Akademisyen Yasin Duman: Mülteci karşıtlığında ciddi bir uzlaşı var

Akademisyen Yasin Duman: Mülteci karşıtlığında ciddi bir uzlaşı var
Akademisyen Duman'ın doktora konusu Türkiye’deki Suriyeli sığınmacılar bağlamında gruplar arası ilişkiler ve entegrasyon. Duman ile temel göç güzergahlarından biri olan Türkiye'yi konuştuk.

Seda TAŞKIN


+GERÇEK- Büyük nüfus hareketleri, iskân, mübadele ve yer değiştirme güzergâhlarından biri olan Türkiye, 2011 yılında Suriye’de yaşanan iç savaştan sonra yeni bir göç dalgasının etkisi altına girdi. Yaşanan çatışmalardan sonra temel göç güzergâhlarından biri olan Türkiye, aradan geçen 11 yıllık süre zarfında Suriyeliler bağlamında yeni bir deneyimle karşı karşıya.

İç savaşın başladığı yıllarda mevcut hükümetin siyasal ajandasıyla paralel bir şekilde işlenen, "ensar", "hicret" ve "muhacir" gibi dini referanslarla işlenen Suriyeli sığınmacılar meselesi, bugün gelinen nokta itibariyle Türkiye’nin en temel siyasal ve toplumsal meselelerinden biri oldu. Hem merkezi hükümetin hem de yerel yönetimlerin sığınmacılarla ilgili herhangi bir politika inşa edememesi, Suriyeli sığınmacılar meselesinin iktidarın Orta Doğu ve bölgede izlediği yayılmacı politikalara göre şekil almasına sebep oldu.

Türkiye’de yaşanan ekonomik, sosyal ve siyasal sorunlar ve son 7 yılda ivme kazanan otoriter politikalar sonuçları itibariyle Suriyeli sığınmacılar meselesine yaklaşımı da değiştirdi. Bugün özellikle muhalefetteki partilerin Türkiye’nin de taraf olduğu uluslararası sözleşmeleri ve temel insan haklarını göz ardı ederek sığınmacılara yönelik yaratmaya çalıştığı saldırı, dehumanizasyon, linç, pogrom ve tenkil çağrısı, Suriyeli sığınmacılar meselesini bambaşka bir boyuta taşımış durumda.

İngiltere’de Coventry Üniversitesi’nde Güven, Barış ve Toplumsal İlişkiler Merkezi’nde Türkiye’deki Suriyeli sığınmacılar bağlamında gruplar arası ilişkiler ve entegrasyon alanında doktora çalışmasını tamamlayan Yasin Duman ile Suriyeli sığınmacıların durumunu konuştuk.

Geçen hafta İstanbul merkezli düşünce kuruluşu Spectrum House bünyesinde hazırladığı politika raporuyla Suriyeli sığınmacılar meselesinin arka planını ortaya koyan; siyaset kurumu, sivil ve yerel toplum için politika önerileri hazırlayan Duman, hem Suriyeli sığınmacıların durumunu hem de Türkiye toplumunun sığınmacılara yaklaşımını anlamak açısından oldukça önemli bir rapor hazırladı.

Fotoğraflar: Seda Taşkın

Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’ne (BMMYK) göre son 70 yıl içinde farklı ülkelerden yaklaşık 84 milyondan fazla kişi zorla yerinden edildi (UNHCR, 2021). Buna, Rusya’nın 24 Şubat 2022’de başlayan Ukrayna’yı işgali sonrasında komşu ülkelere sığınan 3,7 milyon Ukraynalı dâhil değildir (UNHCR, 2022). Dünya çapında yerinden edilmiş nüfusun 26,6 milyonu mülteci ve 4,4 milyonu sığınmacıdır.

