İspanya’daki Bask deneyimi ve ETA örneğinden Türkiye’de Kürt meselesinde barış imkanları
İspanya’daki Bask deneyimi ve ETA örneği üzerinden, Türkiye’nin uzun yıllardır çözülemeyen Kürt meselesiyle benzerlikleri ve çıkarılabilecek dersler açısından önemlidir.

Özcan ÖĞÜT
Ulus-devletlerin 20. yüzyıldan bu yana en büyük krizlerinden biri olarak; pek çok toplumda, merkeziyetçi devlet yapıları ile bünyesindeki farklı etnik ve inanç topluluklarının eşit yurttaşlık, anadilde eğitim, inanç özgürlüğü, kültürel ve kimliksel hak talepleri arasındaki gerilim, kimi zaman silahlı çatışmalara kimi zaman da kapsayıcı barış süreçlerine evirilmiştir. Bu deneyimlerden biri olan İspanya’nın Bask meselesi ve ETA’nın silahlı mücadele süreci, yalnızca İspanya’nın değil, benzer sorunlarla karşı karşıya kalan birçok ülkenin çözüm arayışlarına dair kıymetli dersler içermektedir. Özellikle 20. yüzyıl boyunca Avrupa'nın en uzun süreli silahlı örgütlerinden biri olan ETA’nın varlığı ve nihayetinde tamamen silahsızlanıp siyasal alanda çözüm arayışını benimsemesi, farklı coğrafyalardaki benzer süreçler için dikkat çekici bir model olmuştur.
İspanya’daki Bask deneyimi ve ETA örneği üzerinden, Türkiye’nin uzun yıllardır çözülemeyen Kürt meselesiyle benzerlikleri ve çıkarılabilecek dersler açısından önemlidir. İspanya'nın özellikle Zapatero döneminde yürüttüğü demokratikleşme ve diyalog politikalarıyla birlikte, çatışmanın yalnızca güvenlikçi yöntemlerle değil, siyasal reformlar, toplumsal katılım ve kültürel hakların tanınması yoluyla da yönetilebileceğini göstermesi; Türkiye açısından da benzeri imkanların tartışılmasını gerekli kılmaktadır.
Nitekim Türkiye, 2024 sonbaharından itibaren Kürt meselesi bağlamında tarihi bir sürece girmiştir. Meclis açılışında yaşanan sembolik yakınlaşma, siyasi liderlerin barışçıl çözüm iradesine dair verdiği mesajlar ve PKK lideri Abdullah Öcalan’ın örgüte fesih çağrısı içeren mektubu ile başlayan süreç; Mayıs 2025 itibariyle PKK’nin kongre kararıyla silahlı mücadeleyi sonlandırması ve örgütsel yapısını feshetmesiyle yeni bir dönemin kapısını aralamıştır.
İspanya'nın Bask meselesinde yaşadığı deneyim, Türkiye için iki temel noktada örnek teşkil etmektedir: Birincisi, çatışma çözümünün ve kalıcı bir barışın sağlanmasının yalnızca silahların susmasıyla değil, kapsamlı demokratikleşme ve toplumsal uzlaşıyla mümkün olacağıdır. İkincisi ise, devletin merkeziyetçi reflekslerini aşarak, yerel yönetimler ve toplumsal taleplerin meşru zeminlerde ifade edilmesine imkân tanıyacak reformları hayata geçirmesi gerektiğidir.
Silahlı Mücadeleden “Kale Borroka” Direnişlerine: ETA’nın Eylem Profili
ETA’nın eylemleri gerilla tipi kır çatışmalarından ziyade, ekseriyetle silahlı saldırı, suikast, bombalama ve sabotaj eylemleriyle gerçekleşmiştir. Bu anlamda ilk etapta salt güvenlik güçlerini hedef alsalar da, sonrasında bu eylemler güvenlik güçleriyle beraber Franco yanlısı ve sağcı muhafazakar siyasiler üzerinde yoğunlaşmıştır. ETA’nın can kaybına neden olan ilk ciddi eylemi, 1968 yılında bir trafik polisinin öldürülmesidir. Aynı yıl ölümle sonuçlanan çeşitli silahlı eylemlerle birçok güvenlik görevlisini hedef almıştır. Örgüt, 1973 yılında diktatör Franco döneminin Başbakanı Luis Carreo Blanco’nun ölümüne neden olan bombalı eylemi sonrası tüm dünyanın dikkatini üzerine çekmiştir. ETA, silahlı eylemleriyle bugüne kadar (resmi rakamlara göre) 829 kişinin hayatını kaybetmiş ve yaklaşık 2400 kişinin yaralanmıştır. ETA, toplam olarak 3400’den fazla eylemde bulunurken, ETA’nın gençlik yapılanması “Kale Borroka” ise yaklaşık 3700 eylem gerçekleştirmiştir.
