Avukat Gülizar Tuncer: Gezicilerin üzerine başkaca bir kötülüğü, karanlığı çağırıyor
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Gezi eylemlerine katılanlara dönük sarfettiği 'Bunlar çürük, bunlar sürtük' sözlerini Avukat Gülizar Tuncer ile konuştuk.
Esra ÇİFTİÇİ
Mecliste AKP grup toplantısında Gezi Parkı eylemlerine katılanlar için, "Düşünün Dolmabahçe Valide Sultan Camii’nin içinde bu eşkıyalar, bu teröristler bira şişeleriyle, bira kutularıyla adeta caminin içini pislemişti. Bunlar böyle. Bunlar çürük, bunlar sürtük" diyen Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a başta kadınlar olmak üzere toplumun geniş bir kesimi tarafından tepkiler geldi. Erdoğan gelen tepkiler karşısında sözlerini daha da ileriye taşıyarak, "Bütün bunlar olurken, bunları savunan zihniyetten hiçbir şey olmaz. Polis araçlarımız, camilerimiz yakıldı. Bu kendini bilmezler tarafından işgal edildi" açıklamasını yaptı.
Bu sözlerin ne anlama geldiğini, bundan sonrası için Türkiye halklarını nasıl bir süreç beklediğini Avukat Gülizar Tuncer ile konuştuk.
"BU SON DERECE BİLİNÇLİ BİR POLİTİKANIN SONUCUDUR"
Erdoğan‘ın Gezi eylemcileri ve özellikle de kadınlara yönelik sözleri ne anlama geliyor?
Cumhurbaşkanı ve aynı zamanda AKP Genel Başkanı konumundaki Erdoğan yıllardır zaten herkese bağırıp çağırarak, adeta höykürerek konuşuyordu. Ama son süreçteki konuşmaları artık sınırların iyice aşıldığını gösteriyor. Üstelik bu her zaman söylendiği üzere siyaset dilinin sertleşmesi veya şiddet dili değil, artık çok başka bir anlam ifade ediyor. Erdoğan bu sözleri anlık bir öfkeyle (öyle olsa bile asla kabul edilemez) de söylemiş değil, planlı programlı biçimde hazırlanan bir metinden okuyarak yapmıştır ki bu son derece bilinçli bir politikanın sonucudur.
"ERDOĞAN MİLYONLARCA İNSANI HEDEF ALARAK HAKARET ETTİ"
Erdoğan bu sözleri sarf ederek nasıl bir ortam yaratmak istiyor?
Erdoğan’ın amacı Gezi üzerinden yeni bir şiddet dalgası yaratmaktır. Erdoğan böylelikle 9 yıl aradan sonra hem eski yalanlarını tekrarlamış oldu hem de "eşkıya" ve "terörist" suçlamalarıyla birlikte, "çürük" ve "sürtük" kelimelerini kullanarak eylemcilere küfür ve hakarette bulunmuş oldu. İçişleri Bakanlığı Kamu Güvenliği Müsteşarlığı’nın o dönem hazırladığı rapora göre; bütün Türkiye çapında Bayburt ili hariç olmak üzere bütün illerden 11 milyon yurttaşın bu eylemlere katıldığı, gerçek katılımın ortaya konulan rakamın çok üzerinde olduğu ve aile, sosyal çevre ilişkileriyle birlikte memleketin yarısından fazlasını oluşturan geniş bir Gezi’ci kitlenin olduğu açıktır. Dolayısıyla Erdoğan Gezi eylemine katılan milyonlarca insanı hedef alarak, onlara yönelik alenen küfür ve hakarette bulunmuş oldu.
"GEZİCİLERİN ÜZERİNE BAŞKACA BİR KÖTÜLÜĞÜ, KARANLIĞI ÇAĞIRIYOR"
Muhaliflere yönelik bu sözler yeni mi?
