Ölüye saygı ve adalet II
AYHAN YALÇINKAYA
Yazı, bir önceki yayından, yani Ölüye Saygı ve Adalet I: Ama Kimden? Ama Kime? başlıklı yazının bıraktığı yerden devam etmektedir.
Devlet, çoğun tersi düşünülse de, en parlak öğrencidir; ilginç gibi görünen ama sıradan olan şeyse, öğretenin döve döve öğretmediği; öğrenenin döve öldüre öğrendiğidir. Devletin esasen topluluklarla aynı uzamda ve aynı kumaştan oluşu, dahası topluluklarla mesafesi-mesafesizliği düşünüldüğünde ortada ne ilginç, ne de şaşırtıcı bir şey kalır. Devlet, kendini sürekli yeniden üretebilmek için kendisini leşe dönüştürdüğü ölüler üzerinden geçerek –bu bağlanma zorunludur-naaşa bağlamak zorundadır; bu naaş, ister sürekli güncellenmeye açık “kurucu ya da taklitçi ya da sürdürücü babalar” olsun, ister “varlığını varlığına feda eden şehitler” olsun durum değişmez; devlet var olabilmeyi sürdürmek için bunlara bağlanmak; bunlar var olabilmek içinse leşe bağlanmak zorundadır.
Ancak ölüler dünyası bu ikisinden oluşmaz. Hatta bu ikisi iki aşırı ucun varlığını göstermekten öteye gitmez. Asıl devleti devlet kılan şey, cenazelerin varlığıdır. Devletin diriler için sürekli yaptığı tasnifi hatırlayacak olursak, her an leşe ya da naşa dönüşebilecek; tıpkı diri-canlılar gibi itaat ya da sadakatini ispat yükümlülüğüyle karşı karşıya olan, devlet istemedikçe ölü-ölü olarak kalan, ölü-diri ya da ölü-canlı olarak varlığından devletin hilafına söz almaya kalkışmayan ama her an bunu yapabilme kapasitesi olan büyük bir cenazeler topluluğudur aslında, topluluk dediğimiz.
Topluluk, ölüme yaklaşımı ne olursa olsun, buna bağlı olarak ölüyü ister içeride tutuyor olsun, ister dışarıda, aslında kutsal olanla temasını cenaze üzerinden sürdürmektedir; devletin varlık koşulu altında, bu kutsal artık devlete özdeştir ya da onunla mesafelidir ama ona ilişkindir. Devlet, naaşla/şehitle ilişkisini, resmi yas ilanlarıyla, bayrak indirmelerle, pare pare top atışlarıyla, saygı geçişleriyle, resmi anmalarla, yani törenlerle sürdürmeyi, topluluğun yas ritüellerinden öğrenmiş ve onu devşirmiştir.
Devlet, öğrendiği ve devşirdiği şeyi, varlığı için sürekli yeniden üretmek zorundadır. Ama bu yeniden üretilmesine izin verdiği ya da istese de engelleyemeyeceği şeyin nasıl bir tehdit potansiyeli taşıdığını bilir. Çünkü topluluk “ölü öldüğünde”, ne kadar devlet bunu filtre ederse etsin, şu ya da bu düzeyde, aynı uzamda yer aldığı devlet/kutsal dışında bir başka şeyin varlığıyla, hakikatin devleti ve onun bekasını aşacak bir biçimde dışarıda bir başka yerde olduğu gerçeğiyle yüzleşmek zorunda kalır; hele de ölü öldü diye belleklerin, hafızaların, hatırlamanın ölmediği gözetildiğinde; ölenin kendinden önce ölenlerle, kendinden sonra ölecek olanlar arasında uzanan bir süreklilikte yerini aldığı düşünülürse. Daha da ötesi, her yeni ölünün ölü zincirini bir kere daha diri-canlılara bağladığı da açıksa.