Özellikle zor durumda kaldığı dönemlerde kitlelerindeki heyecanı diriltip politizasyonu arttırarak taban kaybının önüne geçmek isteyen örgüt, genç sempatizanlarına şehirlerde “Kale Borroka” adı verilen küçük çaplı eylemler gerçekleştirilmesine dair talimatlar vermiştir. Genellikle 20 yaş altı ve çoğunluğu reşit olmayan gençlerden oluşan ve ETA’nın şehirlerdeki gençlik yapılanması olarak bilinen “Kale Borroka” eylemleri; mahalle girişlerine kurdukları barikatlarla şehirlerde ses getiren gösteriler yapma, kamu mallarına molotof kokteylleri atma ve kendilerine müdahale eden polis ve araçlarına taş atma şeklinde gerçekleştirilmekteydi. “Kale Borroka” gençlik yapılanması, 2015’te Türkiye’deki Kürt illerindeki çatışma sürecinde özellikle hendek eylemleriyle adını duyuran Yurtsever Devrimci Gençlik Hareketi’ne (YDGH’ye) birçok açıdan benzerlikler göstermektedir.
Franco Sonrası Bask Sorunu ve Demokratikleşme Çıkmazı
İspanya’da 1975 yılında Franco’nun ölümü ile beraber birkaç sene içerisinde demokrasiye geçisin sağlanmasının bir sonucu olarak, 1978’de hazırlanan yeni anayasa (bağımsızlıktan başka alternatiflere sıcak bakmayan Bask bölgesinin reddetmesine karşın), ülkenin çoğunluğunun kararıyla referandum ile kabul edilmiş ve ülke bu anayasa ile güvence altına alınan 17 özerk bölgeye ve 2 özerk şehre ayrılmıştır. Fakat tam bağımsızlık hedefi doğrultusunda “ulusların kendi kaderini tayin hakkının” olmadığı hiçbir kararı tanımayan ETA, özerklik sonrası da eylemlerine hız kesmeden devam etmiştir. Bu anlamda, ETA, özellikle ordu mensuplarına olan eylemlerini arttırmış ve buna neden olarak ülkedeki demokratikleşme rüzgarlarını gerekçe olarak gösteren ordu içerisindeki bazı komutanlar da 1981’de başarısız bir darbe teşebbüsünde bulunmuşlardır.
1982 yılında iktidara gelen İspanyol Sosyalist İşçi Partisi (Partido Socialista Obrero Espanol-PSOE), ETA eylemleri karşısında direksiyonu ele almaya çalışacak ordunun olası bir darbe ihtimalinin yaşanmaması için, (el altından) devlet tarafından finanse edilen ve ordu tarafından yönetilen silahlı bir kontr-gerilla örgütü olan Anti-Terörizm Özgürlük Hareketi (Grupos Antiterroristas de Liberacion) GAL’i kurar. PSOE, bir yandan “ZEN” olarak adlandırılan (sosyal ve ekonomik açılımları içeren) plan doğrultusunda demokratikleşme sürecini devam ettirmeye çalışırken, bir yandan da ETA üyelerine yönelik (faili meçhul) infazlar gerçekleştirmeyi hedefleyen ve ETA ile mücadelede Fransa’yı daha etkin rol olmak zorunda bırakmak için Fransa sınırları içerisinde çeşitli huzur bozucu eylemler yapan GAL’i finanse etmektedir. Fakat evdeki hesap çarşıya uymaz ve GAL’in birçok masum insanı da hedef alan kanlı saldırıları, Bask bölgesinde ETA’nın daha da güçlenmesine neden olacak derece silahlı mücadeleye katılımların artmasına yol açar. Bu durum, daha önce şiddet karşıtı olan Basklıların bile önemli oranda ETA ile yakınlaşmasını sağlar. GAL’in gerçekleştirdiği infazlara bakıldığında, katledilenlerin önemli bir kısmı ETA ile bağı olmayan veya sadece sempatizan düzeyinde kişilerdir. Nitekim 1995 yılına kadar devam eden uzun bir dava süreci sonunda GAL’i örtülü ödenekle finanse ettiği anlaşılan dönemin İçişleri Bakanı dahil bazı PSOE’li yetkililer uzun mahkûmiyet cezaları aldılar. GAL, Türkiye’de 90’lı yıllarda faili meçhul cinayetlerle adını duyuran JİTEM’le oldukça benzer misyon ve özelliklere sahiptir.
Bu dönemde GAL’in ETA’yı aratmayan infazları altında önemli oranda itibar kaybeden ve çeşitli yolsuzluklarla adı anılan PSOE, 1995 genel seçimlerinde iktidarı José María Aznar’ın liderliğindeki muhafazakar Halk Partisi’ne (Partido Popular-PP) kaptırdı. Aznar hükümetinin ise sert güvenlikçi politikaları uygulamak dışında Bask sorununun çözümüne, dair herhangi bir çabası olmamıştır. Aksine, bu dönemde PP, mücadelesini siyasal zeminde sürdüren Basklı partilerin, basın organlarının ve STK’ların ETA’ya destek gerekçesiyle kapatılmaları için çeşitli yasal değişiklikler gerçekleştirmiştir. Bu süreçte muhafazakâr Halk Partisi (PP) iktidarının sert politikalarına karşı, ETA da eylemlerini PP’nin yöneticilerine yöneltmiştir. Örneğin, Ermua Belediye Meclisi’nin PP’li üyesi Miguel Angel Blanco, 12 Temmuz 1997’de ETA tarafından kaçırılıp öldürülmüştür. Bir yandan iktidar politikalarını her geçen gün sertleştirirken, bir yandan da ETA’nın silahlı eylemlerinin artarak devam etmesi her iki tarafı da kısır bir döngü içerisine hapsetmiştir. Nihayetinde ETA’nın siyasal uzantısı olmakla itham edilen Herri Batasuna Partisi’nin 2003 yılında İspanya Yüksek Mahkemesi tarafından kapatılmasıyla, bu dönemde Bask sorununa siyasal zeminde bir muhatap bulmak neredeyse imkansız bir hale gelmiştir.
