Başkan'ın mahkemeleri
Dr. Fatma KARAKAŞ DOĞAN*
Türkiye ceza adalet sistemi her geçen gün bozulmakta, adalet dağıtmaktan uzaklaşmaktadır. Bağımsızlığını ve tarafsızlığını kaybettikçe, siyasal iktidarın üniforması eksik askerine dönüştükçe, mağdurlara adalet yerine, ceza verebiliyor, insan haklarını güvence altına almanın değil, bizzat hak ihlalleri yaratmanın aracı oluyor. Halkın mahkemeleri olmaktan çıkmış, Başkan'ın mahkemelerine dönüşmüştür.
Ceza yargılamasının, masumiyet karinesi ve mahkemelerin tarafsız ve bağımsızlığı başta olmak üzere pek çok ilkesi siyasal iktidar tarafından açıkça ihlal ediliyor. Devam eden davayı bırakalım, açılmamış dava hakkında dahi önce Başkan veya adamları konuşuyor. Ceza soruşturması ve ceza davası açmakta kamu yararı daha doğrusu kendi yararları bulunup bulunmadığına karar veriyorlar. Ülkenin vatandaşları, ceza yargılaması adı altında hakarete maruz bırakılıyor, cezaevine girerken adeta son kere selam veriyorlar sevdiklerine. Osmanlı devleti hapishane tarihi de, ancak öldüklerinde cezaevinde oldukları hatırlanan sayısız örneklerle doludur.
Türkiye'de ceza adalet sistemi hiçbir zaman iyi bir sınav veremedi, bu yüzden sürekli uluslararası veya bölgesel insan hakları mekanizmaları önünde hesap vermek zorunda kaldı. AİHM önünde binlerce kez mahkûm edildi. Buna rağmen iyi-kötü bu topraklarda yetişmiş değerli hocalarımızdan, ceza hukukunun siyasal iktidarın maşası olarak kullanılmasına karşı çıkmamız gerektiğini ve devletin herkesin insan haklarını korumak zorunda olduğunu öğrenebildik. Dava dosyalarını evlerine kadar götürüp anlamaya çalışan, adil bir karar verememenin vicdan azabından korkan birçok kıymetli yargıcın emeğine tanıklık edebildik. Savunma makamını boş bırakmayan, siyasi nitelikteki davalarda dahi, adalet tecellisine katkı sunmaya çalışan avukatların cesaretini görebildik. Korkarım şimdiki nesillerin bu deneyimleri dahi olmayacak.
Devlet kademesi suçlularla, cezaevleri masumlarla doldurulmuş. Suç diye ortaya konulan eylemlere, olmayan suçun, varmış gibi gösterilen unsurlarına, suçun koruduğu hukuki değerin Başkan'ın çıkarlarından ibaret hale gelmesine, kamu yararının, Başkan'ın kutsal aile erkanı ve adamları tarafından işlenen suçların örtbas edilmesi olarak anlaşılmasına alet edilen mahkemeler sahnede. Oysa bu mahkemeler, anayasal düzenin değiştirilmesi, seçimlere, seçim öncesi süreçten başlayarak hile karıştırılması, Afrin’e zeytin dalı uzatmak için değil, zeytin çalmak için gitmek de dahil pek çok sınır aşan suça ve ülke içinde işlenen her türden yüz kızartıcı eyleme sessiz, sanki Türkiye’de bütün bunları birer suç olarak düzenleyen bir Ceza Kanunu yok, sanki Türk Ceza Kanunu, sadece Başkan'ı ve adamlarını korumak için yazılmış ve yürürlüğe konulmuş.
1990'lı yıllar da ceza adalet sistemini teslim alması ile ünlüydü. Bir hocamızın deyişi ile, Türkiye’nin bu yıllarda yurt dışında edindiği ünün sebebi, işkence ve Galatasaray’dı. Devlet Güvenlik Mahkemeleri, sanıkların işkence öykülerini dinlerken uyuyakalan hâkimleri ile meşhurdu. Geçtiğimiz günlerde sohbet sırasında bir Alman Ceza Hukuku profesörü şunları anlattı; "Bir akademik toplantı için uzun yıllar önce bir Latin Amerika ülkesine gitmiştik. Yargısız infazların, kötü ve adil olmayan yargılamaların, işkence ve uzun gözaltının sıradan uygulamalar haline geldiği bu ülkede, biz bir grup akademisyen bir binada toplantı yapıyorduk ve bulunduğumuz ülkenin ceza hukukçuları, ülkelerinde her şey çok normalmiş gibi davranıyor ve konuşuyordu, oldukça şaşırmıştım". 1990’lı yılların Türkiye’si gibi, Devlet Güvenlik Mahkemeleri'nin üç, beş ayda bir toplanıp fezlekeleri karara çevirme ve işkenceyi aklama görevi, akademiyi ve hatta ülke yurttaşlarının büyük kesimini hiç ilgilendirmedi. Sanki DGM’ler uzaydan gelenleri yargılıyordu. Kim bilir, belki o zaman demokrasi ve adalete sahip çıkılsa idi, şimdi bu kadar çaresiz kalınmazdı. O zamanlar Devlet Güvenlik Mahkemeleri eliyle yaratılan vahim insan hakları ihlalleri, şimdi Başkan'a ait mahkemeler aracılığı ile yapılıyor. Görünen o ki Türkiye adalet sistemi de, Türkiye demokrasisi gibi, kendisine bir türlü sahip çıkamadı.
"Bir ülkenin halkı kendi parlamentosunu neden kapatır hâlâ anlayamıyorum" diyen gazetecinin bıraktığı yerden devam etmek ve sormak lazım, bir ülkenin halkı, kendi adına karar veren mahkemelerini neden kapatır? İddia, savunma ve sentezden oluşan, meşhur adı ile üç sac ayağı bulunan ceza yargılamasının ayaklarını birer birer niye kırar? "Seviyor ki dövüyor, sevmeseydi döver miydi!" sözü bir ipucu olabilir mi? Siz benimsiniz dedikçe hoşlanan, kendini birey olunca değil, sahipli olunca iyi hisseden, "benim milletim" sözündeki iyelik ekinden rahatsız olmayan bir topluluk eliyle yapıyor bunları. Meclisleri yok, adalet bekledikleri mahkemeleri yok ama ait oldukları bir adam var, üstelik Başkan. Yeter ki bir yolunu bulup ona veya adamlarına ulaşabilsinler, Başkan yoldayken bile cep telefonundan arar ve halleder. Yeni Türkiye’nin şimdiki hali bu, bakalım nereye evrilecek… Şimdiden iyi seneler.
*Bremen Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Ceza Hukuku Doçenti