Politeia’nın mağara duvarına yansıyan kadın gölgeleri
Josef Hasek KILÇIKSIZ
Yakından bakıldığında bugünün siyasi dünyasında Platon'un "Politeia" sını anımsatan şeyler görüyorum. Platon'un koruyucu ve gözetleyen devletine doğru bir gidişat var.
Sonunda ev denen mağaralarımızı terk edip tekrar güneşe çıkabiliriz. Post-karantina zamanları bana Platon'un mağara alegorisini hatırlatıyor. Gerçek dünyanın bir mağara duvarına yansıtılan gölgeleri dışında bir şey bilmeyen mağara mahkûmu, dışarıya serbest bırakılır bırakılmaz alışamayacağı çok fazla dünyayla karşılaştı.
Karşılaştığı bu dünyalardan bir tanesi de ülkemizde kurulup yerleşen ve bu yetmezmiş gibi konsolide olan "anayasasız" rejimdir. Elbette 1982 anayasası hukuken halen geçerli. Fakat bu anayasa metni artık önemli oranda sadece kâğıt üzerinde kalmış, uygulanmayan bir metin.
Peki bu rejimin konsolidasyonuna katkı verenler kim? İlki, toplumsal rıza ve kör itaattir. Rıza ve meşruiyet totaliter rejimlerin konsolidasyonu için bir hayat memat meselesidir. Toplumsal rızanın temeli meşruiyete dayanır. En totaliter veya otoriter rejimlerde bile iktidar sahipleri meşruiyete önem verirler. Bunun içindir ki, devlet eliyle basını ve medyayı susturup, enformasyon tekeli kurmayı hedeflerler.
Muhalefetin rejimin konsolidasyonuna katkı sunan yanlış tutumlarını ikinci olumsuz fail olarak sıralamak mümkün. Meritokrasinin M’sini bile tınlamayan Peronist karakterli nepotist bir rejimden söz ediyoruz. Bu durum bana Temel’in bir fıkrasını anımsattı: Temel İngiltere’ye gitmiş. Araba kullanırken doğal olarak sağdan gidiyor ama orada trafik solda. Bu arada radyoda "ters yönde giden bir araç" anonsu geçince Temel kafasını camdan çıkartıp "ne birisi… hepsi ters gidiyor!" demiş. Temel fıkrasındaki gibi ters yönde ilerleyen sadece Hamza Yerlikaya’nın ataması olsa. Bu durumlarda Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu ne işe yarar?
Erdoğan 17 Aralık 2013 yolsuzluk soruşturmaları sonrasında Kürt politikasını değiştirip, şahin kanadın beklentilerini de aşan bir politik pozisyonu benimseyince, varlık nedenini Kürt ayrılıkçılığının tam karşısına konuşlandırmış MHP bundan çok memnun oldu. Ülkücü sağ nasyonalizm (milliyetçilik) ve seküler sol nasyonalizm (ulusalcılık) son kertede Kürt düşmanlığı konusunda ortak bir pozisyona sahip.
Cumhuriyetin kurucu paradigmalarını ters yüz eden ve toplumun neredeyse tüm fay hatlarını harekete geçiren uygulamalarla karşı karşıyayız.
Hükümetin dış siyasette attığı adımlar da bu kurucu ilkelerin değişmekte olduğunu kanıtlar niteliktedir. Atılan adımlar Osmanlı nostaljisi doktriniyle uyum gösteriyor. ABD’nin adım adım Ortadoğu’dan çekilmeye başlaması, Avrupa Birliği’nin Brexit ve korona kriziyle birlikte ciddi bir kimlik bunalımına girmesi, Rusya’nın Sovyetler Birliği günlerinden çok uzak olması, yaşanan petrol krizinin bölgesel aktörler üzerinde ciddi travmalar oluşturması neo Osmanlıcı hükümete muazzam bir alan açıyor.
Türkiye’nin hali hazırda Katar ve Somali’de üsleri bulunuyor. Bu üslerde toplamda beş bin civarında askerin konuşlandığı tahmin ediliyor. Yeni bir üs ise Libya’nın Misrata kentine inşa ediliyor. Libya’da ele geçirilmesi planlanan petrol kuyularının Suriyeli paralı militanlar ile Misratalı cihatçılar tarafından kontrol edilmesi planlanıyor.
Çağcıl sosyal bilimin titanı olarak kabul edilen Marx yaklaşık yüz yirmi yıl önce öldü. Birçok meslektaşı onu bir ruh devinin somutlaşmış hali olarak görür. Hayal kırıklığına uğramış, kapitalist, bürokratik, oligarşik bir dünyaya atılan herkes Marx’ın çalışmalarının gerçek muhatabıdır.
Bireyin kendi seçtiği, bağımsız, özerk, bir yaşam tarzının mümkün olmadığını sosyal ağları bakımından girift modernist dünya ve paternalist kapitalizm bize gösteriyor.
Kapitalist büyük şirketler, bürokratik yönetim biçimleri ve tekçi ideolojiler adaptasyon ve esneklik yeteneği ölçüsünde "uyum primi" vermek iddiasında bulunuyorlar. Patronların düsturlarına, bürokratın kurallarına ve hâkim doktrinin öğretilerine adapte olanlar para, statü veya "rahat bir vicdanla" ödüllendirilecektir. Bu, kapitalist üst aklın "eşeğin önüne koyduğu havuçtur".