Zapatero’nun ETA’yla Diyalog Süreci: Umutlar, Dirençler ve Kırılma Anları
11 Mart 2004 tarihinde Madrid’deki Cercania banliyö treninde 191 kişinin hayatını kaybettiği bombalı saldırıdan ötürü dönemin muhafazakar başbakanı José María Aznar’ın ETA’yı suçlamasına rağmen El-Kaide’nin üstlenmesi neticesinde inandırıcılığını yitiren muhafazakar parti PP, 3 gün sonra gerçekleşen genel seçimleri kaybedip iktidarı Jose Luis Rodriguez Zapatero liderliğindeki sosyalist parti PSOE’ye bırakınca, İspanya’nın ETA politikasında önemli değişimler oldu. PSOE hükümetinin Başbakanlık görevini üstlenen Zapatero, Aznar dönemindeki sert anlayışı terk ederek, ETA ile görüşmeye açık bir yaklaşım sergilemiştir. Bu anlamda, görevi devraldıktan sonra 2004 seçimleri öncesinde vaat ettiği gibi Zapatero iktidarı özerk yönetimlere daha fazla otonomi hakkının tanınması için kolları sıvadı. Bu doğrultuda ülkedeki tüm statükocu refleksleri ve milliyetçilerin tepkilerini göze alarak, bölgelere sağlanan özerklik haklarının bizatihi o bölgenin yöneticileri tarafından kullanılması ve özerk bölgelerin yönetim sorunlarına çözüm bulmak için önemli yasal değişiklikler gerçekleştirdi. Bu değişikliklerin önemli bir kısmı 4 yıl sonra İspanya Anayasa Mahkemesi tarafından, anayasanın 2. maddesinin “İspanyol milletinin ayrılmaz birliğini, tüm İspanyalıların ortak ve bölünmez vatanı” ilkesine aykırı olduğu gerekçesiyle iptal edilmiş olsa da, o zamanki siyasal havanın yumuşamasının temellerini atmıştır.
Zapatero’nun yasal hamlelerinin başlangıcı “Cafe a la Carta” (Herkese İstediği Gibi Kahve) politikasıyla, yani her otonom bölgenin özerklik yetki alanını istediği şekilde belirleme fikriyle ortaya çıkmıştır. Örneğin, buna göre, isteyen bölge isterse polis teşkilatını kendisi kuracak, isterse bu hizmeti merkezi hükümetin sağlaması için talep edebilecektir. Dolayısıyla, bölgelere sunulan standart yetkilendirmelerden ziyade o bölgenin talebinin öncelikli olması esas alınmıştır. Bu politikayı “kahve örneği” üzerinden ifade etmek gerekirse, herkes sadece tek çeşit kahve içmeyecek, herkes kahvesini istediği gibi yapabilecektir. Bu minvalde, Zapatero, İspanya’nın sadece tek bir millet olmadığını, milletlerin milleti olduğunu iddia ederek “Çoğul İspanya” fikrini de ortaya atmış ve bu çerçevede ilk olarak Katalanlara millet statüsü vermiş, böylece yine merkeze bağlı ancak genişletilmiş bir özerklik sistemi kurulmuştur. Zapatero hükümeti, talep edilmesi halinde Bask bölgesinde de benzeri bir modelin hayata geçebileceğini birçok kez belirtmiştir.
Zapatero’nun Bask Sorunu’na dair en önemli hamlesi, ETA’nın silahları bırakması koşuluyla 2005 yılında müzakere yapma yetkisini İspanyol Parlamentosu’ndan almasıdır. 2006 yılında ETA’nın kalıcı ateşkes ilan etmesinin ardından, Zapatero parlamentoda bir basın toplantısı gerçekleştirerek ETA’yla barış görüşmelerine başlayacağını resmen açıklamıştır. Zapatero, “ETA’yla diyaloğa başlarken, siyasi meselelerin ancak halk iradesinin meşru temsilcileriyle çözüleceği anlayışına sadık kalacağını” vurgulamıştır. Parlamentodan aldığı yetkiyle hareket edeceğini söyleyen Başbakan Zapatero, 2003 yılından beri herhangi bir şiddet eyleminde bulunmayan ETA’nın sözünü tutacağına inandığını belirtmiştir. Bu açıklamasının ardından, başta muhafazakar Halk Partisi olmak üzere milliyetçi kesimlerden gelen “teröristlerle pazarlık olmaz” tepkilerine karşı “Bu kanı durdurmak için her türlü bedeli ödemeye ve her şeyi yapmaya hazırım.” sözüyle karşılık vermiştir. Fakat maalesef bu süreçte Oslo ve Cenevre’de İspanya devlet yetkilileri ve ETA’nın örgüt temsilcileri arasında gerçekleşen görüşmeler çeşitli anlaşmazlıklar nedeniyle bir sonuca bağlanamamıştır. Bu görüşmeler devam ederken, 30 Aralık 2006 tarihinde ETA’nın eylem kanadı içerisinde barış görüşmelerine karşı bir grup tarafından düzenlenen ve Madrid Barajas havalimanında 2 kişinin ölümüne neden olan saldırı tüm müzakerelerin askıya alınmasına neden olmuştur.