Daha önce de muhaliflere yönelik çöplük, pislik, alçak, sefil, cibilliyetsiz gibi hakaret içeren sözler kullanmıştı Erdoğan ama bu seferki sözleri tek tek kişilere veya sınırlı bir kesime yönelik değil, milyonlara karşıdır ve onun daha önceki kadın düşmanı ve homofobik söylemlerinin en uç noktasını oluşturmaktadır. Yine Gezi döneminde Gezicilere "Çapulcu" demiş ve o dönemdeki konjonktürde, milyonların sokakta olduğu bir dönemde "Evet biz çapulcuyuz" diye karşılık verilmişti. Ancak şimdi hem dönem çok farklı hem aşağılamak amacıyla kullanılan kelimeler açıkça hakaret içermekle kalmıyor, Gezicilerin üzerine başkaca bir kötülüğü, karanlığı çağırıyor.
"ÖNEMLİ OLAN TOPLUM NEZDİNDEKİ KARŞILIĞI"
Peki bu sözler karşısında muhalefet cephesi ne diyor?
Erdoğan’ın sözleri bir yandan muhalif kesimlerden büyük tepkiler alırken bir yandan da "ben sürtüğüm, biz sürtüğüz" biçiminde farklı bir karşı tepki geliştirildi. Özellikle kadınlar cephesinden geliştirilen bir söylemle "sürtük" sözcüğünün TDK’daki "çok gezen, çok dolaşan, serbest kadın" biçimindeki anlamından yola çıkılarak "sürtüğüz ama dürüstüz." gibi sloganlar bile üretildi. Erdoğan elbette ki bu sözcüğü TDK’daki diğer anlamıyla "bayağı kadın, fahişe" anlamında kullanmıştı ve zaten toplum nezdindeki karşılığı da buydu. Aynı şekilde erkekler için kullandığı "çürük" sözcüğünün de toplumda nasıl değerlendirildiğini bilerek hakaretten öte küfür anlamında kullanmıştı.
"ERDOĞAN’A KARŞI ÇIKMAK ZORUNDAYIZ"
İnsanlık tarihindeki geçmişi çok eskilere dayanan fahişelere sahip çıkıyor oluşumuz; bedenlerini satarak yaşamak zorunda bırakılan ve bu yüzden de aşağılanan, horlanan, ezilen bu kadınlardan yana oluşumuz elbette ki önemli ama tam da bu nedenle hem onlara hem de onları kullanarak bütün kadınlara hakaret eden Erdoğan’a karşı çıkmak zorundayız. Zira Erdoğan "sürtük" kelimesini kullanırken onları bir kez daha lanetlemekle kalmıyor, Gezi’de yer alan tüm eylemci kadınları da toplumun gözünde lanetliyor; tıpkı fahişelere baktığı gibi onları da toplum dışı, ahlaksız, cehennemlik ilan ediyor.
"EN BAŞTA KADINLAR KARŞI ÇIKMALI"
Yani burada bizim kendi dünyamızda bu kelimelere yüklediğimiz anlamdan bağımsız olarak Erdoğan’ın bu kelimeleri ne maksatla kullanmış olduğudur önemli olan. Dolayısıyla tepkilerimizin niteliğini ve bu sözlere karşı ne yapmamız gerektiğini belirleyen de bu olmalıdır. Erdoğan hem yıllardır unutamadığı Gezi’ye ve Gezicilere duyduğu nefreti ortaya koyuyor hem de kadınlara yönelik şiddeti besleyen cinsiyetçi bir söylemle onları halkın gözünde itibarsızlaştırıp aşağılayarak adeta şeytanlaştırıyor. O yüzden de bu ülkede yaşamları artık güvende olmayan, onların istediği makbul kadın normlarına uymadığı için giydiği kıyafetten söylediği şarkıya kadar her şeyde ayıplanacak bir kusur aranan, toplumsal yaşamdan koparılıp evlere hapsedilmek istenen kadınların en başta karşı çıkması gerekiyor bu söyleme.