Bu bağlantıyı kuran nedir sorusunun yanıtı bir bütün olarak ritüeldir. Bir bütün olarak diye özel olarak vurgulama gereği duyuyorum; çünkü ölümle ilgili ritüel birden çok parça ya da aşamadan oluşur ve her bir aşaması devlete bir avantaj ya da dezavantaj yaratabilir. Ritüel birinin ölüme doğru yolculuğunun başladığı anda işlemeye başlar. O son nefesini verene, diri-canlı olmaktan ölü-canlı olduğu ana kadar yapılacak işler, edimler, gerçekleştirilecek performanslar vardır; örneğin Sünni bir Müslümanlık içinden konuşursak, son nefesine kadar başında Kur’an okumak ve son nefesinden hemen önce, son bir tanıklık sözü, Kelime-i Şehadet’i ölecek olanın ağzından almaya çalışmak gibi.
Bu hem ölecek olanın öte dünyasını garantileyecektir, hem geride kalanın yüzünün topluluk içinde yüzünün kara olmamasını. Devamla ölüm gerçekleştiğinde yapılacak işler; def’ne hazırlık işlemleri. Ardından defin süreci ve nihayet defin sonrası taziye ve yas dönemi başlar. Bu her bir aşama devlet için hem bir fırsattır, hem bir risk. Bunların tümüne birden, ayrım gözetmeksizin ölüm ritüeli diyelim ama vurguyu özel olarak taziye ve yas üzerinde bırakalım. Bu vurgu ihmal edilmemek kaydıyla ölüm ritüelinin asli olarak topluluk üyelerini “birbirine açtığından” söz edebiliriz. Zeliha Etöz’ün ritüele ilişkin vurguları bunu bize açık biçimde göstermektedir. İnsanların birbirine açılması ve ölüler sürekliliğine diri-canlılar olarak eklemlenmesi, bir Alevi ifadesini başka türlü yorumlayarak söylersek, diri-canlının bir anlığına bile olsa, ritüel sayesinde “ölmeden önce ölmesi” devletin bir kutsal olarak varlığını inkara gelmez ama bir anlığına askıya alır ve o anda, topluluk devlet dışında, kendi arkaik kökleriyle ve devletten maada varlığının sürekliliğiyle ve yine devletten gayrı kendini onaylama ihtiyacıyla yüzleşmek zorunda kalır.
İşte ritüelin yarattığı o kesinti anı, aynı zamanda –ne kadar unutturulmaya çalışılırsa çalışılsın- topluluğun, ölüm sayesinde bir kere daha kendisiyle aynı uzamda olanın, kendini kutsal sayanın kutsal olmadığını/hakikat olamayacağını, herkes gibi ölümlü olduğunu fark etme anıdır ki “adalet mülkün temelidir, mağrur olma padişahım senden büyük Allah var, insanı yaşat ki devlet yaşasın” gibi vecizeler ya da “olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi” dizeler tam bu kesintinin açtığı yarığa yöneltilmiş, o yarığa fırlatılan arkaik kalıntılardır; geçiş anlarının kalıntıları.
Demek ki belirli bir farkındalık hiçbir yere gitmemiştir; hatta doğrudan asli sorumlu olarak devlet tarafından taşınmıştır bu ana. İşte devlet kendi dışındaki bir yere/şeye gönderme yapan bu ana seyirci kalamaz; müdahil olur. Çünkü ölü, ölü oluşuyla devletin ölümlülüğüne şahitlik etmektedir. İşte bu şahidi yeniden öldürmek gereklidir, ölüyü yeniden öldürmek. Bunun yolu ise yasa, taziyeye, mezara, bedensel bütünlüğe, öldürme ve ölme biçimlerine müdahil olmaktan geçmektedir.
Ama mesele bununla sınırlı değildir; yani ritüelin insanları birbirine açmasının ve ölü-canlı ile diri-canlıyı birbirine bağlamasının ötesinde, yine Zeliha Etöz’den hareketle diyebiliriz ki bir başka temel işlevi vardır ki adeta doğrudan devletin en temel işlevine ve gasp ettiği en önemli şeye dokunarak adeta varlığını zan altında bırakır, ona meydan okur. Ritüelin yarattığı kesinti, bir yandan açılmayı ve sürekliliği işaret ederken, aynı anda ölüyle diri arasındaki sınırı da çizmektir. Ölenin gideceği yere gitmesini güvencelerken, kalanın da onun gittiği yerde olamayacağını, oradan doğru söz söyleyemeyeceğini işaret eder ki bunu devlet, kendisine yönelmiş bir “ölümden öte köy yok” meydan okuması olarak okumak zorundadır.