ETA’nın Ateşkes İlanları, Silahsızlanma ve Fesih Süreci
Zapatero’nun tüm çabalarına karşın, Madrid Barajas havalimanındaki saldırısıyla beraber yaşanan kırılma noktasından sonra ETA’nın eylem kanadı sosyolojik ve siyasal bağı olan tabandan destek alamamaya başladı. Bask meselesinde en önemli sorunlardan birisi olan; tecrit altındaki örgüt üyesi Basklı siyasi mahkûmların önemli bir kısmı ETA’ya şiddete son verme çağrısında bulundular. ETA’nın siyasi destekçileri de, eylem kanadının yanında olmayıp, tamamen barışçıl yollarla mücadeleye devam etmek istediklerini açıkladılar. Tabandan artık destek bulamayan ETA içerisindeki çatışma koşullarının halen ortadan kalkmadığını düşünen grup çözülmeye ve kolluk kuvvetleri tarafından çok daha çabuk bir şekilde yakalandıkları bir sürece girdiler. 2007 Mayıs ayında ETA’nın silahlı kanat sorumlusu olarak kabul edilen Javier Lopez Pena’nın da aralarında bulunduğu 6 üst düzey ETA militanı Fransız Polisi tarafından Fransa’nın Bordeaux şehrinde yakalandı. Ardından 2007 Temmuz ayı içerisinde İspanyol polisinin düzenlediği bir operasyonla ETA’nın silahlı kanadına bağlı “Vizcaya” hücresi, başlarındaki komutanıyla beraber 9 üyesi ile birlikte yakalandı. 2008-2009 yılları arasında içlerinde ETA’nın silahlı kanat lideri Miguel De Garikoitz Aspiazu Rubina ve askeri kanat sorumlusu Jurdan Martitegi’nin de olduğu silahlı mücadelede direnen birçok üst düzey ETA yöneticisi yakalanıp tutuklandı. Taban desteğinin yanında lojistik imkanlarını ve insan kaynağını önemli ölçüde yitiren ETA, 10 Eylül 2010’da tekrar ateşkes ilan etti. 10 Ocak 2011 itibari ile ise ETA Eylül ayında açıkladıkları ateşkes kararının “kalıcı ve uluslararası gözlemciler tarafından denetime açık olduğunu” duyurdu. ETA, 20 Ekim 2011 tarihinde yayınladığı bir videoda ise silahlı mücadeleye artık tamamen son verdiklerini ve demokratik bir çözüm için İspanyol ve Fransız hükümetleriyle diyaloga hazır olduklarını açıkladı.
8 Nisan 2017 tarihine gelindiğinde ise, ETA, silahlı mücadeleyi tamamen son verdiklerinin kanıtı olarak artık tüm gizli cephaneliklerinin yerlerini söyleyen bir sürece girdi. Bu anlamda Fransa sınırları içerisinde silah ve patlayıcıların olduğu 8 cephaneliğin yeri sivil arabulucular aracılığıyla Fransız makamlarına iletildi. Fransa İçişleri Bakanı Matthias Feki, ETA’nın tek taraflı olarak silahsızlanmasını ve sivil arabulucular vesilesiyle örgüte ait 8 cephaneliğinin yerlerinin Fransız polisine bildirmesini “büyük bir adım” olarak yorumlandı. O günden itibaren 8 Nisan tarihi “silahsızlanma günü” (Día del Desarme) olarak ilan edildi ve her sene barışın sembolik bir yıldönümü olarak anılmaya başlandı. 3 Mayıs 2018'de ETA, örgütün tamamen feshedildiğini ve tüm yapılarının dağıtıldığını resmen duyurdu. Böylece Bask ülkesinin bağımsızlığı için 60 yıl boyunca devam eden tamamen sona erdi. ETA’nın siyasi tutuklu bazı isimleri başta olmak üzere zamanla reel siyasete dahil olabildiler.