"SEN KİMSİN VE NE HAKLA BİZE KÜFREDİYORSUN"
Evet daha önce de bu hakaret, tehdit ve düşmanlaştırmayı yaşadık; Gezi sürecinden beri yaşam alanlarımıza, en temel hak ve özgürlüklerimize, değerlerimize saldırıda bulunuldu ama sistematik biçimde sürdürülen bu saldırganlığın artık hangi boyutlara varacağını görmek zorundayız. Bugün halkın bir bölümünü diğerine karşı kışkırtma, tahrik etme noktasına vardırılan bu tehditkâr üslup ve tehlikeli dil özel bir propaganda yöntemi olarak kullanılıyor. Dolayısıyla iktidar gücünü eline alarak, bilinçli şekilde yürütülen bir linç kampanyasının parçası olarak söylenen bu sözlere şiddetle karşı çıkmalı ve hesap sormalıyız Erdoğan’a "Sen kimsin ve ne hakla bize küfrediyorsun?"
"KENDİLERİ GİBİ OLMAYAN KADINLARA BUNDAN SONRAKİ SÜREÇTE ARTIK NASIL BAKACAKLARI AÇIKTIR"
Erdoğan sonraki konuşmalarında da benzer söylemleri devam ettirdi? Ne diyeceksiniz?
Evet, o sözler öylesine söylenmiş değildi ve Erdoğan aynı dili kullanmaya devam ediyor hala. Son konuşmasında özellikle "sürtük" sözcüğüne yönelik tepkilere değinerek "Biz Gezi olaylarında sergiledikleri tutuma yakışan teşhisi koyduk. Biz hep milletimizin diliyle konuştuk. Milletimiz bu vandalları nasıl tanımlıyorsa biz de öyle dedik" diye konuştu. Biz milletimizin diliyle konuştuk derken aslında milletin de onun diliyle konuştuğunu gayet iyi biliyor. Söylediği sözleri itinayla seçen Erdoğan bunların AKP tabanında, kendi kitlesinde nasıl bir karşılık bulacağını çok iyi biliyor, ölçüp biçerek konuşuyor, nasıl bir etki yarattığına bakarak da devamını getiriyor. Dolayısıyla onun "sürtük" dediği Gezici kadınlara veya Gezicilerle sınırlı olmayacak biçimde kendileri gibi olmayan kadınlara bundan sonraki süreçte artık nasıl bakacakları açıktır.
"KARANLIK BİR TEZGAH BU"
AKP tabanı ne düşünüyor?
Ayrıca kadınlarla sınırlı olmayacak biçimde Gezi’ye katılan milyonlarca insana yönelik "eşkıya", "terörist" nitelemeleriyle bir kez daha onların daha önce de söylediği gibi dış güçlerin emrindeki" hain" ler olduğunu hatırlatmış oldu. AKP tabanı zaten Reis’lerinin izinden giden ona tapan, söylediği her söze alkış tutan, onun "hain" ilan ettiğine anında düşmanlaşan bir kitle. Dolayısıyla hem AKP genel başkanı hem cumhurbaşkanı sıfatıyla vatandaşı vatandaşa karşı kışkırtarak, tahrik ederek onları katli vacip noktasına getiriyor. Bir yandan karşı tarafın direncini kırıp etkisizleştirmeye çalışıyor bir yandan da zamana yayılan bir psikolojik savaş politikası yürütüyor. Hiç basit bir mevzu değil, gündem dağıtma hali hiç değil son derece planlı, karanlık bir oyunun içindeyiz.
