'Devlet rant paylaşımı için yerel yönetimleri elinde tutmak istiyor'
Kent bilimci Prof. Ruşen Keleş, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın eşitlik ilkesine saygılı davranmadığını söyledi.

Derya OKATAN
ARTI GERÇEK- Türkiye’de Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'nin ardından ilk yerel seçimler 31 Mart 2019’da yapılacak. AKP hükümeti, 24 Haziran seçim beyannamesinde yerel yönetimlerin güçlendirileceği vaadinde bulunmuştu. Prof. Ruşen Keleş, "Bırakın merkezin yükünü yerel yönetimlere devretmeyi, yerel yönetimlerin sahip olduğu yetki ve görevler merkeze çekiliyor" diyor. Keleş’e göre, bunda rant paylaşımının etkisi var ve devlet bunu elinde bulundurmak istiyor. Aynı zamanda cumhurbaşkanının bir siyasi partinin lideri olduğuna dikkat çeken Keleş, eşitlik ilkesinden uzaklaşılabileceği uyarısında bulunuyor.
Emekli öğretim görevlisi, kent bilimci Prof. Dr. Ruşen Keleş, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'nde yerel yönetimler, yerel yönetim ve demokrasi başlıklarında Artı Gerçek’in sorularını yanıtladı:
CUMHURBAŞKANI EŞİTLİK İLKESİNE SAYGILI DEĞİL
- Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'nin ardından ilk kez yerel seçimler yapılacak. Bu sistemin yerel yönetimlere yansıması, etkisi nasıl olacak?
Tabi önemli bir sistem değişikliği bu. Ben başkanlık sistemi, devlet, hükümet sistemlerinin uzmanı olmadığım için sadece yerel yönetimler açısından doğurabileceği sonuçlar hakkında bir şeyler söyleyebilirim. Burada yasama, yürütme ve yargı 3 ayrı erk. İdari hukukta, anayasa hukukunda ve siyaset biliminde bunların birbirleriyle olan ilişkilerini düzenleyen kurallar var. Bu ilişkiler, bir taraftan yürütmenin, icranın etkin bir şekilde işlerini görmesine yardım ettiği oranda tasvip edilmesi gereken şeylerdir, işler çabuk yürüsün, hizmetler daha çabuk, daha ucuz, daha verimli şekilde vatandaşlara sunulsun diye.
Fakat bunu yaparken çok partili siyasal rejimlerde -tek parti olsa problem yok- partiler üstünde bazı güçlerin eşitliği ve adaleti sağlayacak bir pozisyonda olması beklenir. Şimdi Türkiye’nin yeni girmiş olduğu Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi diye bilinen sistemde bu eşitliği ve adaleti sağlama hedefine beklenen ölçüde ulaşılamayacağını gösteren önemli bir örnek devlet başkanı, cumhurbaşkanı durumunda olan şahsın aynı zamanda bir siyasi partinin başkanı olmasıdır. Halbuki devlet başkanının tarafsızlığı diye bir ilke var. Yelpazenin çeşitli noktalarında bulunanlara karşı adaleti sağlamak için eşit mesafede olması gerekirken, bunlardan bir tanesinin yanında yer alması hem eşitlik hem de adalet ve hakkaniyet ilkesini bozuyor diye düşünüyorum.
MUSLUKLARI AÇIP KAPAMADA EŞİTLİKTEN UZAKLAŞILABİLİR
Normal koşullarda dikkatli bir cumhurbaşkanı şahsi davranışlarıyla bu bozulmayı önleyici tedbirler alabilir. Bu kendi şahsına, yetişme tarzına, isteklerine bağlı bir şeydir. Fakat seçim dönemleri söz konusu olduğu zaman seçimlerde bazı belediyeleri daha başarılı, bazılarını daha az başarılı ya da başarısız kılmak için devletin yardım musluklarını açıp kapama mekanizmasını harekete geçiren birimlere talimatlar vermek suretiyle eşitlikten büsbütün uzaklaşılabilir. Bu böyledir demiyorum, fakat bu ihtimal var olduğu sürece cumhurbaşkanının işgal etmesi gereken tarafsız makam ile uyması gereken eşitlik, adalet, hakseverlik ilkeleri birbirine karışmış durumda olmaktadır. Zaman zaman da adayların tanıtımı gibi törenlerden tutun da buna benzer olaylarda sayın Cumhurbaşkanının bu ilkeye saygılı olma konusunda çok titiz olmadığını gösteren örnekler görüyorum. Kişisel gözlemim budur.