Sonuç olarak Jose Luis Rodriguez Zapatero liderliğindeki PSOE, ETA nezdinde silahlı örgütlerle mücadele yönteminde o güne kadar devam eden ezberlerin dışına çıkarak çok farklı bir yol izlemiştir. Zapatero, kendi siyasi kariyerini bile riske atarak başlattığı ETA ile müzakere ve özerk yönetimlere istedikleri gibi hak (cafe a la carta) stratejisi silahlı mücadeleye gücünü aldığı sosyolojik taban nezdinde meşru bir alan bırakmamıştır. Zapatero, tamamen şeffaf bir şekilde gerçekleşen ETA ile görüşmeler süresince halkı sürekli bilgilendirilerek yanına çekmeyi başarırken, parlamentodaki diğer partileri de her türlü itirazlarına rağmen gelişmelerden haberdar etmiştir. Bu süreçte yapmak istenen şeyin bir çeşit taviz veya pazarlık olmadığı, ülkenin huzuru ve çıkarları gereği bunun gerçekleştiğini halka anlatabilmiştir. Zapatero, her şeyden önce ETA’nın siyasi kanadını ve silahlı kanadının önemli bir kısmını ikna ederek, çatışmada ısrar eden silahlı kanadının bazı hücre örgütlenmelerini ise halk nezdinde etkisizleştirmeyi başarmıştır. Zapatero döneminde İspanya’nın yürüttüğü politikanın ETA silahlı mücadelesinin toplumsal meşruiyetini Bask bölgesinde önemli oranda zayıflattığını söylemek mümkündür.
Zapetero’nun ETA ile ilgili izlediği strateji sorunu salt siyasi zeminde çözüm amaçlı yaklaşımların ivme kazanmasına neden olmuştur. Bu anlamda, ETA içerisinde barışçıl yollarla Bask sorununa çözüm bulmayı amaçlayan siyasi kanat sosyalist iktidarın sunduğu çözüm politikalarının bir tarafı olarak, öncesinde silahsızlanma sonrasında tamamen feshedilmesine kadar giden bu sürece önemli bir katkı sunmuştur. Zapatero ile beraber Bask sorununun tartışılıp bir orta yol bulma çabası, İspanya’da kendisinden sonraki muhafazakâr iktidarın nimetlerini yediği silahların bırakıldığı huzur içindeki bir ortama evrilmesini sağlamıştır.
21. Yüzyılda Çatışmadan Çoğulculuğa: ETA Deneyimi ve Türkiye’de Barış İmkanları
ETA’nın silahlı alandan çekilip tamamen siyasal alanda devam etmesi, devlet aklının ve halkların taleplerinin ortak bir zeminde buluşabileceğinin göstergesi olmuştur. Özellikle Zapatero hükümetinin özerklik reformları, uluslararası arabuluculuk ve toplumun aktif desteğiyle Bask sorunu, büyük ölçüde siyasal zeminde çözülmüştür. Bu süreç, her iki taraf için de kayıpların azaltıldığı ve siyasi mücadelenin meşru zeminde yürütüldüğü bir modele dönüşmüştür. ETA’nın silahsızlanmasının ve sonrasında feshedilmesinin başarıyla sonuçlanmasında en önemli etkenler, Sosyalist lider Zapatero’nun statükocu ezberleri bozan bir yaklaşımla çeşitli temel hakların önünü açmasının akabinde İspanyol hükümetinin kısmi aflar, mahkûm transferleri ve siyasi reformlar yapması etkili olmuştur.
Öte yandan Türkiye siyasetinde uzun yıllardır çözülemeyen Kürt meselesi, 2024 sonbaharından itibaren yeni ve tarihi bir sürece sahne oldu. 1 Ekim 2024’te Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin yeni yasama yılı açılışında yaşanan sembolik ama anlamlı bir an, bu sürecin başlangıcı olarak kayda geçti. Cumhur İttifakı ortağı MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin, genel kurulun açılışında DEM Parti sıralarına gelip eş başkanların ve milletvekillerinin elini sıkması kamuoyunda geniş yankı uyandırdı. Bu beklenmedik hamle, uzun süredir durağanlaşan Kürt meselesinde diyalog zeminine dair umutları yeşertti.
Bu gelişmenin ardından Devlet Bahçeli, 8 Ekim’de partisinin grup toplantısında yaptığı konuşmada Türkiye’nin milli birliğine vurgu yaparken, ilk kez PKK lideri Abdullah Öcalan’ın İmralı'daki cezaevi koşulları ve "umut hakkı" kavramı üzerine açık ve net mesajlar verdi. Bahçeli, “Türk milleti büyük bir millettir. Çözüm, kardeşlik hukukunda ve Türkiye’nin birliğinde aranmalıdır” ifadeleriyle, silahların susması ve barış ortamının tesis edilmesi için her türlü imkânın değerlendirilebileceğini belirtti.
Sürecin en dikkat çekici gelişmelerinden biri ise 27 Şubat 2025’te kamuoyuna yansıyan Abdullah Öcalan’ın mektubu oldu. İmralı heyeti aracılığıyla kamuoyuyla paylaşılan mektubunda Öcalan, PKK’ye örgütsel varlığını sona erdirme ve silahlı mücadeleyi bitirme çağrısı yaptı. Bu çağrının ardından gerek Kandil gerekse Avrupa’daki örgüt yönetimleri arasında yoğun görüşmeler ve tartışmalar başladı. 5-7 Mayıs 2025 tarihlerinde toplanan PKK Kongresi’nin 12 Mayıs’ta kamuoyu ile paylaşılan açıklamasında örgütün silahlı mücadelesini sonlandırma ve örgütsel varlığını feshetme kararı aldığı bildirildi.