Yani “sınırı ben çizerim” diye heyheylenen devletin karşısında en sıradan ölü bile ritüel içinde kahkahalarla gülmektedir. Sınırı devlet çizecekse, öyleyse ritüel de devletin müdahalesine açık hale getirilmek zorundadır. Türkiye’de buna dönük, yani sıradan cenazeye dönük müdahil olma girişiminin başlangıç anı olarak 12 Eylül askeri faşizmini işaretleyebiliriz. Çünkü bu tarihe kadar, ister evinde ölsün, ister hastanede; hatırlanırsa eğer, ölüler yine de kendi evlerinde ritüel sürece dahil edilir ve oradan itibaren yolculuğu başlardı. Bu tarihten sonra ölü ile evi arasına cami sokuşturuldu. Artık ölüler evlerine hiç uğratılmadan hastaneden camiye ve oradan def’ne götürülüyor. Şanslı ve evinde ölmüşse bile durum değişmiyor; yolu yine camiye düşürülüyor; cami bu anlamda ritüelin merkezi yeri haline geldi ya da daha doğru bir ifadeyle camiler eliyle devlet ritüelin tam merkezine oturmayı başardı.
Hiçbir ölü sıradan değildir ama görüldüğü gibi, devlet naaş-leş dikotomisini üretip durmakla yetinemez; bunların dışındaki sıradan cenazenin de ritüel merkezine oturan devlet, bu sayede sınırları ve bu sınırların kim tarafından çizilebileceğini bir kez daha gösterir ve daima göstermek zorundadır. Kimlerin yası tutulur, kimin tutulamaz? Kim gerektiği gibi ölmüştür, kim ölmemiştir? Ölü bedenin bütün hakları, sosyo-kültürel, sosyo-politik bir varlık olmaktan kaynaklanan bütün mahiyeti, devletin ritüele el koymasıyla devlete devredilir ya da tümden iptal/ilga edilir. Bunun sonucu işkence, tecavüz, cesedi parçalama, kaybetme, hainler mezarlığı, cesede el koyma, taziyeyi ve yası yasaklama, cenazeye katılmayı yasaklama, cesedi mezarsız bırakma, çöpe atma, çıplak teşhir, ve ilh. olacaktır.
Şimdi Mark Neocleous’un faşizme atfettiği bir özelliği, ben faşizme özgü olmaktan çıkarıp devletin yapısal bir özelliği olarak konumlandırmayı seçeceğim. Örneğim her ne kadar Türkiye olacaksa da bunun Türkiye’yle sınırlı olduğunu düşünmüyorum. Türkiye gibi, kutsal devlet geleneğinin üstüne basıldığı her coğrafyada, bu gelenek açıkça dillensin ya da dillenmesin, devletin kendini kurucu kutsal yerine ikame etmesiyle ya da başka bir tabirle ve yine Hüseyin Kırmızı referansıyla Demir Küçükaydın’ın bir sözüne bağlanırsak devlet kendini din olarak örgütledikçe ki bunun tipik örneği ulus-devlet formudur topluluğun kendini onay krizi, aynı zamanda devletin kendine olan imanını da krize sokar ve bu ikisi üst üste biner.
Bunun kaçınılmaz sonucu, Neocleous’tan farklı olarak yalnızca faşizme özgü olmamak üzere, devlete içkin bir korkunun, bir kayıp korkusunun sürekli varlığıdır; devletin yıkılma korkusu; devlet hele de giderek mutlakiyetçi/otoriter/faşist bir yapıya evrildikçe, iktidarın kaybedileceği korkusu.
Devlet bu korkuyu aşabilmek için, öldürdüğü ve topluluğun dışına attığı ölüleri, seçerek, tasnif ederek sürekli olarak diriltir ve geri çağırır. Bu yüzden devletin ölü kurucu, sürdürücü, taklit edici babaları ya da şehitleri vardır. “Ölü mü denir şimdi onlara?” Bekasını besleyen en önemli şey ölüler olduğundan, onları sürekli geri çağırdığından ötürü, ölülerin ölmediğine, ölülerin sürekli geri döndüğüne en büyük/en yerinde şahit devletin ta kendisidir. Yani devlet ölülerin hiçbir zaman ölmediğine, daima geri döndüğüne imanı en kavi olandır. Ama bu imanının öteki yüzünün de farkındadır. Kendi naşı ve şehidi ölmüyor, hep buradaysa öldürdüğü düşmanı da hep buradadır, hep geri dönmektedir, hiç ölmemiştir. Öyleyse düşmanı hem sürekli üretmek, hem sürekli öldürmek zorundadır. Öldürmedikçe kendisini onaylayamaz.