TÜRKİYE’DE BELEDİYECİLİK 100 YAŞINDA YÜRÜYEN BİR BEBEK
- Demokrasi kültürünün gelişmesinde yerel yönetimlerin nasıl bir katkısı var ve bu açıdan Türkiye’deki yerel yönetimin işleyişini, anlayışını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bizim hem demokrasi kültürümüz hem yerel demokrasi kültürümüz tam anlamıyla gelişmiş değildir. Biz hem demokrasiyi hem yerel demokrasiyi batıdan aldık. Zaten demokrasi olmadan yerel demokrasi olmaz. Tersi de doğrudur, yerel demokrasi olmadan demokrasi olmaz. Bu bir bütündür ve bütünsellik çerçevesinde değerlendirilmesi gereken bir konudur. 1855 yılında ilk belediyeyi İstanbul’da, Galata ve Beyoğlu’nda kurduk. O tarihe kadar Türkiye’de belediyecilik yoktu. 175 yıl geçtikten sonra belediyeciliğimize baktığımız zaman, 100 yaşında emekleyen bir bebek durumunda olduğunu görüyoruz. Çünkü demokrasinin kendisi daha sonra girdi. Türkiye, 1945’de çok partili bir düzene geçti. Demokrasi o tarihlerden itibaren zikredilmeye başlayan bir kurumdur.
Demokrasinin kendisi bütün kurumları ve kurallarıyla bir ülkede yerleşmiş değilse onun yerelini, bölgesini, başka sıfatlar önüne getirerek isimlendireceğiniz farklı şekillerini ayakta tutmak ve geliştirmek mümkün değil. Demokrasi; eşitlik, adalet gibi ilkelerin mutlak suretle geçerli kılınmasını öngören bir sistem olduğu halde bu genel düzeyde yoksa, bunu, yerel yönetimler düzeyinde hayata geçirmeniz mümkün değildir. Yerel düzeydeki demokratik çabaların, hareketlerin bir ülkede demokrasinin gelişmesine önemli katkılar sağlayabileceğini inkar etmiyorum. Fakat esas itibariyle ülkede demokrasi benimsenmemişse, mesela Güney Amerika ülkeleri, hiçbir zaman demokrasi olmadı, hep merkezden diktatörlükle yönetildi, buralarda yerel demokrasinin gelişebileceğini beklemek gerçekçi olmaz. Ama şunu söylemeliyim ki, genel düzeydeki demokrasinin gelişme seyrini hızlandıran önemli katıkları yerel yönetimlerden yetişen kimseler yapmışlardır. Pek çok belediye başkanı Fransa’da, Almanya’da, Amerika’da, Türkiye’yi zikretmeyim, ülke çapındaki demokrasiye önemli hizmetler yapan kişiler durumuna gelmişlerdir.
-Türkiye’de örnek yok mu?
O konuda bir şey söylemek istemiyorum.
-Muhalefetin bu seçimlerde yerel yönetimleri alarak siyasi iktidarı geriletmek gibi bir politikası var. Bu mümkün mü?
Olup bitenler, söylenenler ve yapılanlar sanki böyle bir amacın gizli de değil ortada olduğunu gösteriyor gibi. Şüphesiz mümkün. En azından kamuoyuna verilen izlenim budur. Türkiye’de 1400 kadar belediye var. Bu belediyelerden 1000 tanesini büyükşehirler de dahil olmak üzere iktidardaki parti kazanırsa, seçmenine ve seçmeni olmayan vatandaşa şu mesajı verecek: ‘Görüyorsunuz millet bizi destekliyor, yerel yönetimlerde böyle olduğuna göre bizim iktidarda kalmamız ülkenin yararınadır’ demek hakkını elde edecektir. Bu inkar edilemez.
YARDIM ÖDENEĞİNDE TASARRUF HAKKI PARTİLİ CUMHURBAŞKANINDA
-Meclis gündeminde yeni bir torba kanun var. Buna göre, Cumhurbaşkanlığı Strateji ve Bütçe Başkanlığı’nın bütçesine belediyelere yardım ödeneği konuldu. Bu tasarının yasalaşması durumunda nasıl sonuçlarla karşılaşılabilir?
Bu yardım ödeneğinin nihai olarak tasarrufta bulunmaya yetkili merci hangisi?
