‘Sanığı’nın gözünden 1 Mayıs 77’nin hatırlattıkları
Yalçın ERGÜNDOĞAN
1 Mayıs 1977 hem görkemli katılımıyla, hem de katliama dönüştürülmesi ile ‘Emek Tarihi’ açısından olduğu kadar, Türkiye’nin yakın siyasi tarihi açısından da büyük önem taşıyan bir olaydır. 1 Mayıs, yakın siyasi tarihimiz içinde, "derin devlet" in, o günkü adı ile "kontrgerilla"nın henüz aydınlatılamamış en büyük siyasi tertiplerinden ve kitle kırımlarından biridir.
Sekizi kadın, biri çocuk olmak üzere 36 yurttaşımızın yaşamlarını yitirmesi, otuz kişi kurşunlanarak, diğerleri değişik şekillerde olmak üzere yüz yirmi altı kişinin de yaralanması ile sonuçlanmıştır. (Ölenlerden, 30 kişi ezilme ya da boğulma nedeniyle, 5 kişi vurulma nedeniyle, 1 kişi de panzer altında kalarak yaşamını yitirmişti.)
O ALAN 1 MAYIS ALANI!
O günü, Taksim Alanı’nda ("1 Mayıs Alanı" olması halâ bir özlem) bizzat yaşayan biri olarak; o günden, aslında ‘mağdur’ olan insanların nasıl birden ‘sanık’ oluverdiklerinden ve mahkeme sürecindeki tutarsızlıkları, komikliklere varan gelişmeleri paylaşmak istiyorum.
Evet, o gün yirmi dört yaşında bir genç olarak; "Bu alan 1 Mayıs Alanı !..", "Yaşasın 1 Mayıs !.." diye haykıran yüz binlerce emekçi ile birlikte, (450 bini aşkın emekçi katılmıştı) coşku içinde 1 Mayıs’ı kutlamakta iken birden kendini "sanık" olarak bulan doksan sekiz kişiden biri idim.
O tarihlerde İzmir’de DİSK 3. Bölge Temsilciliği’nde Bölge Temsilci Yardımcısı olarak çalışıyordum. 1 Mayıs’ta da görevli idim tabii. Yurdun dört bir yanından İstanbul’a akan yüz binlerle birlikte bizler de İzmir’den otobüslerle Taksim Alanı’na doluşmuştuk. Türkülerimizi, özlemlerimizi, taleplerimizi haykırıyorduk. Ben de elimde ‘megafonla’ kortejimizi yönlendiriyordum. DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler konuşmasını tam bitirmekte idi ki, alan o günkü İntercontinental Oteli’nin çatısından (Bugünkü The Marmara) açılan ateşle birlikte karışmaya başladı. Kürsü hâkimiyetini eline alan Sıtkı Coşkun kitlelerin dağılmaması yönünde çağrılar yapıyordu.
Bizler de ellerimizdeki ‘megafonlarla’ Sıtkı Coşkun’unkine benzer çağrılar yapmaya çalışıyorduk. Ama panik havası dağıtılamıyor, herkes kaçışıyordu. Kurşun vızıltıları arasında herkes yata kalka kaçışırken, bir yandan da polis panzerleri sirenlerini çalarak kitlenin üzerine yöneliyor, diğer yandan da ‘ses bombası’ kullanarak paniği daha da artırıyorlardı.
İLK ATEŞ SONRASI 'PANİK'
Kitleyi toparlayamayınca ben de diğerleri gibi kaçışmaya başlamıştım.
Dolmabahçe Sarayı yakınında polis etrafımızı sarmış, elimdeki megafon ve sırtımdaki kırmızı DİSK gömleği ile polise düşmüştüm.
Bizi ağır hakaretler, tekme tokatlar ve cop darbeleri ile polis araçlarına doluşturdular. Önce Sirkeci’ye (eski 2. Şube) götürüp, o tarihteki Polis Merkezi’nin geniş nezarethanesine attılar.
Polis bizleri araçlardan indirirken, merkezin girişine dizilmiş iki sıra polisin arasından ağzımız burnumuz kan içinde yerlerde sürüklenerek, bıyıklarımız yolunarak bina içine sürüklendik.
Polisler o günlerde yapılan "Allahsız Komünist propagandası"nın da etkisiyle "söyle bakalım lan, Allah var mı?" naraları ile üzerimizde tepindiler.
(Günler sonra serbest bırakıldığımda, bıyıklarımın yarısı yolunmuş, sırtımın siyahlığı henüz geçmemiş ve yürümekte zorluk çekiyordum. DİSK, temin ettiği iki kişilik uçak biletiyle beni ancak iki kişilik koltuğa yatırarak İzmir’e gönderebilmişti.)