Neocleous bunu özel olarak faşizme hasreder ve nihayetinde varacağı yerin soykırım olduğunu belirtir. Çünkü korku içindeki devleti ölü düşmanlarının yeterince öldüğüne kimse ikna edemez, çünkü hiçbir zaman gerektiği gibi ölmemişlerdir; ölümleri daima eksik, daima azdır, eksik ölümdür ve bundan ötürü de her an geri dönebilirler; sanki tam ölseler dönmeyeceklermiş gibi. Ölüye ne yaparsanız yapın ölü olarak kalacağından, tam ölüm için ölüyle kavga edemeyeceğinizden zorunlu olarak ritüele, yasa, mezara yönelirsiniz ki Neocleous tam buradan mezarların tahrip edilmesini işaret eder; mezarları yok edilmeli, yasları tutulmamalı, ritüelleri yasaklanmalıdır.
Ritüel sürece müdahalenin doğrudan topluluğun “özüne”, kurucu çekirdeğine müdahale olduğunu Neocleous isabetle saptar. Ama yanıldığı nokta bu müdahalenin faşizme değil, devletin bizatihi varlığına özgü olduğudur. Ritüele müdahalenin topluluğun kurucu çekirdeğine ilişkin bir müdahale olduğunu, Kürtçeden, Hüseyin Kırmızı’nın dipnota attığı bir sözcüğü ana metne dahil ederek örnekleyebiliriz. Kürtçede “Şîn” sözcüğü genel olarak taziye ve yas anlamında kullanılmaktadır. Kimi başka bazı topluluklarda ise bunu da içerecek biçimde, özel bir ağıt törenini ifade etmektedir.
Şöyle ki ölenin giysilerinin ortaya konulduğu ve çevresinde bir çember oluşturan kadınların ölene ağıt yakma ritüeli. Ama sözcük, en önemlisi bu dilde genellikle taziye anlamına gelirken, aynı anda “topluluğumuz” anlamına da gelmektedir. Yani, görüldüğü gibi, taziye/yas ile topluluğun kendi varlığı arasında doğrudan bir geçişkenlik ya da ortaklık vardır ki bir kez daha Bauman anımsanabilir: Kültürün kendisi ölüme verilmiş bir yanıttır.
Neocleous’u takip ederek, topluluğun özüne yapılan bu müdahalenin aynı zamanda yeni bir sosyo-politik birimin, yeni bir topluluğun inşa edilmek istendiğinin, en azından devletin, özüne müdahale ettiği topluluğu nasıl kurguladığı, nasıl görmek istediğinin bir işaret fişeği olduğunu özellikle not etmeliyiz. Çünkü ölüye ve ölüm ritüel süreçlerine müdahale, özel olarak geliştirilmiş şiddet biçimleri biz fark etsek de etmesek de topluluğun kendini onaylama biçimini ilga etmeye, kendisini topluluk olarak kuran şeyi dağıtmaya dönüktür. Ölüm, topluluklar tarafından içeride, ister dışarıda tutulsun, nihayetinde çoğun iddia edildiği gibi, bir son olmayıp bir mertebedir; bir statü. Ölüye ve ritüele saldırı, açıkça onu bir mertebe olmaktan çıkarmaya dönük bir saldırıdır da. Bu da ölümü/öldürmeyi/ölmeyi bir vahşete, bir vahşet performansına dönüştürür ki bu kesinlikle faşizmle sınırlandırılamaz. Dilenirse kolayca günümüz Almanya’sından ya da ABD’den örnekler bulunabilir.
