SAVAŞLARDA YAŞAM HAKKINI NASIL SAVUNMALIYIZ?

“En dayanıksız binalar arasında olması ayrı bir sorun olsa da ne olursa olsun sağlık kurumlarının ayakta kalması gerekirdi. Evet, savaşta bombalanmaması gerekiyor ama depremde de yıkılmamalıydı.”

Artı Gerçek - Hak ihlallerinin konuşulduğu Dar Alan programında bu hafta, Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi Başkanı Şebnem Korur Fincancı ile devletlerin sağlık politikaları ele alındı, neleri önceledikleri anlatıldı.

Filistin halkının yaşam hakkının elinden alınmasıyla ilgili olarak Fincancı, "Bu sadece 7 Ekim'de ortaya çıkan bir tablo değil. Bu 75 yıllık bir işgalin adım adım, ne yazık ki Filistin'in tümüyle ortadan kaldırmasına dönük bir süreç. Çünkü haritalara baktığımızda, yıllar içinde örneğin Batı Şeria'da neredeyse Filistin yerleşim alanı kalmadı gibi bir durumla karşı karşıyayız. İsrail, yerleşimcileri aracılığıyla sürekli Filistinlilerin yaşam alanlarına el koyuyor ve buradan da Filistinlileri sürmüş oluyor ve sadece Gazze'de incecik bir hatta sıkıştırılmış durumdalar. Tüm dünyanın uyguladığı bir ambargoyla karşı karşıyalar. Son dönemde özellikle bombalamalar ve saldırının artmasıyla beraber suya ve gıdaya erişim olanaksız hale geldi. Elektrik yok, yakıt da olmadığı için jeneratörler çalıştırılmıyor ve bu koşullarda sağlık hizmeti sunmaya çalışıyorlar. Sağlık malzemelerine de erişim olanakları tükeniyor.” dedi.

YAŞAM VE SAĞLIK HAKKI NASIL İHLAL EDİLDİ?

Gazze'deki El Ehli Vaftiz Hastanesi'ne düzenlenen hava saldırısına ilişkin değerlendirmede bulunan Fincancı “İsrail hemen bir refleks göstererek inceleme yaptıklarını, bu bombalamanın kendileri tarafından yapılmadığını, Hamas’ın bombaladığını ifade etti. Tabii ki bir devletin kendisinin işlediği iddia edilen bir suçla ilgili inceleme yapıp açıklama yapması tartışmaya muhtaç bir konudur. Çünkü bunun için özellikle de savaş suçu söz konusuysa bağımsız yapıların bu değerlendirmeyi yapması gerekir. Bir hastanenin bombalanması savaş suçu kapsamında değerlendirilir ve bunun incelemesini de bağımsız komisyonlarca oluşturulacak heyetlerce incelemek gerekmektedir.” diyerek savaş suçlarına da dikkat çekti.

SAVAŞTA SİVİL TOPLUMU ROLÜ

Sivil toplum örgütlerinin sorumluluğuna değinen Fincancı, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin İsrail'in ambargosunu kaldırma teklifini reddettiğini hatırlatarak “Amerika Birleşik Devletleri eliyle, dolayısıyla uluslararası mekanizmaların ne kadar samimi olduğu ve bu hak ihlallerini engellemeye ya da durdurmaya dönük hangi adımları attığını tartışmak gerekiyor. Hakları savunan bir meslek örgütü olarak bu tür suçların araştırılması konusunda ısrarcı olmaya devam edeceğiz. Uluslararası mekanizmaların işler hale getirilmesi için mücadeleden vazgeçmeyeceğiz. Geriye dönüp tazminler ya da en azından bunların hak ihlali olduğunun görünür olması sağlanabilir, zaman içinde göreceğiz ama bunlar gerçekten uzun zamana yayılan ve belki yıllar sonra ancak tartışılabilen başlıklar. Biz bundan vazgeçmemek zorundayız. Tazminat için dönem dönem bu tür çabalarla elde edilebilmiş başarılar var. Uluslararası savaş suçları mahkemeleri kuruluyor, yargılamalar gerçekleşiyor. Bunların her biri insan hakları mücadelesinde yer alan insanlarımızın çabalarıyla, etkileriyle gerçekleşiyor. Bu kapsamda mücadele etmeye devam edecek tüm insan hakları savunucuları.” dedi.

“HASTANELER DEPREMDE YIKILMAMALI, SAVAŞTA BOMBALANMAMALI”

6 Şubat depremlerinden bu yana yaşam ve sağlık hakkının ihlalini de değinen Fincancı

“Deprem bir afet ancak afetler de insan eliyle felakete dönüştürülebiliyor. Ne yazık ki temiz suya erişimde, yeterli gıdaya erişimde, barınma koşullarının sağlanmasında ve sağlığa erişiminde çok ciddi sorunlarla karşı karşıya olduğumuz bir tablonun içindeyiz. Şubat depremlerinden beri ve neredeyse 9 aya ulaşan bir dönemde hala barınma sorunu çözebilmiş değiliz. İnsanların bir kısmına konteyner sağlanabilmiş durumda. Bir kısmı hala çadırlarda kalıyor ve bu çadırların da koşullarının yetersiz olduğunu biliyoruz.” dedi.

Sağlık hakkına ilişkin “Sağlık kurumlarının en dayanıksız binalar arasında olması ayrı bir sorun. Ne olursa olsun sağlık kurumlarının ayakta kalması gerekirdi. Evet, savaşta bombalanmaması gerekiyor ama depremde de yıkılmamalıydı.” değerlendirmede bulundu.