"BİTMEYEN GİDEREK BÜYÜYEN YALANLAR"
Toplumun farklı kesimlerini birbirine düşman edecek, dinsel, etnik hassasiyetleri kaşıyıp körükleyecek politikalar güden Erdoğan bu nedenle sürekli biçimde ve pervasızca yalanlar söylüyor. 2013 yılında Gezi sürecinde söylediği Kabataş’ta kalabalık ve yarı çıplak haldeki Gezici bir grup erkeğin çocuğuyla beraber eşini bekleyen başörtülü bacısının üstüne işediği yalanını artık tekrarlayamaz oldu ama başkaca yalanlar söylemeye devam ediyor. Daha önce "ayakkabılarıyla camiye girdiler, camide bira içtiler" demişti ve caminin müezzini de "ben din adamıyım yalan söyleyemem, böyle bir şey görmedim, görseydim müdahale ederdim" dediği için görev yerinden sürülmüştü. Şimdiyse 9 yıl aradan sonra yalanını biraz değiştirip düzelterek tekrarlıyor ve diyor ki "Dolmabahçe Valide Sultan Camii’nin içinde bu eşkıyalar, bu teröristler bira şişeleriyle, bira kutularıyla adeta caminin içini pislemişti." Erdoğan camide içki içmekten pislemeye dönüşen yalanlarına şimdi bir yenisini daha ekledi ve dedi ki "camileri yaktılar!" Ancak "Bütün bunlar olurken, bunları savunan zihniyetten hiçbir şey olmaz. Polis araçlarımız, camilerimiz yakıldı. Bu kendini bilmezler tarafından işgal edildi" sözleri artık bir yalandan öte açık bir kışkırtma faaliyetine tekabül ediyor.
"BÜTÜN BU SALDIRILAR SINIRLI DÜZEYDE BİR ETKİYE SAHİP GİBİ GÖRÜNEBİLİR ANCAK HEDEFLENEN DAHA KAPSAMLI KİTLESEL KATLİAMLARA YOL AÇACAK DÜZEYDEDİR"
Neden kışkırtma faaliyeti yapıyor?
Bu ülkede 6-7 Eylül pogromundan başlayarak Çorum, Maraş, Sivas katliamlarının tam da bu tarz tahriklerin sonucu yaşandığını biliyoruz. Şimdiye kadarki süreçte herkes kendini çürüklere, sürtüklere, teröristlere karşı konumlandırıp memleket savunmasında zannetsin ona göre davransın istiyordu, şimdi el yükseltti. Artık yıllardır özenle yetiştirdikleri "dindar ve kindar" nesil onun ahlaksız ilan ettiği kadınlara taciz ve tecavüzde bulunma hakkından başlayarak "terörist" ilan ettiği insanlara yönelik her türlü fiili saldırıyı da kendinde hak olarak görebilir. Bütün bu saldırılar şimdilik sınırlı düzeyde bir etkiye sahip gibi görünebilir, ancak ileriki dönem için hedeflenen çok daha kapsamlı kitlesel katliamlara yol açacak düzeydedir. Dolayısıyla her defasında yalanlar büyürken tehlike de büyüyor.
"TEHLİKE BÜYÜYOR"
Bu ülkede dinsel gericiliğin nasıl kıyıcı hale gelebileceğini çok iyi bilen Erdoğan halkı açıkça birbirini boğazlama noktasına getirmeye çalışıyor. OHAL sürecinde çıkarılan KHK’ları hatırlarsak; sivillere kendilerinin takdir edeceği "terör" eylemlerine müdahalede cezasızlık öngören yasal düzenlemelerle birlikte, paramiliter örgütlenmelerin yaygınlığını da düşündüğümüzde, bu durumun nasıl tehlikeli noktalara varabileceğini görürüz. Düşünün ki Gezi’de elindeki palalıyla göstericilere saldıran veya 15 Temmuz’da "tatbikata gidiyoruz" diye sokağa çıkarılan genç askerlerin boğazını kesen, kamçılayan saldırganlar hakkında bırakalım ceza ve davayı soruşturma dahi açılmasını engelleyen yasal düzenlemeler yaptılar. Bu ülkede kayıp silahlar veya ruhsatlı silahlar dışında 25 milyon kayıt dışı silahın olduğu, yani her iki evden birinde silah olduğunu düşündüğümüzde durumun vahameti anlaşılabilir.