TEKME TOKAT NEZARETHANEDEYİZ
Nezarethanemiz saatler geçtikçe kalabalıklaşıyordu. Şimdi anımsayabildiğim kadarıyla Murat Tokmak ve Mustafa Gürkan da yeni konuklarımız arasına katılmışlardı. Murat Tokmak yaralı idi. O zaman sendikacılık yapmakta olan Mustafa Gürkan’ı gece yarısı hücremizden alıp bilinmeyen bir yere götürdüler. Ertesi gün geri getirdiklerinde MİT’te sorgulandığını ve kendisine; "senin 1 Mayıs olayları ile ilgin olmadığını biliyoruz. Onu geçelim şimdi. Söyle bakalım; 12 Mart sırasında seni bir türlü ele geçiremedik. O tarihlerde nerede saklanmıştın?" şeklinde sorular sorulduğunu, işkence yapıldığını öğrendik.
Zira Gürkan, 1970’li yıllarda Deniz Gezmiş’in yakın çevresinden bir olarak, 12 Mart darbesi sırasında ele geçirilememiş gençlik önderlerindendi. MİT unutmamış ve merakını gidermek istemişti...
Aramızda 1 Mayıs gösterilerine katılanların yanı sıra rastgele sokaktan toplanmış insanların olduğunu da zaman ilerledikçe anlamaya başlamıştık.
Bizleri bütün nezarethaneler dolu olduğu için Sirkeci’de tuttuklarını öğrendik. Dışarıdan hiçbir haber alamıyorduk.
"YANDINIZ, SİZİ 'ASACAKLAR'..."
Yalnızca polislerin ;"Yandınız. Yüz kişi öldü. Buradan sağ çıkmayacaksınız. Sağ çıksanız bile asılacaksınız!.." şeklindeki sözlerini "bilgi" kabul etmekle yetiniyorduk. Bizleri, kimlik tespitlerimizi yaptıktan sonra, ilerleyen günlerde Gayrettepe’deki 1.Şubeye (siyasi şube) götürdüler. Guruplar halinde Şube’deki Konferans Salonu’na doldurdular.
Hepimizi salondaki koltuklara oturttular. Aralarda dolaşan sivil polisler, MİT görevlileri başlarımızı önümüze eğme komutu verdiler.
Sahnede de savcı ve katip yerlerini almışlardı. Ne olacağını o zaman biraz anlar gibi olmuştuk: Sivil polisler bizleri teşhis edeceklerdi…
POLİSLER TEŞHİS (!) EDİYOR
Teşhis ettikleri hakkında ‘dava’ açılacaktı. Polislerden bazıları salonda bizlere çok sert davranıyorlar, koltukların aralarına girip bizleri yumrukluyorlardı.
Bazı polislerse, sevecen bir şekilde yanımıza yanaşıyor, ‘geçmiş olsun’ diyorlar ve hafifçe başımızı kaldırmamıza yardım ederek; "Bak işte, şimdi kapıdan giren bu kişi işkencecidir. İyi bak tanı onları" diyorlardı. Bize sevecen ve dostça yaklaşan bu polislerin POL-DER’li olduklarını anlamıştık...
MAĞDURKEN NASIL SANIK OLDUM?
Derken, teşhis başlamıştı. Polisler rastgele hiçbir tutarlılığı olmayan ifadelerle teşhis ediyorlardı.
Bir polis, aynı saatlerde, fakat başka yerlerde tam onaltı kişiyi birden teşhis edince Savcı’dan esaslı bir "fırça" yiyecekti.
Nihayet beni de bir polis ‘teşhis’ etti.
Evet, ben de ‘sanıktım’ artık.
Polisin, Savcı’ya verdiği ifadesine göre; "elimde demir çubuklarla, ‘Tek Yol Devrim’ diye bağırarak polis panzerine saldırırken" yakalanmıştım. (O günleri yeni kuşaklara tariflemek için açıklamakta yarar var tabii. O günlerde biz solcuları birbirimizden en ayırdedici özelliklerimiz ‘sloganlarımızdı’.)
Polis o sloganları haykırırken yakalandığımı ifade etse de benim gerçekte o sloganları atmam imkansızdı. Zira ben (tarihi) TKP’li idim. Sloganlarımız çok farklı idi. (Yani polis 'teşhis' etmemiş, rastgele tespit etmişti.)
"ARTIK BEN DE SANIKTIM"
Günler geçti. Bir gün biz ‘sanık’ durumuna düşmüş kişileri guruplar halinde Emniyet hücresinden alıp, Emniyet’te Savcı’nın karşısına çıkardılar.