HRW NEDEN BEYAZ FOSFOR’A ALTERNATİF GÖSTERDİ

İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW), İsrail ordusunun 10 ve 11 Ekim tarihlerinde Lübnan ve Gazze'ye açtığı topçu ateşinde beyaz fosfor attığını videolar ve görgü şahitleri ile doğruladıklarını belirtti. Bu iddiaların yer aldığı raporda HRW, beyaz fosfor kullanımının sivilleri ciddi şekilde tehlikeye attığı ve uzun süreli yaralanmalara yol açabileceği uyarısında bulundu. Fakat raporda beyaz fosforlu sis bombalarının kolaylıkla bulunabilen ve öldürücü olmayan alternatifleri bulunduğuna yer verildi. HRW, bu alternatiflerin aynı etkiye sahip olduğunu ancak sivillere verilen zararı önemli ölçüde azalttığını bildirdi.

HRW’nin beyaz fosfor yerine “daha az zarar veren alternatifler” önerisini değerlendiren Fincancı, “Uzun bir süredir ne yazık ki hak kavramında da bir dönüşüm yaşandı. Nasıl ki biz değerlerimizi birer birer neo-liberal sistem içinde bitirmeye başladıysak insan hakları kavramının da yozlaştığını, içinin boşalttığını görebiliyoruz maalesef. Örneğin şöyle bir tabloyla karşılaştık son 10 yıl içinde. Biliyorsunuz, neredeyse güvenlikçi perspektiften bakan tüm devletler gösterilere müdahalelerde çok şiddetli davranan ve birtakım hükümet içinde “gösteri önleme araçları” dedikleri araçları kullanmaya yaygın biçimde başladılar. Bunlardan biri de göz yaşartıcı gazlardı.” diyerek gaz kullanımına ilişkin tartışmaları hatırlattı.

“İNSAN HAKLARI KAVRAMI YOZLAŞTI, İÇİ BOŞALTILDI”

Geçtiğimiz yıllarda Arjantin'de ilgili tartışmalar sürerken düzenlenen toplantıda “ölümcül olmayan silahlar” adı altında bunların tanımlanmaya çabalandığını hatırlatan Fincancı, “Çalışma reddedildiği için insan hakları örgütlerinin bir kısmı tarafından daha az ölümcül olan silahlar gibi bir terminolojiye doğru gittiler. Ama insan hakları örgütlerinin önemli bir kısmı da bunların ölümcül silahlar olduğu ve yasaklanması gerektiği yönünde görüş bildirdi. Böyle bir etkilenme ile içinin boşaltılması söz konusu. Göz yaşartıcı gazlar için olduğu gibi bir savaş ortamında daha az zararlı etkisi olacak bir silah önerisi de insan hakları örgütü sıfatının uygun olmadığını gösteriyor. Savaş suçu tanımı olarak değerlendirilebilecek birtakım yasak silahları kullanılmasını önlemeliyiz. Bunu her zaman öne koyarak ilerlemekte çok büyük yarar var.”

TÜRKİYENİN TEZKERE ISRARI

TSK unsurlarının Irak ve Suriye’deki görev süresinin iki yıl daha uzatılmasına ilişkin tezkereyi değerlendiren Fincancı “Şimdi ayrıca tezkerenin ötesinde ve içeriğinde yabancı askerlerin Türkiye'ye girmesi de dahil birtakım düzenlemeler de yer alıyor. Bizim bir başka ülkede, yani sınır ötesinde ne işimiz olduğunu sormak gerekiyor, Libya'da, Suriye'de vs. Burada kime karşı, nasıl bir mücadele yürütülüyor? Çünkü Suriye'nin bir taraftan da bu kökten dinci birtakım yapılarla savaştığını biliyoruz. Hani Türkiye bunlara karşı birçok çaba içinde ancak Amerika Birleşik Devletleri de böyle bir çabasının olmadığını ifade ediyor Türkiye'nin.” Dedi.

Tezkere ile belirlenen ülkelerdeki çatışmalarda yer almanın hızla Türkiye'nin de içine girdiği bir savaşa da dönüşme riski taşıdığının altını çizen Fincancı “Türkiye, sağlık hizmetleri açısından böyle bir ortama hazır mı? Şöyle durumlarla karşılaşıyoruz. Meslektaşlarımız ve tüm sağlık çalışanları aslında sınır ötesi görevlendirmelerle karşı karşıya kalıyorlar. Bir gece önce bilgi veriliyor kendilerine, ertesi sabah işte bilmem ne birliğinde olmaları talep ediliyor. O birlik Türkiye'de gibi görünse de aslında sınır ötesinde olduğu ortaya çıkıyor. Şimdi bu meslektaşlarımız pek çoğu yeni mezun meslektaşlarımız ve aslında orada görevlendirilmek istemedikleri gibi bu konuda deneyimli de değiller. Gittikleri yerde sağlık hizmeti sunumunda yeterli deneyim ve donanıma sahip değiller. Çünkü savaşta hekimlik ya da sağlık hizmetleri bambaşka bir boyuttadır. Ağırlıkla, travmalarla uğraşmak zorunda kalırlar. Bunun özel birtakım eğitimleri söz konusu olmalıdır. Hem hastanın korunması hem de kendilerinin güvenliği ve korunaklı olması. Oysa bizim böyle bir mekanizmamız yok. Yeni mezunlarımızı alıyoruz, oraya gönderiyoruz. Ne yapacakları meçhul. Aslında Askeri Tıp Fakültelerinin en önemli eksiği burada hissediliyor. Çünkü oralarda bu tür ortamlarda sağlık hizmetleri sunumuna dair çok ciddi içerikte bir eğitim sürecinden geçiyordu mezun olan ya da uzmanlık eğitimi alanlar ama şu anda öyle bir olanaktan da yoksunuz ne yazık ki.” dedi.

Öne Çıkanlar