2012’ den beri varlığını sürdüren ancak bugünlerde daha çok gündeme gelen SADAT ve her gün bir yenisinin adını duyduğumuz diğer paramiliter örgütlenmelerin ülke çapındaki yaygınlığını da düşündüğümüzde durum daha da vahimleşiyor. Zaten her biri iktidarın emrinde olan devletin kendi resmi teşkilatlarının dışında kurulan bu denetimsiz yapıların yanında, diğer cihatçı örgütlenmelerin de nasıl örümcek ağı gibi memleketi sardığını düşünürsek söyleyecek şey kalmıyor artık.
"TSK, EMNİYET VE MİT HERHANGİ BİR ŞARTA BAĞLI OLMADAN VE KAYIT ALTINA ALMAKSIZIN SİLAHLARINI BİRBİRİNE DEVREDEBİLECEK"
Ayrıca geçen yıl çıkarılan bir yönetmeliğe göre "milli güvenlik, kamu düzeni ve kamu güvenliğini ciddi şekilde tehdit eden terör, toplumsal olaylar ve şiddet hareketlerinin meydana gelmesi durumunda veya emniyet ve asayişin zorunlu kıldığı hallerde" TSK, Emniyet ve MİT herhangi bir şarta bağlı olmadan ve kayıt altına almaksızın silahlarını birbirine devredebilecek. Böylelikle asıl görevi ülke savunması olan TSK’nın envanterindeki ağır silahlar "toplumsal olaylarda" kullanılmak üzere Soylu’nun emrindeki polise teslim edilecek. Yani artık 15 Temmuz öncesi ve sonrası dağıtılan TSK silahlarına veya başkaca "kayıp silah" , ruhsatsız silah, örtülü ödenekten sağlanan silah vb. kılıflara da ihtiyaç duymayacak şekilde kimin tarafından kime teslim edildiği ve kime karşı kullanılacağı belli olmayacak biçimde kayıt dışı silahlara sahipler. Kendilerine yönelik her karşı çıkışı "milli güvenlik, kamu düzeni ve kamu güvenliği" sorunu haline getiren ve istediği her eylemi "terör" eylemi veya "şiddet hareketi" olarak gören, gösteren iktidar, artık buna da ihtiyaç duymayacak biçimde açıkça "toplumsal olaylar" ı da ordunun ağır silahlarını kullanabileceği bir alan olarak görmektedir.
"ERDOĞAN’A BİRİLERİ DÜNYANIN HİÇBİR YERİNDE BÖYLE BİR DOKUNULMAZLIK ZIRHININ OLAMAYACAĞINI ANLATMALI"
Erdoğan’ın "Dünyada her kim bu kardeşinize saldırıyorsa Türkiye’ye saldırıyor demektir" sözlerini bir hukukçu olarak nasıl yorumluyorsunuz?
Erdoğan son konuşmasında daha da ileri giderek "Dünyada her kim bu kardeşinize saldırıyorsa aslında Türkiye’ye saldırıyor demektir. Dünyada her kim AK Partiyi ve Cumhur İttifakı’nı kötülüyorsa aslında Türkiye’yi hedef alıyor demektir" dedi. Böylelikle Erdoğan kendisini yalnızca Türkiye’nin değil dünyanın dokunulmazı ilan etti. Ben seçimle geldim seçimle giderim demediği gibi ben devletin kendisiyim, benim dışımda kimse devleti temsil edemez, kimse beni ve AKP’yi eleştiremez diyor.
Erdoğan’a birileri dünyanın hiçbir yerinde böyle bir dokunulmazlık zırhının olmadığını, olamayacağını anlatmalı. Bütün dünyada en çok eleştirilen insanlar siyasetçilerdir ve Avrupa ülkelerinde Cumhurbaşkanına hakaret suçu ya hiç yoktur ya da fiilen uygulanmamaktadır. Ayrıca adına "Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi" denilen bu ucube sistem nedeniyle Erdoğan bütün yetkileri elinde toplayarak gücünü kötüye kullandığından ötürü de kendisi en çok eleştiriyi hak etmektedir.