Savcı ifadelerimizi aldı. Sayımız teşhis işleminden sonra doksansekiz’e düşmüştü. Aramızdan onyedi kişiyi tutukladılar ve cezaevine gönderdiler.
Geri kalan bizleri de, gece yarısını geçtikten sonra beşerli guruplar halinde salıverdiler. İfadeler gündüz alınmasına rağmen gece yarısını geçe bizleri salmışlardı. Bu bizde haliyle kuşku uyandırmıştı.
O sıralarda; "emniyetten kaçarken vuruldu" şeklindeki olaylar pek sık olduğundan, bizler de endişelenmiştik açıkçası. Mustafa Gürkan’ın (abi) tecrübesi ile kapıdan hemen bir taksi çevirip Emniyet’ten uzaklaştık…
Çok sonraları, İstanbul 2.Ağır Ceza Mahkemesi’nde acılan dava yıllar sürdü. Sıkıyönetim ilan edilince dava Sıkıyönetim Mahkemeleri’ne devredildi. Sıkıyönetim döneminde ‘mahkeme çağrılarımız’; radyolardan ve zamanın tek kanallı siyah beyaz televizyonundan açık kimliklerimiz ve adreslerimiz okunarak yapıldı.
DURUŞMALARDA KOMİKLİKLERE VARAN GARİPLİKLER
Yıllar yılı duruşmalara gidip geldik. Bazı duruşmalarda, yargıçları bile güldürtecek gariplikler de yaşandı.
Duruşmalardan birinde; yargıç bir sanığa "olay mahallinde nasıl yakalandığını" sorduğunda, sanık; "efendim ben Bursa’dan İstanbul’a gezmek için gelmiştim. Dolmuşta yakalandım. Üzerimde ‘öğretmen kimliği’mi gören polis üzerimi aradı. Eşime İstanbul’dan aldığım ‘naylon kadın çorabı’nı buldu. Bana; ‘bununla yüzüne maske yapıp banka soyacaktın değil mi?’ diyerek; beni tutukladı…"
Bir diğer duruşmada ise; bir ‘tanık polis‘ ile sanık arasındaki diyalog salondaki herkesi (askeri yargıç dahil) çok güldürmüştü.
Yargıç; tanık polise soruyor : "Sen bu sanığı nasıl teşhis ettin?"
Tanık polis yanıt veriyor: "Efendim bu kişi Mao’cuların reisi idi."
Yargıç yanıtı doyurucu bulmadığından, yeniden soruyor: "Nereden anladın?"
Polisin yanıtı bu kez yanıtı herkesi kahkahaya boğacak nitelikte:
"Efendim sanığın elinde Kızıl Çin bayrağı vardı. Bayrağı sallıyordu. Arkasındaki kalabalık da onun talimatlarına uyuyordu. Bu kişi ; ‘yat’ deyince hepsi yatıyor,kalk deyince kalkıyorlardı!.."
Bu kez bu kadarına dayanamayan mağdur/sanık söz alıp yargıca soruyor; "Efendim tanık polise sorar mısınız, ‘Kızıl Çin bayrağı’ dediği bayrağı bi tarif etsin !.."
Polis, Kızıl Çin bayrağı dediği bayrağı tarif edemeyince; yargıcın da sanıklarla birlikte kahkahalarını tutamaması kaçınılmaz oluyordu.
* * *
Evet, yargılama aşaması böylesi traji-komik olaylara da sahne olan; gerçekte, olayın ‘mağdurları’-[ki; iddianamede mağdurlar, 'Osmanlı Bankası Taksim Şb., Beyoğlu Kaymakamlığı, İstanbul Emniyet Müdürlüğü, İntercontinental Müdürlüğü' görünmektedir]- olan ‘sanıklara’; yıllarca acılar çektiren, ‘sakıncalılar’ listelerine aldıran , ‘pasaport yasağı’ uygulatan dava, uzun bir yargılama sonunda kimsenin içinden çıkamadığı bir hal alarak, gerçek failleri hiçbir zaman yargı önüne çıkaramadan zaman aşımından kapanıp gitti.
1 Mayıs 1977 davası iddianamesi’nin girişinde, iddia makamının bile belirtmek zorunda kaldığı şu tespit ise, bir ‘ibret belgesi’ olarak günümüzde hala geçerliliğini koruyor: "Bu büyük ve kanlı facianın tertipçisi, uygulayıcısı yurt ve insanlık düşmanı olan bu asli failler er geç tesbit edilecek, tarihin ve şaşmaz adaletin önüne çıkarılıp hüküm giyeceklerdir…"