-Cumhurbaşkanı
Evet cumhurbaşkanlığı. Aynı zamanda siyasi parti lideri. İşte burada ip kopuyor. Belirtmek istediğim budur. Eğer bu yardım ödeneği bu getirilmekte olan düzenleme ile tarafsız bir kurula, kuruma, hatta parlamentoya bırakılmış olsaydı, çoğunluk iktidar partisinde dahi olsa oylama sonucunda yapılmış olsaydı yadırganmayabilirdi. Ama kişilerin tercihine bıraktığınız zaman, bunu demokratik çağdaş ülkelerdeki bu konularda kafa yormuş kimselere anlatmakta zorluk çekersiniz.
-Çok fazla yetkinin tek elde toplandığı bu koşullarda insanların politikalarını beğenmese de iktidar partisine oy verme durumu ortaya çıkabiliyor. Bu nasıl bir Türkiye yaratıyor?
Demokratik gelişme konusunda geriye gidiş şeklinde değerlendirilebilir.
YEREL YÖNETİMİN YETKİLERİ MERKEZE ÇEKİLİYOR
- AKP’nin Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi'nin hayata geçtiği 24 Haziran seçimlerindeki beyannamesinde "yerel yönetim reformu yapılacağı, yerel yönetimlere yeni yetki ve görevler verileceği, merkezin görev alanında olan bazı işlerin yerel yönetimlere devredileceği, belediyelerin mali kaynaklarının güçlendirileceği" belirtiliyordu. Bu konuda neler söylersiniz?
Bu söylediğiniz nokta çok önemli. AKP’nin 2002’de iktidara geldiğinde savunduğu temel düşüncelerden bir tanesi, Türkiye’nin merkeziyetçilikten uzaklaştırılmasıydı. Devletin yükü ağır, desantralizasyon yani yerinden yönetimi hakim kılmak suretiyle gereksiz şekilde devletin omuzlarında bulunan hizmet yükünü yerel yönetimlere devretmek. Bu şekilde hem devletin yükünü azaltmak hem de halka daha yakın olan yönetim kademeleri tarafından yerel nitelikteki kamu hizmetlerini yapmak suretiyle denge sağlamak. Dünyadaki gidişat da böyle. Türkiye’nin taraf olduğu Avrupa Konseyi’nin Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı var, onun da kuralı böyle. Aksi varid olmadıkça, kanunlarla başka yönetimlere bırakılmadıkça yerel nitelikteki kamu hizmetlerinin halka en yakın olan yönetim kademeleri tarafından yerine getirilmesi gerekir. Halka en yakın olan yönetim kademesi belediyelerdir, mahalle bir yerel yönetim değil anayasamıza göre. Bu söylemi 2005 yılına kadar AKP çok sadıkane bir şekilde kullandı ve gereğini de yapmadı diyemem.
Kısmen Belediye Kanunu, İl Özel İdare Kanunu bunun örneklerindendir. Belediye Hizmet Birlikleri Kanunu’nu da bu doğrultuda atılmış adımlardan biri sayabilirsiniz. Fakat 2005 yılından sonra o tarihe kadarki söylemlerine tamamen ters düşecek şekilde merkezileşme ön plana geldi. Mesela şehirlerin imar planlarını -bizim mevzuatımıza göre ve dünyadaki gelişmeleri de böyledir- hazırlamak, kabul etmek, onaylamak ve uygulamak yetkisi belediyelerindir. Bizim 3194 sayılı İmar Kanunu’muzun 8. Maddesinde de böyle yazar, bir sonraki maddesinde istisnaları vardır. Hangi durumlarda belediye değil de devlet kuruluşlarının, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın, TOKİ’nin imar planı yapacağını istisnai olarak göstermiştir.
Fakat 2011 yılından itibaren yapılan yasal düzenlemeler 645, 644, 648 tarihli Çevre ve Şehircilik Bakanlığını kuran Kanun Hükmünde Kararnameler, TOKİ ile ilgili düzenlemeler söylemlerin tam tersinin yapıldığını gösteriyor. Bırakın merkezin yükünü yerel yönetimlere devretmeyi, yerel yönetimlerin sahip olduğu yetki ve görevler merkeze çekiliyor. Çünkü, bu örnekle sınırlı olmak üzere, imar planları en büyük rantın yaratılması ve paylaşılmasına yol açan etkili araçlardır. Devlet bunu elinde bulundurmak istiyor ve çok örnekleri de var. Bu yanlıştır. Dünyadaki gidişata yanlıştır, Türkiye’nin uluslararası yükümlülükleri dediğimiz Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın kurallarına ters bir uygulamadır.
