'Türkiye hala bu statüye taraf değil'

'Türkiye hala bu statüye taraf değil'
Artı TV'de yayımlan Söz Sırası programının konuğu, İnsan Hakları Derneği (İHD) Eş Genel Başkanı Öztürk Türkdoğan oldu.

Öztürk TÜRKDOĞAN


ARTI GERÇEK- "Bu hafta ağır suçlarda cezasızlığa karşı, adaletin sağlanması konusunda. Türkiye'nin uluslararası hükümlülüklerine değinmek istiyorum. Herkes, Sedat Peker'in videolarını izliyor ve bu videolarda şöyle bir gerçek ortaya çıktı; maalesef suç örgütleri, mafya, devlet, siyaset, ticaret iç içe geçmiş durumda ve çok ciddi iddialar ortaya atılıyor. Bu iddialar içerisinde özellikle Türkiye'nin, Suriye'de ki faaliyetleri, Türkiye'den Suriye'ye yasadışı silah ticarete yapıldığına dair iddialar. Yine SADAT isimli şirketin Türkiye dışındaki faaliyetleri, kaçakçılık ile ilgili faaliyetler... Tabii insan hakları savunucuları olarak bizler yıllardır cezasızlığa karşı mücadele ediyoruz, hakikat ve adalet mücadelesi yürütüyoruz. Sedat Peker'in ifşaatları arasında faili meçhul cinayetler ile ilgili yeni bilgiler var. Gazeteciler Uğur Mumcu ve Kutlu Adalı'nın katledilmesiyle ilgili yeni bilgilere yer verildi. Yine daha birçok olayla ilgili konuştuğu bazı önemli bilgiler var. Ben tabii Türkiye'nin, ağır suçlarla mücadele edebilmesi bakımından yükümlenmesi gereken çeşitli uluslararası sözleşmeler olduğunu hatırlatmak istiyorum. Bizler yıllardır bu konuda mücadele ediyoruz. Bunların başında Roma Statüsü geliyor. Roma Statüsü, uluslararası ceza mahkemesinin yargı yetkisini düzenleyen bir statü. Bu statüde özellikle soykırım, insanlığa karşı suçlar, savaş suçları ve saldırı suçları yargılama konusu yapılabiliyor. Tabii Birleşmiş Milletler'in (BM) mahkemesi, daimi bir ceza mahkemesi. 2002 yılından faaliyetlerini sürdürüyor. 1998 yılında statü kabul edildi ama faaliyete geçmesi 2002 yılını buldu. Türkiye hala bu statüye taraf değil. Bizler, insan hakları savunucuları 2006 yılından beri Türkiye'nin statüye taraf olması için bir koalisyon oluşturduk ve bu faaliyetlerimizi sürdürüyoruz. Hem uluslararası koalisyonda hem Türkiye içerisinde ki örgütlerle faaliyetlerimizi yürütüyoruz. Mahkemenin kendisiyle, başsavcılıkla, dönem dönem uluslararası toplantılarla bir araya geliyoruz ve Türkiye gibi ülkelerin statüyü tanımasını, taraf olmasını istiyoruz. Ne için? Türkiye'deki siyasetçiler, İsrail-Filistin sorununda, Filistin'e yönelik katliamlarda, Filistinlilere yönelik insanlığa karşı suçlarda hemen uluslararası ceza mahkemesini hatırlatıyorlar ve yargı yetkisini konuşuyorlar. Birçok noktada aslında Türkiye'nin, böyle söylemlerine karşın uluslararası ceza mahkemesine taraf olmadığını hatırlatıyoruz. Türkiye'ye diyoruz ki, 'Siz de taraf olun.' Ömer El Beşir'i ne çabuk unuttuk? Ömer El Beşir isimli kişi, o katliamcı bir kaç defa Türkiye'ye geldi, kabul gördü. Darfur'da işlenen insanlığa karşı suçlar ve bunların bir kısmı soykırım; ayrıca soykırım suçlarından da hakkında uluslararası ceza mahkemesi tarafından yakalama kararı çıkartılan bir kişiydi bu. Yani bu çelişkileri  bu sefer ifade etmek istiyorum. Çünkü o kadar önemli ki eğer Türkiye gerçekten uluslararası yargı ceza mahkemesinin yargı yetkisini tanımış olsaydı, Türkiye toprakları dışında maceralara girmezdi. Türkiye'nin Suriye'de, Irak'ta, Kafkasya'daki çeşitli faaliyetleri ile ilgili, bu kadar zan altında kalmazdı. Ya bunları yapmazdı ya da uluslararası hukuka uygun olarak, gereğini yerine getirecek şekilde asker bulundurabilirdi. Bunun da şartı zaten güvenlik konseyi kararlarına dayanmasına dayanıyor. SADAT isimli örgütler bu kadar rahat faaliyet yürütmezdi. Savcılarımız daha rahat hareket ederlerdi. Bunları tekrar tekrar hatırlatmakta ve anlatmakta fayda var. Kaldı ki şunu ifade edeyim; Suriye, iç savaşının bittiğine dair söylemler var ama Suriye gibi 10 yıldan fazla iç savaş geçirmiş ülkelerde, yüzbinlerce insanın yaşamını yitirdiği, ülke nüfusunun yarıya yakınının ülkeyi terk ettiği iç savaşlarda mutlaka bir mahkeme kurulur. Uluslararası ceza mahkemesi kurulmadan önce, Yugoslavya iç savaşı 1991'de başlamış ve devam etmişti. Yugoslavya özel ceza mahkemesi kurulmuştu ve orada yargılamalar yapılmıştı. Şimdi de uluslararası bir ceza mahkemesi var, daimi bir mahkeme BM Güvenlik Konseyi, bir karar alıp başsavcılığı görevlendirebilir. Özellikle Suriye ile ilgili soruşturmalar başlatılabilir. Bu uyarıları da özellikle yapmak gerekiyor o nedenle Sedat Peker'in Suriye ile ilgili iddiaları konusunda Türkiye'deki Başsavcılıkların harekete geçmesi, kanuna aykırılıkların tespit edilmesi ve gerekli soruşturma ve kovuşturma yöntemlerine başvurması gerekiyor. Eğer bunları yapmazsak ilerde uluslararası soruşturmalar ve uluslararası mahkemelerle belaya girebilir. Tabii ki bunu Türkiye'yi yönetenler bakımından kastediyorum.