Bu tarihi karar Türkiye siyasetinde ve toplumunda geniş yankı buldu. Bu karardan öncesinden haberdar olan ve akabinde Devlet Bahçeli’yi de ziyaret eden Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 9 Mayıs’ta yaptığı açıklamada, “Türkiye yeni bir döneme girmiştir. Meselenin çözüm yeri artık sadece demokrasi, hukuk ve siyasi zemindir” ifadelerini kullandı. DEM Parti Eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan ise; “12 Mayıs’ın, Türkiye'de geçmişin bütün yüklerini hafifletmenin başlangıç günü olarak tarihe geçeceğini” belirtip, bu süreçte insani ve somut düzenlemelerin Türkiye'nin önünü açacağını vurguladı.
İspanya’daki Bask meselesinde olduğu gibi, Türkiye’de Kürt meselesinin kalıcı çözümü de yalnızca PKK’nin feshi ya da askeri yöntemlerin son bulmasıyla değil, aynı zamanda toplumsal, hukuki, siyasal ve kültürel alanlarda kapsayıcı ve kalıcı politikaların hayata geçirilmesiyle mümkündür. Bu anlamda, cezaevlerinde bulundukları her an dolaylı bir idam niteliği taşıyan hasta mahpuslar, hem bir iyi niyet göstergesi olarak hem de sosyal hukuk devletinin gereği olarak özgürlüklerine kavuşturulmalı; infaz yakma uygulamaları durdurulmalı, kayyım rejimine son verilerek yerel yönetimlerin yetkileri artırılmalı ve kültürel haklar tanınmalıdır. Ancak bu şekilde kalıcı ve kapsayıcı bir çözüm sağlanabilir.
Fransız filozof Jacques Derrida’nın tabiriyle; “söylenemeyen şey” olarak tanımlanan “şiddet”, bir şeyi anlatmaktan artık umudun kesildiği an ifadenin en can acıtıcı şekilleriyle karşımıza çıkmaktadır. Şiddetin artık varlığının bir ifade çeşidi olmayacağı umuda tutunabilmek için, toplumun tüm kesimlerinin duygu, düşünce ve taleplerini özgürce dile getirebildiği, demokratik kanalların açık ve işleyebilir olduğu bir siyasal ve toplumsal iklimin inşa edilmesi gerekmektedir. Ancak bu sayede, sözün ve diyaloğun yeniden değer kazandığı, farklılıkların tehdit değil zenginlik olarak görüldüğü, ortak bir yaşam tahayyülünün mümkün olacağı bir geleceğe adım atılabilir.
Türkiye ve dünya örneklerinden de görüyoruz ki; modern ulus-devlet yapıları, homojen bir ulusal kimlik inşası amacıyla etnik, dini ve kültürel farklılıkları uzun yıllar bastırmaya çalıştılar. Bu şekilde vuku bulan Kürt sorunu da, siyasal ve hukuki setler çekilerek on yıllardır salt silahlı bir boyuta iten bugüne kadar ki resmi sistemin dikte ettiği, tartışma tıkayıcı bölücülük algısıyla beraber sorun tamamen kısır bir döngü halini almıştı. 21. yüzyılın küresel dünyasındaki günümüz koşullarında sistem kodlarını güncellemekte sorun yaşayan toplumların keşfi geciken gerçeklikleri olarak tanımlamak mümkündür. 2. Dünya Savaşından bu yana değişen yeni dünya düzeninde toplumsal evrimin gerisinde kalıp kendi içlerindeki çeşitliliklerle çatışarak yok olmak istemeyen toplumlar, bir arada tüm farklılıklarıyla beraber yaşayabilecekleri çokkültürlülük realitelerini keşfetmişlerdir. Post-modernizmin bir sonucu olan bu yeni toplumsal varoluş gerçekliğini kimileri sancısız, kimileriyse acı verici sancılı süreçlerle fark edebilmişlerdir. Fakat bu sancılı farkındalık ilk etapta bir kabullenme anlamına gelmemiş, aksine farklı bir gerçeklik üzerine varlığını inşa eden ve artık o "tek" bir modele sığamayan toplumlara karşı öfke ve nefrete dönüşmüştür. Artık bu gerçeklerle yüzleşerek başlayacak bir farkındalık süreci zamanla tüm farklılıkların birbirlerini anlamalarını sağlayacak diyalog kanallarının önünü açarak, şiddet döngülerini de sonlandırabilecek çok önemli bir fırsattır.
21. yüzyılın ikinci çeyreği, yapay zeka, dijital gözetim ve bilgi çağının egemen olduğu bir dönemdir. Bu süreç, hem devletlerin baskı mekanizmalarının dönüşmesine, hem de toplumsal muhalefetin yöntemlerinin yeniden şekillenmesine yol açmaktadır. Eski tip gerilla savaşlarının kitlesel devamlılığı ve sürdürülebilirliği, dijital çağın şeffaflık, teknolojik donanım ve anında bilgi dolaşımı ortamında zorlaşmıştır.
Aynı zamanda devletlerin geleneksel statükocu refleksleri de dijitalleşen toplum yapısı karşısında sürdürülemez hale gelmektedir; çünkü bilgiye erişimin hızlandığı, bireylerin dijital mecralarda örgütlenme ve sesini duyurma imkanlarının arttığı bu çağda, otoriter kontrol yöntemleri tüm baskı mekanizmalarına rağmen eski etki gücünü kaybetmekte ve toplumsal taleplerin bastırılması giderek daha maliyetli ve sonuçsuz kalmaktadır.