Suriye ve Türkiye, dünyadaki mülteci nüfusunun sırasıyla birinci ‘kaynak’ (6,8 milyon) ve ‘ev sahibi’ (3,7 milyon) ülkeleridir. Son 70 yıllık süre içinde zorla yerinden edilmiş toplam nüfusun yalnızca 5,6 milyonunun geldikleri ülkelere geri döndüğünü hatırlatmakta fayda var.

Türkiye kamuoyundaki yaygın sığınmacı/mülteci/göçmen karşıtlığının psikososyal altyapısını oluşturan faktörler nelerdir? Farklı etnik, dini ve siyasal geçmişleri olanlar bu konuda nasıl uzlaştı?

Bu aslında çok yönlü, iç içe geçmiş ve sürece yayılan bir altyapıdır. Son zamanlarda karşı karşıya kaldığımız ve giderek artan sığınmacı/mülteci/göçmen karşıtlığı Türkiye’ye özgü bir olgu da değildir ne yazık ki. Bu karşıtlığın temelinde yatan sebepler arasında gerçek veya algılanan fiziksel, ekonomik ve sembolik (kültürel) tehditler, sosyal kimlik, sosyal baskınlık algısı ve kolektif psikolojik sahiplenme gibi faktörlerin olduğu görülmektedir. Özetleyecek olursam sığınmacılar, mülteciler ve göçmenler geldikleri toplumun üyeleri tarafından çoğunlukla bir tehdit unsuru olarak algılanırlar. Bu her zaman bilinç düzeyinde oluşmaz. Bazen insanlar farkında olmadan, sebebi üzerine yeterince düşünmeden veya tehdit algısını yeterince bilişsel olarak anlamlandırmadan bu grupları tehdit unsuru olarak görebilirler. Bu da onların bu grupların üyelerine karşı bireysel veya kolektif olumsuz eylem ve söylemler geliştirmelerine sebep olur. Örneğin yerel toplum üyeleri, sığınmacı/mülteci/göçmenlerin ülke ekonomisine, toplumsal huzura ve güvenliğe, kültürel varlığa ve mirasa, sosyoekonomik gelişmişlik düzeyine, eğitime, sağlık sistemine ve kamusal hizmetlere erişime tehdit oluşturduğuna inanabilir.

‘OLUMSAL EYLEMLER ÇOK KOLAY GENELLEŞEBİLİYOR’

Sığınmacılar, mülteciler ve göçmenler arasında bu alanlara tehdit oluşturanlar olabilir ki benzer eylemleri yerel toplum üyelerinin yaptığını, hatta bazen daha fazla yaptığını da görüyoruz fakat ilk grubun üyeleri dışarıdan geldiği, buraya ait olmadığı, sığındığı ve kendisiyle, diliyle, kültürüyle ve motivasyonlarıyla ilgili bilinmeyenler veya yanlış bilinenler olduğu için olumsuz eylemleri çok kolay bir şekilde genelleştirilebiliyor. Sanki o grubun bütün üyeleri bu olumsuz ve tehdit edici eylemleri sergiliyorlar gibi algılanıyor. Aynı veya çok daha olumsuz olan eylemleri yerel toplum üyeleri yapınca yerel toplumda bu kadar yankı bulmamasının ve yerel toplumun bütünün tehdit olarak algılanmamasının ve eylemi nedeniyle suçlanmamasının sebebi buraya ait olanla olmayan arasındaki farkta yatmaktadır. Kısacası bize ait veya yakın olandan gelince bu tür eylemler bireyseldir ve burası sözüm ona hukuk devleti olduğu için adli işlemler yapılmalıdır ama sığınmacılar, mülteciler ve göçmenlerden gelince bu onların fıtratında vardır, toplumsal olarak mahkûm ve linç edilmelidir ve derhal ülkelerine geri gönderilmelidir. Bu bakış açısı o kadar yaygın ki doğrudan sığınmacılar, mülteciler ve göçmenlerle temas kurmamış olanlarda bile bu tehdit algısı oluşmaktadır. Bunda da medyanın, siyasi söylemlerin ve sosyal çevrenin etkisi büyük rol oynamaktadır.