Bu vahşet performansının amacı ölüyü korkutucu bir şeye dönüştürmektir. O artık insan olmadığı gibi, artık örneğin erkek, kadın, Türk, Kürt, trans, çocuk, yaşlı vb. de değildir. Biz kimsek, devletin kurguladığı ve kurduğu biz kimsek, bizden biri olmadığı kesindir. Ama daha çarpıcı olan, vahşet performansının, öldürüleni ya da müdahale edileni, biz-onlar ikiliği içinde, onların safına da terk etmemesi, bir yabancıya dönüştürmemesidir. Ölen/öldürülen artık bir düşman bile değildir sanki. Sadece bir “şeydir; öteki bir şey, başka bir şey.” İşte tam bu anda, Neocleous’la birlikte en vurucu saptamayı yapabiliriz. Ölünün bu şekilde ötekileştirilmesi/ şeyleştirilmesi/ başkalaştırılması; başka ve öteki olanın da ölü olarak işaretlenmesine imkan verir! Öteki ve başkası çoktan ölüdür ama ne zaman ölü-ölü olduğunu ne kendisi, ne de biz bilebiliriz; diri-canlı olmaktan çıkarılmadıkça.
Ritüele, yasa, mezara, ölü bedene yönelik şiddetle sarmalanmış müdahale topluluğu topluluk olmaktan çıkardıkça, devletin topluluğu kurucu kutsal rolü ona itaate, sadakate ve bunu sürekli kanıtlamaya dönüştükçe hukukun tek ölçüsü de bu olacaktır elbette.
Hukukun giderek bu ölçüye indirgenmesini, acı bir biçimde gelişmeymiş gibi selamlansa da, hukuk aygıtının giderek karmaşıklaşması, niceliksel olarak birimlerin artışı, gündelik hayatın her alanının bu aygıtın birimlerince kapsanması, ez cümle hukuk ordusunun giderek büyümesinden de teşhis edebiliriz. Evren Balta’nın sözleriyle ifade edersek artık hukukun üstünlüğüne göre yönetim, yerini hukukla yönetmeye bırakmıştır. Yani hukuk yaşatmanın değil, öldürmenin, şiddetin ve zorbalığın meşrulaştırıcı aracı olarak kullanılmaya başlanır. Bunun kaçınılmaz sonucu ise, bugün Türkiye’de olduğu gibi, “insanın insanın kurdu olduğu” bir dünyanın doğuşudur. Demek ki Hobbes yanılmaktadır; devleti doğuran şey “homo homini lupus”un doğa durumu değil, tam tersine, bu doğa durumunu yaratan devletin ta kendisidir.
Türkiye’de artık kimseleri şaşırtmayan trafik saldırıları ve cinayetleri, istek parçası çalınmadı diye mizüsyenlere yönelik saldırılar ve cinayetler, kadınlara yönelik şiddetin doğallaştırılması, LGBTİQartı yurttaşlara yönelik doğrudan suça teşvik edici söylemlerin kamu görevlileri eliyle yaygınlaştırılması, devletin bir bakanının, sanki devlet ve onun zor aygıtları devlet aygıtı olma iddiasında değilmiş gibi, uyuşturucu satıcılarının yakalanıp yargılanmasını istemek yerine, doğrudan onların bacaklarını kırın talimatını verebilme cüretinde bulunması, en üst yargı kurumlarından birinin yıllardır karısına işkence eden ve sonunda onu öldürdükten sonra intihar eden hakimine taziyede bulunması, en ufak şüphe halinde hiç kimse devlet kadrolarında istihdam edilemezken sabıkalı, sicili saldırganlıkla bozuk kimselerin en üst düzeyde kadrolarda kendine yer bulabilmesi, katillerin, saldırganların polis şefkati içinde sarılıp sarmalanması, özellikle baştan “öteki şey” olan LGBTİQartılar, Aleviler, Ermeniler gibi gruplara yönelik linç organizasyonlarına izin verilerek teşvik edilmesi, şehirlerarası futbol maçlarına bile askeri görevlilerin ırkçı söylemlerle müdahil olması, vs. vs. vs. tam da devletin başlıca faili olduğu bu doğa durumunu imlemektedir. Artık ne yazık ki bizim dünyamız budur.