Bu primi almak için birbirinin üzerine basan insanların memnuniyeti, büyük çoğunluğun aslında kendilik bilinci ve değerleriyle daha az fakat başkalarının değerleriyle daha fazla ilgili olduğunu gösteriyor. Bir an için birbirinin üzerine basan bükülmüş, paragöz, sapkın varlığı kapitalist varoluşun merkezine koyup etrafımıza şöyle bir bakalım. Para söz konusu olunca "aydınlanmış bireyin" bile özgür ve özerk bir yaşam tarzına tutkulu daveti elinin tersiyle geri çevirdiğini görebiliriz. Para söz konusu olduğunda, kendi kendini belirleyen bir yaşam tarzının önündeki engelleri temizlemek ve hiyerarşik yapıları kırmak çok az insanın ilgi alanındadır.
Engels’in babasından kalan sermayeyi elinin tersiyle iten tutumu, kişisel ülküleri uğruna burjuva konformizmine sırt çeviren idealistin olağanüstü güçlü özgürlük yürüyüşünün ve bireye tutkulu özerklik çağrısının somutlaşmış halidir.
Ne yapılacağını sadece peygamberlerin bildiğine dair anlatı, yaşamak zorunda olduğumuz "tanrısız ve peygambersiz bir zamanda" bireyin yapısal özerkliğine dair yaman bir meydan okumayı önümüze koyuyor.
Üniversitelerin özellikle beşerî ve sosyal bilimlerde neredeyse bir sanatoryuma dönüştüğü, bilimsel özerkliğin yerle bir edilerek "entelektüel umutsuzluğun" salgın halini aldığı bir çağda yaşıyoruz. Bir tarafta halkla epistemolojik kopuş yaşayan seçkinci sözde aydınlar diğer tarafta ise halk fetişizmi üzerinden solculuk yapanlar.
Özgürlüğün büyülenmesine değil de pozitif özgürlüğün olanaklarını keşfederek herkes zamanın sorularına kendi yanıtlarını aramalı.
Birinin size ne yapacağınızı söylemesini beklemeyin, bu kutsal metinlerin temel iletisidir. Hayatınızın dizginlerini elinde tutan iblisi tanıyıp ona itaat etmek ona direnmekten çok daha kolaydır. Bu iblisin adı kapitalist üst akıldır.
Kendini satmamak, eğilip bükülmemek direngen kalıp teslim olmamak, zor koşullarda bile tutarlı ve dik kalmak aracılığıyla özgür olmak gibi Weberci merkezi kavramlara her zamankinden daha fazla ihtiyaç var.
Felsefe ve edebiyat tarihine bakıldığında ayna hem verimli hem de korkutucu bir metafor olageldi.
Felsefe veya edebiyatın gerçekliğe ayna tutması bağlamında ayna verimli bir metafordur. Ancak aynaların sonsuz bir çoğaltma gücü de var. Kötülük veya ölüm aynanın sonsuz derinliğinde çoğalabilir. Ölümü ve kötülüğü çoğaltması bakımından ayna, Türkiye gerçekliğinde korkutucu ve negatif bir metafor işlevi yüklenmiştir.
Aynaya yansıyan imajımızdaki tek bir yüzde bizi biz yapan bütün yüzlerimizi aynı anda ve bir arada görebiliriz.
Türkiye’de kadın cinayetleri ve cinsiyetçi söylemler, "feminizid şiddetin" toplumun inanç aynasına yansıyan kötücül yüzünün imajlarını ön plana çıkardı. Bu yansımalar toplumun dinsel ve ahlaki mikro evreninde bir çürümeye işaret ediyor.
Beşinci yüzyılda şeytan ve cadı ilan edilerek linç ve işkence ile öldürülen ve parçalanmış bedeni yakılarak yok edilen İskenderiyeli Hypatia’dan, on sekizinci yüzyılda Kadın ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’ni yayınladıktan sonra bu itaatsizliğin bedelini giyotinle idam edilerek ödeyen Olympe de Gouges’ye, dövülerek öldürülüp bedeni nehre bırakılan Rosa Luxemburg’tan, benzer suçları yüzünden yaşamının son yıllarını sürgünde geçirmek zorunda kalan Clara Zetkin’e, oradan kadın felsefesinin kurucu değerleri Mary Wollstonecraft’a, Mary Astell’e, Simone de Beauvoir’ya ve Virginia Woolf’a kadar kadın mücadelesinin "bedel ödeyen" tarihselliği göz önüne alındığında feminizid şiddetin sırtını reaksiyoner (gerici) bir metafiziğe yasladığı görülecektir. İzleri yaradılış anlatısına kadar sürülebilen bu reaksiyoner metafizik kırılmadan kadının özgürleşmesi ne yazık ki olanaksızdır.
Kadını devindirici, üretici ve yaratıcı bir dinamik hâline getirmenin, taşıdığı devrimci enerjiyi açığa çıkaran sosyal alt yapıyı oluşturmanın bir sistem ve paradigma değişikliği sorunu olduğunu daha kaç kadın öldürülüp ya da onuru ezildikten sonra anlayacağız?