‘MÜLTECİLERİN EYLEMLERİ ‘KOLEKTİF DOĞASI’ İLE İLİŞKİLENDİRİLİYOR’

Buraya kadar anlattıklarım aynı zamanda sosyal kimlik kuramının varsayımlarıyla da açıklanabilir. Bu kurama göre sosyal temsiller ve aidiyetler (ki bunlar etnik ve dini kimlikler, kurumsal üyelikler, sınıf, toplumsal cinsiyet ve yaş gibi değişkenler de olabilir) bizi, ait olmadığımızı hissettiklerimize nazaran, ait olduğumuzu hissettiğimiz gruba dair daha olumlu algı ve tutumlar geliştirmemiz ve onlarla daha iyi ilişkiler kurmamız konusunda motive ediyor. Buradan hareketle, kendi grubumuzun üyelerine karşı daha fazla olumlu (ve daha az olumsuz) duygu, algı ve tutumlara sahipken diğer grubun üyelerine karşı daha fazla olumsuz (ve daha az olumlu) duygu, algı ve tutumlara sahip oluyoruz. Bu nedenle bizden olmayanlara daha hızlı ve kapsamlı dışlayıcı davranışlar sergilerken bizden olana daha anlayışlı davranabiliyoruz. Benzer şekilde bizden olmayanın zarar veren eylemleri çok hızlı bir şekilde o kişinin özüyle veya fıtratıyla açıklanırken bizden olanın aynı veya benzer zarar veren eylemlerinde dış faktörleri sorumlu tutulabiliyor veya zaman zaman psikolojik rahatsızlıklarla ilişkilendiriliyor. Bu bağlamda ‘bizden olmayan sığınmacıların, mültecilerin ve göçmenlerin’ eylemleri çok kolay bir şekilde onların ‘kolektif doğası’ ile ilişkilendiriliyor ve topyekûn hedef haline getiriliyor.

‘EŞİTLİK FARKIYLABİLİNEN SOSYAL BASKINLIK EĞİLİMİ’

Bir diğer faktör ise eşitlik karşıtı karakteriyle bilinen sosyal baskınlık eğilimidir. Buna göre, insan doğası, sınırlı kaynaklar için yapılan acımasız ve mutlak bir kazananın ve mutlak bir kaybedenin olduğu bir yarıştan ibarettir. Bu eğilime sahip bireyler kendi grubunun mevcut kaynakların hem ilk erişen hem de bütününe erişen tek grup olması gerektiğine inanır. Bunlar maddi anlamda getirisi olan kaynaklar olmak zorunda değiller. Bir sosyal alana veya kamu hizmetine erişim, sosyokültürel haklardan faydalanma, kamusal görünürlük ve hatta eğlenme veya iyi zaman geçirme bile olabilir.

Özetle iyi ve faydalı olan bir şey varsa bu öncelikle ve mutlaka yerel topluma verilmelidir. Sığınmacı, mülteci ve göçmene ancak yerel toplumun rızası ve gönlü varsa verilebilir ki bu çoğunlukla mümkün değildir çünkü onlara farklı sebeplerden hak değildir. Buraya ait değildir, kendi ülkesine ihanet etmiştir, korkaktır, bu topraklar için savaşmamıştır ve savaşmayacaktır, emek verip üretmemiştir, kültürel olarak geridir ve hatta bazılarına göre insan bile değildir. Bu şekilde nitelenen ve algılanan gruplara karşı bu denli sınırsız nefretin ve şiddetin sebeplerinden biri budur.