DEVLET DEMİRYOLLARINA BİLE İMAR YETKİSİ VERİLDİ
O kadar ki ben TOKİ ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nı örnek verdim, buna Devlet Demiryollarını da katabilirsiniz. Kanunda değişiklik yapmak suretiyle Galataport ve Haydarpaşa liman düzenlemesi için imar yetkisi Devlet Demiryollarına bile verilmiştir. Bunlar hukuki düzenlemelerdir, yanlış da olsa hukuk kurallarına uydurularak yapılıyor ancak bir de hukuki olmayıp fiili durumlar var. Ben yaptım oldu yöntemiyle. İstanbul’da Çamlıca’ya cami yapılması olayı İstanbul Belediye Meclisi’nden kaynaklanan bir imar değişikliğiyle olmamıştır. Yukarıdan verilen bir talimatla olmuştur. Peki o belediye meclisi neden sesini yükseltmiyor, neden benim yetkimdir, başkası karışamaz demiyor. İlk sorduğunuz soruya dönüyoruz, demokrasi kültürümüzün düzeyi buradadır. Ve orada sesini çıkarmayan belediye başkanı metal yorgunluğu gerekçesiyle görevinden alındığı zaman adam yerine konulmadığını çok geç fark ediyor, tepkisini 6-7 ay sonra gösteriyor.
-Rant hem mevzuat hem de uygulamada yerel yönetimleri nasıl şekillendiriyor?
Bu önemli bir konu. Bizim 5237 sayılı bir Belediye Gelirleri Kanunumuz vardır. 1950’lerde çıkmış ve 2000’lere kadar yürürlükte kalmış bu kanunda şerefiye diye bir resim (bir tür vergi) vardır. Belediyenin faaliyetleri sonucunda değeri artan taşınmazlar için sahiplerinden bir tür resim alınırdı, şerefiye adı altında. Bu kaldırılmıştır ama yerine başka bir şey konulmadı. Süleyman Demirel’in başbakanlığı döneminde 1970’li yıllarda gayrimenkul değer artış vergisi diye bir vergi çıktı. Bir kimse gayrimenkulü aldığı tarihle sattığı tarih arasındaki değer artışının belli bir kısmını kamuya vergi olarak ödeyecekti. İki yıl yürürlükte kaldıktan sonra kanun kaldırıldı, çünkü tepki geldi. Bu yapılması gereken bir şey. Biz sadece -rant söz konusu olduğu için söylüyorum- bina ve araziler için emlak vergisi ödüyoruz. Bunlar oldukça düşüktür. Arttırma teşebbüsü olduğu zaman tepkiyle karşılandı fakat çok dikkat çekicidir ki bugünkü iktidar, AKP hükümeti 2-3 yıl önce bu ihtiyaca cevap verecek rant yani gayrimenkul değer artışından belli bir payın devlete aktarılması konusunda bir tasarı hazırladığını okudum gazetelerde ama bugüne kadar kanunlaştırıldığını görmedim. İçten ve dıştan gelen tepkiler bu adımın kesinleştirilmesine izin vermedi diye düşünüyorum.
-OHAL döneminde 99 belediyeye kayyım atandı. Ne oldu bunun sonuçları?
Türkiye’nin çeşitli yerlerinde bölgesel özerklik taleplerini dile getiren konuşmalar yapılıyor. Bunlar bazen hukuk kuralları içerisinde söylenen sözler, bazen terör ve şiddet olaylarına yataklık anlamına gelebilecek şekildeki sözler. Bunları yargı belirliyor. Hem anayasa hem belediye kanununun verdiği yetkiyle yargı kesin hükmünü verinceye kadar İçişleri Bakanlığı kararıyla görevlerinden alınıyorlar. Önemli olan görevlerinden alınanların boşalttıkları mevkilere yapılacak atamalar ve seçimler. Belediye Kanunu’na göre belediye başkanlığının boşalması halinde belediye meclis üyeleri arasından seçim yapılır. Bu yapılmıyor, İçişleri Bakanlığı tarafından valiler, vali yardımcıları ve kaymakamlar kayyım olarak atanıyorlar. Yanlış buradadır. Bunu hukuki, siyasi ve uluslararası yükümlülüklerimiz açısından açıklamak kolay değildir. Nitekim sık aralıklarla Türkiye’ye gelen ve Türkiye’nin Avrupa Konseyi ile olan ilişkilerinde yerel yönetimler özerklik şartının kurallarına ne ölçüde uyulduğunu adeta teftiş eden kurullar var. Görevden almalar konusunda hukuki bir eleştiri yöneltmek mümkün olmasa bile boşalan yerlere yapılan atamalarda hukuka ve uluslararası yükümlülüklere aykırılıklar vardır şeklinde bir değerlendirme yapmaktadırlar.