Bu manzaradan çıkarılabilecek sonuç asla eğitimsizlik, kültürsüzlük, saygı eksikliği, dindarlık, fanatizm, gericilik, mafyalaşma değildir; bunların tümü baki olsa bile. Buradan çıkarılması gereken sonuç, devletin ele geçirmiş olduğu öldürme hakkını, kendine olan sadakatini sürekli ispat etme sürecinin sadakati kanıtlanmış, doğal üyeleri saydığı sadık bileşenleriyle paylaşması ve öldürme yoluyla yeni sınırların inşası, yeni düzenlemeler ile yeni değerlerin yaratılmakta olduğudur. Demek ki bu ortamı kültüre/kültürsüzlüğe ya da kültürel eksikliğe bağlamak pek de anlamlı değildir. Ancak kuşkusuz devlet, bizzat asli failinin kendisi olduğu bu ortamı olabildiğince siyaset dışına attığı kültüre ve kendi tekeline aldığı dinin ve ne şüphe sözde onun koşulladığı ahlakın eksikliğine bağlayacaktır; “kadınlar başını açtı, bina ile zina çoğaldı” gibi.
Devletin her zaman hayali bir altın çağı, ideal bir topluluğu vardır. Gerçeklikle bu ideal ya da hayali olan arasındaki makas asla kapanmaz; kapanmasına, es kaza teorik bir imkan olsaydı bile, devlet buna izin vermezdi. Bu açıklığa ihtiyacı vardır. Bu açıklık sayesinde devlet hepimizi daha fazla sadık, daha fazla Türk, daha fazla Müslüman olmaya zorlayabilir. Hatta bu zorlamadan devletin sadakati kanıtlanmış grupları da payını alabilir. Bir türlü kültürel hegemonya kurulamadığından yakınılır; kurulamamaktadır çünkü sadıklar topluluğu, hainler topluluğunun üyeleri gibi, görevlerini layıkınca, yeterince ve hiçbir zaman tam olarak yapmamaktadırlar. Onlar görevlerini hep eksik yaptığı için, devletin önlerine koyduğu ödev hiç tamama ermediğinden, bir türlü ödevi tahmin edemediklerinden, devletin aklını bir türlü okuyamadıklarından ne yazık ki topluluk bozulmuştur! Yozlaşmıştır! Gerçek niteliklerinden uzaklaşmıştır.
Oysa yapılması gereken o altın çağ toplumuna, o atacıl ideale olabildiğince yakınlaşmaya çalışmaktır. Ama durum ortadadır işte. İster geçmişte olduğu iddia edilsin, ister gelecekte kurulacağı; ideal sayılan topluluk ile bugün arasında büyük bir uçurum vardır. Bunun nedeni de elbette içimizdeki süfli hayat tarzının sahipleri, onlara özenenlerdir. Öyleyse yapılması gereken onların bir bütün olarak tasfiyesidir ki bu da yeni bir kuruluş aşamasına sıçrandığı anlamına gelmektedir: Hukukun çekiç, bedenin çivi, ürünün ölü, sonucun iktidarın bekası olduğu yeni bir topluluk. İşte Neocleous’un faşizme özgülediği yolun, devletin yapısına içkin kılındığında örtüşmenin manzarası budur. Siyaset artık gerçek anlamda çıplak hayatın sınırlarına indirgenmiştir. Hayattan başka, yaşamaktan/yaşabilmekten başka bir değer kalmamıştır ve artık kimse bırakalım, şu ya da bu olmayı, “insan” değildir. Herkes sayısallaştırılmış bir sistem içinde numaralanmış, anonimleştirilmiş ve yüzsüz kılınmıştır.
Neocleous referansıyla yolumuzu Foucault’ya düşürüp mutlak olarak ölüm saçan bir devlet, mutlak olarak ırkçı bir devlet özdeşliğinde acele edip, bu devletin aynı zamanda mutlak olarak intihara meyilli bir devlet olduğunu düşünürsek, kapitalizmin kendi iç çelişkileri ve krizleriyle kaçınılmaz ve mutlak olarak çökeceği hayalini kuran ya da bu hayalin rehavetiyle sarılıp sarmalanarak konformizmin tadını çıkaran komünistler kadar safız demektir. Hayır, hikayemiz henüz bitmedi. Öyleyse ne yapmalı?
Devam edecek.
Bu yazı derdimartardaima.blogspot.com'dan alınmıştır.