‘TÜRKİYE’DEKİ KOŞULLAR İÇLER ACISI’

Bu nefreti besleyenler ve şiddeti uygulayanlar kendileri ve sığınmacı, mülteci ve göçmenler arasında hiçbir duygusal veya bilişsel bağ kurmalarına izin vermeyecek kalın duvarlar örüyorlar. Bu, bence aynı zamanda bir sorumluluktan kaçma halidir. Sığınmacı, mülteci ve göçmenlerin içinde bulundukları koşulları fark etme ve anlama noktası aynı zamanda sorumluluk getirir ve insanlar bu sorumluluğu almak istemeyerek o konfor alanından çıkmak istemiyorlar. Oysa Türkiye’deki koşullar bu ülkenin vatandaşları için de içler acısı.

Kamuoyu yoklamaları ve raporlar milyonlarca gencin ülkeden gitmek istediğini ve binlerce doktorun ve akademisyenin ülkeyi çoktan terk ettiğini ortaya koyuyor. Oysa Türkiye’de Suriye’deki kadar kapsamlı bir iç savaş yokken oluyor bütün bunlar. Özetle, içinde bulunduğu duruma sebep olan faktörleri sorgulama ve sorumluları hesaba çekme ve bunu demokratik, adil ve hak temelli yöntemlerle değiştirme zahmetine girmeyen yerel toplumun önemli bir kesimi kolay olanı yapıp amansız bir yarış içerisine girerek hiyerarşik bir bakış açısıyla aşağıda gördüğü ve her alanda domine etmek istediği sığınmacı, mülteci ve göçmenleri hedef almaktadır.

‘İKTİDARIN ŞİDDETİNE MARUZ KALANLAR KRİMİNALİZE EDİLİYOR’

Son olarak kolektif psikolojik sahiplenme sürecinden bahsedebilirim. Bu sahiplenme yerel toplumun üyeleri arasında kimin nereye ve neye ne kadar sahip olduğuna dair hissettikleriyle ilgilidir. Yerel toplumun nezdinde sığınmacı, mülteci ve göçmenler – tarihsel olarak aynı coğrafyayı paylaşmış, benzer geleneklere sahip ve hatta aynı inançlara sahip olsalar da – günün sonunda ‘dışarıdan geldiler’ ve buraya ait değiller ve dolayısıyla bu ülkenin teritorisine, siyasal ve sosyokültürel yapılarına ve ekonomik kaynaklarına sahiplik iddiaları olamaz. Bu, çok kritik bir nokta çünkü neredeyse en az yüz yıldır sistematik olarak dışlanmış, talepleri marjinalleştirilerek kriminalize edilmiş ve zaman zaman ‘ya sev ya terk et’ denilmiş etnik, dini ve siyasal grupların üyeleri de bu kolektif sahiplenme üzerinden sığınmacı, mülteci ve göçmenleri ötekileştiriyor, temel insan haklarından mahrum bırakılmasını ve savaşa rağmen sınır dışı edilmesini talep ediyor. Kısacası, geniş çerçevede iktidar(lar)ın her türlü fiziksel ve psikolojik şiddetine maruz kalanlar veya buna tanık olanlar ve bu yüzden zorunlu göç edenler kendi yoksunluklarını ve çıkmazlarını bir kenara bırakarak, kabul görmemiş kolektif hak sahipliğine tutunarak sığınmacı, mülteci ve göçmenleri topyekûn marjinalleştirip kriminalize ediyor. İşte bu bahsettiğim dört temel faktör farklı etnik, dini ve siyasal geçmişe sahip grupların üyelerini sığınmacı, mülteci ve göçmen karşıtlığında çok kolay bir şekilde bir araya getirdi.

Türkiye kamuoyunda sığınmacı/mülteci/göçmenlere desteğin veya onların ülkede bulunmasına karşıt olmamanın gerekçeleri nelerdir?

