz bir doğa durumunda yaşamaktaydılar; herkesin herkesle savaş hâlinde olduğu bu ortamda şiddet dizginsiz ve keyfîydi. Thomas Hobbes’un meşhur formülüyle ifade edersek: bellum omnium contra omnes – herkesin herkese karşı savaşı. Bu karanlık sahne, bireysel intikamın en vahşi biçimde yaşandığı bir çağ olarak resmedilir. Anlatıya göre bireyler, ancak bir toplumsal sözleşmeyle kendi şiddet haklarından feragat ederek devleti kurmuşlardır. Devlet, “büyük Leviathan” figüründe hem şiddet tekelini hem de meşruiyeti kendi bünyesinde toplamıştır. Böylece bireysel intikam sona ermiş, onun yerini “hukuk” almıştır. Ne var ki Bernhardt, bu anlatının tarihsel bir gerçekliği yansıtmaktan çok, ideolojik bir kurgu olduğunu vurgular. Hukukun doğuşuyla intikamın ortadan kalkması arasında zorunlu bir nedensellik yoktur. Aksine, pek çok toplumda hukuk ve intikam uzun bir süre boyunca bir arada var olmuş, hatta birbirlerini tamamlayarak işlemiştir. Modern felsefede doğa durumu yalnızca geçmişte kalmış tarihsel bir dönem değil, aynı zamanda düşünsel bir fondur. Hobbes için doğa durumu, insanın en yabanıl hâlidir; buna karşın Rousseau için özgürlüğün, eşitliğin ve barışın hüküm sürdüğü bir cennettir. Her iki yaklaşım da doğa durumunu tarihsel bir olgu olmaktan ziyade bir düşünce deneyi olarak ele alır. Nitekim, “doğa durumu kurgusaldır”; çünkü yaratılmış, icat edilmiş ve inşa edilmiştir. Modernitenin hukuk anlatısı da tam olarak bu kurguya dayanır: Doğa durumu intikamla, modern toplum ise hukukla özdeşleştirilir. Böylece intikam yalnızca zamansal olarak geçmişe değil, aynı zamanda etik-politik düzlemde düşmanlaştırılmış bir figüre projekte edilir. Bu kurgunun bir diğer boyutu ise coğrafi ötekileştirmedir. Hobbes’un, Amerika’daki yerli topluluklarda yazılı hukuk kurumlarına rastlayamamasından hareketle “orada hukuk yoktur” sonucuna varması, bu felsefi oryantalizmin tipik bir örneğidir. Oysa en “ilkel” toplumlar bile belirli hukuk ilkeleri çerçevesinde işler; her toplum, birlikte yaşamanın kurallarını tanımlayan kendi sözleşmelerini üretir.

Devam edecek…