Türkiye’de Yeni Dönemin Eşiğinde: Kalıcı Barış İçin Yol Haritası
Türkiye, uzun yıllardır süregelen çatışmalı bir sürecin ardından tarihi bir eşiğe gelmiş durumda. PKK’nin silahları bırakması ve kendisini feshetmesiyle birlikte artık yeni bir dönemin kapısı aralanıyor. Fakat deneyimler gösteriyor ki, silahların susması, barışın kalıcılaşması ve toplumsal huzurun sağlanması için tek başına yeterli değildir. Şimdi esas mesele, bu çatışmasızlık ortamını sürdürülebilir kılacak, demokratikleşmeyi derinleştirecek ve toplumsal uzlaşıyı sağlayacak adımların atılmasıdır. Türkiye, bu noktada hem kendi tarihinden hem de dünyadaki benzer örneklerden ders çıkarmalı; toplumun tüm kesimlerini kucaklayan ve geleceğe umutla bakan bir demokratik toplum inşası için harekete geçmelidir.
Bugün Türkiye’de çatışma çözümü pratiği, geçmişte ağırlıklı olarak silahların bırakılmasına odaklanmıştı. Oysa dünyada kalıcı ve anlamlı barış süreçleri, silahların bırakılması ile demokratikleşmenin eşzamanlı ilerlemesiyle mümkün olabilmiştir. Bu bağlamda, artık temel adres Türkiye Büyük Millet Meclisi’dir. Meclis, demokratik temsiliyetin ve siyasal çözümün yegâne mekânı olarak, sürece sahip çıkmalı ve çözüm iradesini güçlü biçimde ortaya koymalıdır. Bu yalnızca iktidarın veya belli çevrelerin değil; muhalefetten sivil topluma, akademiden medya kuruluşlarına dek herkesin ortak meselesidir.
Çözüm sürecinin başarıya ulaşması için öncelikle şeffaf, toplumu bilgilendiren ve halkın desteğini alan bir yol haritası hazırlanmalıdır. İspanya’daki Bask deneyiminden biliyoruz ki, böylesi süreçler zaman alır ve inişli çıkışlı bir seyir izleyebilir. Ancak kritik olan, sürecin kamuoyuna açık ve denetlenebilir biçimde yürütülmesidir. Demokratik siyaset kanallarının güçlendirilmesi, ifade ve örgütlenme özgürlüğünün güvence altına alınması ve yerel yönetimlerin yetkilerinin artırılması, bu sürecin vazgeçilmez adımlarıdır.
Bu noktada, ana muhalefet başta olmak üzere tüm siyasi partilere büyük sorumluluk düşüyor. Demokratikleşme ve barış sürecini yalnızca hükümetin veya dar bir grubun insafına bırakmadan, Meclis çatısı altında geniş bir mutabakatla yürütmek; geçmiş acıları telafi edecek adil ve kapsayıcı politikalar üretmek zorundayız. Toplumun bütün kesimlerinin sesinin duyulabildiği, hiçbir yurttaşın dışlanmadığı ve ortak geleceğin birlikte inşa edildiği bir demokratik toplum hedefi, bu çağın ruhuna en uygun duruştur.
Bugün dünya, merkeziyetçi yapılardan daha katılımcı, çoğulcu ve yerel yönetimleri güçlendiren sistemlere evriliyor. Türkiye de bu değişimin dışında kalmamalıdır. Demokratik Toplum Çağrısı’nda da ifade edildiği gibi, gerçek barış ancak çoğulculuğun ve demokratik değerlerin güçlendiği bir ortamda mümkündür. Her yurttaşın eşit haklara sahip olduğu, inançların, kimliklerin ve farklı yaşam biçimlerinin özgürce var olabildiği bir toplum yaratmak, artık ertelenemez bir sorumluluktur.
Sonuç ve Değerlendirme
İspanya’nın Bask meselesi ve ETA deneyimi ile Türkiye’deki Kürt meselesi arasında, hem çatışmanın karakteri hem de çözüm süreçlerinin seyri bakımından dikkat çekici benzerlikler bulunmaktadır. ETA’nın ve PKK’nin talepleri, ortaya çıkışı ve fesih süreci, gençlik yapılanması olan “Kale Borroka” ile Türkiye’deki Yurtsever Devrimci Gençlik Hareketi (YDG-H) arasındaki paralellikler. Benzer şekilde, İspanya’da devlet destekli illegal kontrgerilla yapısı GAL’in, Türkiye’de 1990’lı yılların faili meçhul cinayetlerinde adı sıkça anılan JİTEM ile olan benzerliği, iki ülkenin çatışma yönetimi pratiğinin kimi dönemlerde benzer yöntemlerle şekillendiğini göstermektedir.