Elbette toplumun tamamı sığınmacı, mülteci ve göçmenlerin Türkiye’de bulunmasından rahatsızlık duymuyor. Fakat bu desteğin arkasındaki sebepler ve motivasyonlar da farklılaşabiliyor. Örneğin bir kısmı Suriye’de savaşın devam ettiğini ve sığınmacılar gönderilirlerse ciddi hak ihlallerine maruz kalacağından, işkence göreceğinden, zorla silahlandırılacağından ve rejim veya farklı silahlı gruplar tarafından öldürülebileceğinden endişe ediyorlar ki Uluslararası Af Örgütü, Human Rights Watch ve BM tarafından yazılan raporlar bu endişeyi doğrular niteliktedir. Bu bakış açısına sahip olanlar insan haklarını temel alıyorlar ve güvenli ve sürdürülebilir yaşam koşulları oluşana kadar sığınmacıların Türkiye’de kalmasına ve kamu hizmetlerine erişmesine destek veriyorlar.

‘İKTİDAR MERHAMET EDİLMESİ GEREKENLER OLARAK GÖRÜYOR’

Diğer bir kısım ise konuya iktidarın sıkça dile getirdiği ‘muhajir-ensar’, ‘yardım edilen-yardım eden’, ‘yardıma muhtaç-yardımsever’ denkleminden bakıyor. Sığınmacı, mülteci ve göçmenleri pasifize ederek, onların ‘günün sonunda insan olduğunu’ hatırlayarak kurdukları hiyerarşik düzlemde ‘büyük bir devletin (ev) sahipleri olarak onları merhamet edilmesi gerekenler’ olarak görüyorlar. Böylece hem inanç sistemlerinin gereğini yerine getirerek rahatlamış hem de hiyerarşik bağlamı devam ettirmiş oluyorlar. Bir de konuya ekonomik fayda perspektifinden bakanlar var. Esasında sığınmacı, mülteci ve göçmenlerin vatandaşların çalışmadığı veya çalışmak istemediği güvencesiz koşullarda ve işlerde daha düşük ücretleri kabul etmek zorunda kalarak çalışmasını kendi çıkarını sağlayan bir süreç olarak değerlendiriyorlar ve bunun devam etmesinden yanalar.

‘GÖÇMENLERİN ÜLKEDE BULUNMASINI İSTEYENLERİN SESİ DAHA AZ DUYULUYOR’

 İşverenler, güvencesizliğe ve emek sömürüsüne rağmen çalışmak zorunda kalan sığınmacıları, mültecileri ve göçmenleri işe almayı önceleyerek maksimum kâr elde ederken, bu sebepten işgücü dışında kalan yerel toplum üyeleri de sığınmacıları, mültecileri ve göçmenleri işsizliğe sebep olduğu gerekçesiyle hedef alıp düşmanlık besliyorlar. Günün sonunda kapitalist düzen içinde hem onlar hem de yerel toplum üyeleri ciddi zorluklarla karşılaşıyorlar. Fakat ırkçı politikaların, söylemlerin ve eylemlerin arttığı böylesi zamanlarda sığınmacıların, mültecilerin ve göçmenlerin ülkede bulunmasını destekleyenlerin veya buna itirazı olmayanların sesi gittikçe daha az duyulur olmaktadır zira onlar da – motivasyonları farklı ve doğrudan sığınmacıların, mültecilerin ve göçmenlerin iyilik halini öncelemese de – ırkçı tutumun hedefi haline geliyorlar. Göç alanında çalışan akademisyenler, insan hakları savunucuları ve insani yardım kuruluşları ve bu kuruluşların çalışanları da hedef alınan ilk gruplar arasında yer alıyorlar.

Sığınmacı/mülteci/göçmen karşıtlığı bağlamında artan milliyetçilik refleksleri Türkiye'de toplumsal barış ve uzlaşı için ne tür riskleri beraberinde getirmektedir?