Bir diğer konu; BM'nin zorla kaybedilenlere karşı bir sözleşmesi var. Biz bunlara Kayıplar Sözleşmesi diyoruz. Türkiye hala bu temel sözleşmeye taraf olmadı. 2006 yılında bu sözleşme yürürlüğe girdi. Türkiye'de tespit edebildiğimiz kadarıyla bin 400 civarında zorla kaybedilen, gözaltında kaybedilen insanların bilgileri mevcut. Hala akıbetleri bilinmeyen kayıplarımız var. Daha bir kaç gün önce kayıplar haftası sona erdi ve Cumartesi Anneleri ile birlikte zorla kaybetme gerçeğini hatırlattık. Zorla kaybetme pratiğinin tamamen sona ermesi gerektiğini ifade ettik. Hala bir kaç kişi iddiayla, kendisini istihbaratçı veya polis olarak tanıtan kişilerin, siyah transporter araç kullanarak kaçırıldığı ve ailelerin bu kişileri aradığı bir dönemi yaşıyoruz. Hüseyin Galip Küçüközyiğit'in kızı ve ailesi hala kendisini arıyor. Yusuf Bilge Tunç'un ailesi hala onu arıyor... Türkiye, Kayıplar sözleşmesi’ne taraf olmalı. Ve bu mekanizmaya taraf olursa bu sorunu kalıcı olarak çözebiliriz. Kaybedilenlerin akıbetini de araştırıp, failleri de yargı önüne çıkarabiliriz.

Bir başka nokta; Türkiye 1953'de Cenevre Sözleşmeleri’ni onayladı, yürürlüğe koydu. 4 adet temel Cenevre Sözleşmesi vardır. Bunlar savaş hukukunun temelleridir. Türkiye, 1953'de bunlara taraf oldu ve daha sonra 70'li yıllarda çıkarılan 1 ve 2 nolu ek protokoller ve yine 2000'li yıllarda çıkan 3 nolu eke hala taraf değil. Bu ek protokoller, uluslararası olmayan çatışmalarda ülke içi, ülke dışı uygulanabilen protokollerdir. Ama zaten 4 temel sözleşmenin ortak üçüncü maddesi zaten çatışmalarda ve savaşta sivillerin korunmasını düzenliyor. Buna dair de mevzuatın tamamlanması gerekiyor. Ne için? Çünkü Türkiye'nin sürekli olarak 'Terörle mücadele ediyorum' söylemi adı altında, yürüttüğü operasyonlara baktığımız zaman aslında bunlar ülke içi ve bazen de ülke dışı (Şuanda Irak'ta, Suriye'de olduğu gibi) uluslararası alana sirayet eden silahlı çatışma halleridir. Mutlaka bunun hukukunun düzenlenmesi ve hukuka uygun hareket edilmesi gerekiyor. Burada da başvuracağımız en temel kural Cenevre Sözleşmeleri ve iki protokollerdir. Türkiye'nin bunlara da taraf olmasını sağlamak gerekiyor. Bu iktidar yapabilir mi, çok umudum yok. O nedenle siyasi muhalefete ve toplumsal muhalefetin bu konuları gündemine alması, olası bir iktidar değişikliğinde 'ilk ve en önemli' yapılacaklar listesi içerisine mutlaka Türkiye'nin Roma Statüsü'ne taraf olması, Cenevre Sözleşmesi'nin ek protokollerini kabul etmesi ve elbette ki Kayıplar Sözleşmesi'ni onaylaması gerekiyor. Bunlarla birlikte artık Kürt sorununda çatışma ve savaş değil, barışçıl demokratik yöntemler daha fazla ön plana çıkacaktır. Komşularla ilişkiler hukuk temelinde yürütülecektir. Aslında adalet, hakikat alanında daha birçok çalışmaya da vesile olacaktır."

Öne Çıkanlar