İki ülkede de barış görüşmeleri çeşitli dönemlerde başlatılmış, kimi zaman umut vaat eden aşamalar kaydedilmiş, kimi zaman ise provokasyonlar ve statükocu yapıların direnciyle sekteye uğramıştır. Ancak İspanya, nihayetinde Zapatero döneminde uygulanan siyasi cesaret, demokratik reformlar ve toplumun aktif desteğiyle ETA’yı silahsızlandırmayı ve nihayetinde örgütü tamamen feshettirmeyi başarmıştır. Bu sürecin başarısında yalnızca Bask meselesine özgü düzenlemeler değil, aynı zamanda genel anlamda demokrasinin derinleştirilmesi, yargının bağımsızlığının sağlanması ve merkeziyetçi devlet aklının dönüştürülmesi belirleyici olmuştur.
Türkiye açısından ise dikkat çekici ve tarihsel açıdan benzersiz bir durum, Dünya deneyimlerindeki daha önceki hiçbir barış sürecinde görülmemiş şekilde, sürecin normal şartlarda en çok karşısında durması beklenen milliyetçi siyasi yapı olan MHP eliyle başlatılmış olmasıdır. Ülkenin en sert milliyetçi söylemiyle bilinen MHP’nin bu kez sürece öncülük etmesi, çözüm açısından hem önemli avantajlar hem de ciddi handikaplar barındırmaktadır. Avantajlı yanı; milliyetçi kamuoyunun barış sürecine dair direncini minimize etme ve toplumsal meşruiyeti sağlama ihtimalidir. Zira sürece en çok karşı çıkması beklenen kesimin destek veya kısmi de olsa onay vermesi, toplumsal kutuplaşmayı törpüleyebilir. Ancak handikap olarak, sürecin ifade ve siyasal çoğulculuk alanlarını daha fazla daraltan bir “denetimli çözüm” modeline evirilmesi ve demokratikleşmeyi derinleştirmektense, yalnızca güvenlik odaklı pragmatik bir mutabakata indirgenmesi riski de bulunmaktadır. Dolayısıyla bu sürecin başarıya ulaşabilmesi için, milliyetçi hamlenin demokratik bir çerçeveyle desteklenmesi ve Kürt meselesi ile beraber Türkiye’nin genel demokratikleşme ihtiyacının da dikkate alınması şarttır.
Çünkü Kürt meselesinde yaşanacak kısmi gelişmeler, belirli reformlar ya da silahların susması, önemli adımlar olmakla beraber tek başına kalıcı ve onarıcı bir çözüm üretmekte yeterli olmayabilir. Çatışmayı doğuran ve sürdüren siyasal ve kurumsal yapılar dönüştürülmeden, gelecekte başka toplumsal veya siyasal kesimlerin de sistem tarafından potansiyel tehdit olarak görülüp baskı altına alınacağı bir döngü devam edecektir. Demokratikleşme ihtiyacı bu yüzden yalnızca Kürt meselesiyle sınırlı değil, tüm toplumun siyasal, hukuki ve yönetsel düzenine sirayet eden yapısal bir sorun olarak ele alınmalıdır.
Kalıcı barış ve demokratik bir toplumsal düzen ancak rejimin kendisine yeni düşmanlar yaratma alışkanlığından vazgeçmesi, tüm farklılıkları ve siyasal yelpazeyi kapsayan, eşit yurttaşlığa dayalı bir yaklaşımı benimsemesiyle mümkün olabilir. Bunun yolu ise bağımsız bir yargı, özgür basın, güçlü yerel yönetimler ve ifade özgürlüğü başta olmak üzere temel hak ve özgürlükleri güvence altına alan yeni bir demokratik yönetim anlayışının inşasından geçmektedir.
Tarihsel deneyimler göstermiştir ki, ulus-devletlerin eski alışkanlıklarını devan ettirme eğiliminde olan homojenleştirme/tekleştirme çabası, 21. Yüzyılın ikinci çeyreğindeki küresel düzlemde kimlik ve kültürel talepler karşısında sürdürülebilir değildir. Bask örneğinde olduğu gibi, sorunların baskı ve güvenlikçi politikalarla değil, demokrasi, müzakere, reform ve toplumsal mutabakatla çözülmesi mümkündür. Türkiye’nin de benzer bir toplumsal ve siyasal iklimi inşa etmesi, tüm yurttaşların hak ve özgürlüklerinin teminat altına alındığı, çoğulcu ve eşitlikçi bir demokrasi için hayati önemdedir.
Özcan Öğüt kimdir?
Çukurova Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünden 2010 yılında bölüm birincisi olarak mezun oldu. Ardından İspanya’nın Barcelona şehrinde Pompeu Fabra Üniversitesi’nin "Siyasal Bilimler" alanında “Güncel Demokrasiler; Milliyetçilik, Federalizm ve Çokkültürlülük” üzerine aldığı yüksek lisans eğitimini 2012 yılında tamamladı.
Pompeu Fabra Üniversitesi Psikoloji bölümünden Prof. Dr. Verónica Benet-Martínez’in danışmanlığında “Hayalet Kimlik (The Ghost Identity)” adını verdiği Master tezi; Türkiye’de Kürt meselesi üzerinden, İspanya'daki Katalan ve Bask meselelerinin kıyaslamalı saha deneyimleriyle sosyo-psikolojik süreçlerini irdeleyen bir kaos hipotezi ve çözüm yolları sunan bir çalışma hazırladı. Ankara Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Hacettepe Üniversitesi Sosyal Hizmet bölümlerinde doktora eğitimlerini aldı.