Sığınmacı/mülteci/göçmen karşıtlığı sadece bu grupları hedef alan bir karşıtlık biçimi değildir. İlk soruya verdiğim yanıttaki bütün faktörler çok kolay bir şekilde başka gruplara yönelik ayrımcılığı, düşmanlaştırmayı ve şiddet eylemlerini meşrulaştırabilecek ve yaygınlaştırabilecek faktörlerdir. Hatta bu ayrımcılığın, düşmanlaştırmanın ve kitlesel şiddet ve linç kültürünün sığınmacılar, mülteciler ve göçmenler gelmeden önce de mevcut olduğunu ve sığınmacılar, mülteciler ve göçmenler olur da bir gün ülkelerine dönerse veya üçüncü bir ülkeye giderse de var olmaya devam edeceğini ne yazık ki biliyoruz. Dolayısıyla en azından Cumhuriyet tarihinden bu yana gerçek anlamda bir toplumsal barış ve uzlaşıdan bahsetmek zaten mümkün değil.

‘GÖÇMEN KARŞITLIĞI BARIŞ KÜLTÜRÜNDEN GİTTİKÇE UZAKLAŞIYOR’

 Sığınmacı/mülteci/göçmen karşıtlığı ise bu barış ve uzlaşı kültüründen gittikçe daha hızlı uzaklaşıldığı anlamına geliyor çünkü bu karşıtlıkta ciddi bir toplumsal uzlaşı var – dolayısıyla bu ırkçı tutum yıllarca dışlananlar ve düşmanlaştırılanlar tarafından da meşru görülüyor. İşte tam da bu noktada, giderek daha da kutuplaşan bir ülkede barış ve uzlaşıya duyulan ihtiyacın sebepleri ortadan kaldırılıyor. Oysa güvenceli ve insan onuruna yaraşır bir işte ve koşullarda çalışmak ve yaşamak, kamu hizmetlerine ayrımcılığa uğramadan erişmek, anadilinde eğitim almak, yargılanmadan, baskılanmadan ve dışlanmadan kendini ifade etmek, örgütlenmek, protesto etmek ve hak temelli bir yönetim anlayışı talep etmek herkesin hakkı. Sığınmacıları, mültecileri ve göçmenleri bunun dışında bırakarak artan ırkçı söylemlerin ardına sığınarak onları düşmanlaştırmak ve hatta insandışılaştırmak bu hakları talep etmeyi ve onlar için mücadeleyi geciktiren bir noktaya sürüklüyor toplumu.

‘İTTİFAKLARIN SOMUT BİR PLAN PAYLAŞABİLECEĞİNİ DÜŞÜNMÜYORUM’

Kısacası gelinen noktada Türkiye sığınmacılar, mülteciler ve göçmenler zorla veya sözüm ona ‘gönüllü’ olarak geri gönderildiğinde veya üçüncü bir ülkeye gittiklerinde barış ve huzuru bulabilecek bir noktada değil çünkü kutuplaşma ve çatışma hatları bununla sınırlı değil. Sığınma ve göç meselesi dâhil olmak üzere neredeyse ülkedeki hiçbir soruna hak temelli, katılımcı, şeffaf ve somut bir çözüm önerisi sunulmuyor. İttifakların veya ülkeyi yönetmeye aday olanların kiminle, nasıl ve ne zaman barış ve uzlaşı sağlanacağına dair somut bir planı olduğunu ve bunu kamuoyuna açık bir şekilde paylaşabileceğini zannetmiyorum. Buna ihtiyaç olduğu fikrinde bile bir uzlaşı olduğunu göremiyoruz. Bütün bu sorunlar orta yerde dururken ve sosyal, kültürel, siyasal ve ekonomik yükü gittikçe daha da artarken bütün tartışmaların dönüp dolaşıp sığınmacı, mülteci ve göçmenlere bağlanması güncel siyasi çıkarlara hizmet etmekle birlikte müzakere, uzlaşı ve barışa dair umutlara ve beklentilere ciddi anlamda ket vurmaktadır.

Söyleşinin devamı yarın…

İlgili Haberler
Öne Çıkanlar