BELEDİYE GELİRLERİNDE BÜYÜK BOŞLUK VAR
Ayrıca madem ki oraya girdik, vermiş oldukları raporlarda dikkat çektikleri yerel demokrasimiz açısından iki nokta da şudur: Deniliyor ki Türkiye 1924’de çıkarmış olduğu köy kanununu hala değiştirmedi. Halbuki köy çok önemli bir sosyal birimdir. Ayrıca belediyelerin gelirleri konusunda büyük bir boşluk var. Son Belediye Gelirleri Kanunu bir askeri müdahale döneminde çıkmıştır, 1981. Değişikliklerin yarattığı ihtiyaçlar var. Neden bir belediye kanununu günün değişen koşullarına uydurmuyor parlamento? Bu şekilde eleştirileri Avrupa Konseyi Türkiye’ye yöneltmektedir.
ANKARA’DA DOĞAL, TARİHSEL VE MİMARİ DEĞERLER KORUNMUYOR
-Ankara için bir seçmen ve bu konunun uzmanı olarak nasıl bir kent yönetimi beklentiniz var?
Bütün kentliler çağdaş bir kentte yaşamak isterler. Ankara ne yazık ki erişemedi bu düzeye. Mimarlar Odası Ankara Şubesi’nin çıkardığı bir kitap var, Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin son 24 yılını değerlendiriyor. Tabi olumsuzluklar ağır basıyor. Kitabın başlığı da "Hasar Tespiti." Mesela kent kimliğini oluşturan doğal, tarihsel ve mimari değerlere sahibiz biz. Tarihe, Cumhuriyet, Osmanlı mirasına sahip çıkmak için sık sık nutuk atan kimseler bu değerlerin korunması konusunda gerekli duyarlılığı göstermelidirler diye düşünüyorum. Mesela İller Bankası binası yıkılmıştır, yerine cami yapılsın diye. Halbuki İller Bankası binası erken cumhuriyet döneminin Türkiye’ye bırakmış olduğu mirastır. Saraçoğlu evlerinin durumu tartışılıyor, tepkiler olmasa yıkılıp büyük apartmanlar yapılacak. Çukurambar gereksiz yükselen binalarla doldu. Sanki tepelerle dağlarla yarışıyor. Bunlara gerek var mı yok mu tartışmalıdır. Mimari açıdan ne değer taşıdıkları, kent kimliğine ne kattıkları, kent kimliğinden nelerin koparılmasına sebep oldukları tartışmalıdır. Ankara’da kamusal ve yeşil alanlar giderek daralıyor. Atatürk Orman Çiftliği yapılaşmıştır. Bunun için çıkan Bakanlar Kurulu kararının adı kentsel dönüşüm ve gelişim proje alanı olarak Atatürk Orman Çiftliği’nin ilan edilmesidir. Hangi kentsel dönüşümden söz ediyoruz? Kentsel dönüşüm, dönüştürülmesi gereken kent alanlarıyla ilgilidir. Atatürk Orman Çiftliği’nin orman ve çiftlik niteliğini dönüştürmekten beklediğimiz yarar nedir? Bunun inandırıcılığının olmadığını düşünüyorum ve ayrıca hukuk açısından baktığımızda da, bir kimsenin ölüme bağlı tasarruf adını taşıyan vasiyetnamesi ile, geleceğini planlamış olduğu taşınmaz malını yapılaşmaya açmanın o kişiye saygısızlık olacağını belirtmek istiyorum.
RUŞEN KELEŞ KİMDİR?
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi (SBF) ve Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. 1965’te doçent, 1971’de profesör oldu. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde iki dönem (1971-1975) dekanlık yaptı. ABD ve Japonya’nın çeşitli üniversitelerinde araştırmacı ve konuk öğretim üyesi olarak bulundu. AÜ SBF, ODTÜ, TODAİE, Bilkent Üniversitesi, Doğu Akdeniz Üniversitesi’nde kentleşme, yerel yönetimler, kentsel siyaset, çevre ve konut politikaları üzerine dersler verdi. Halen AÜ SBF’de emekli öğretim üyesi olarak derslerini ve akademik çalışmalarını sürdürüyor. Çeşitli dillerde yayınlanmış çok sayıda kitap ve makalesi bulunuyor.