"HAKKINDA DAVA AÇILANLARIN 1107’İ ÇOCUK"
Türkiye’de "Cumhurbaşkanına hakaret" suçu TCK 299. Maddede düzenlenmiş; cezası 1 yıldan 4 yıla kadar hapis ve suçun alenen işlenmesi halinde de artırım uygulanıyor. Adalet Bakanlığı verilerine göre; yalnızca 2014–2020 yılları arasında "Cumhurbaşkanına hakaret" suçundan açılan 160 bin 169 soruşturma, 38 bin 581 dava var, hakkında dava açılanların 1107’si ise çocuk. Üstelik bu çocukların bir kısmı 15-18 yaş aralığındayken bir kısmı henüz 12-15 yaş aralığında, farik ve mümeyyiz yani işlediği fiilin hukuki anlamın ve sonuçlarını bilebilecek konumda dahi değil.
Düşünebiliyor musunuz kendisi "Cumhurun Reisi" sıfatıyla bu ülkenin vatandaşlarının büyük çoğunluğuna hakaret edecek, küfredecek, tehditler savuracak ama kimse onu siyaseten eleştiremeyecek. Sadece son günlerdeki konuşmalarıyla milyonlarca insana alenen hakaret eden ve "hakaret" suçu yanında "nefret", "halkı kin ve düşmanlığa tahrik veya aşağılama suçu" ve "görevi kötüye kullanma" suçlarını da işleyen Erdoğan hakkında dava açılamıyor. Kendisi bana hakaret ettiler diye küçük çocukları ev baskınlarıyla gözaltına aldırıp tutuklattı, yargılatıp cezalandırdı ama onlara gücü yeten yargı organları Sarayın emrinde olduğu için ona dava açamazlar. Bu yalnızca konumu nedeniyle özel yargılama prosedürüne tabi olduğundan ötürü değil, öyle olmasa bile onun hakkında dava açmayı asla düşünemeyeceklerinden, buna cesaret edemeyeceklerinden ötürüdür.
"ERDOĞAN GEZİ DİRENİŞİ DÖNEMİNDE ÇOK AĞIR SUÇLAR İŞLEDİ"
Ayrıca Erdoğan Gezi Direnişi döneminde de çok ağır suçlar işledi. Demokratik hakkını kullanan insanları "suçlu" ilan etmekle kalmayıp, Gezi’de gerçek anlamda suç işleyen; adam öldüren, yaralayan, haksız yere gözaltına alıp işkence yapan polislere "Emri ben verdim" dedi. Yani Erdoğan Gezi direnişi süresince başta adam öldürme, yaralama ve işkence olmak üzere; toplantı ve gösteri yapma hakkını engelleme, haksız gözaltı ve tutuklama suçlarının da azmettiricisidir. Dolayısıyla önce işlediği bu ağır suçların hesabını vermelidir.
"ŞİMDİ DAHA YAŞAMSAL SORUNLAR VAR"
Bundan sonra süreç nasıl gelişir?
Erdoğan Gezi direnişini hep dış mihrakların yönlendirdiği devleti yıkmaya yönelik bir isyan, darbe girişimi olarak gördü ve halka da böyle anlattı. Onlar devletimizi yıkmaya çalışıyorlar onlardan uzak durun dedi ve hep yalanlar söyledi, hala da söylüyor. Aslında Erdoğan yeni Gezi’ler yaşanmasından korkuyor. Açlığın, yoksulluğun, sömürünün alabildiğine arttığı, artık bir krizden çok yıkım dönemini yaşadığımız bugünlerde insanların yeniden sokaklara döküleceğinden korkuyor. Gezi döneminde iktidarın yaşam alanlarımıza saldırısına karşı tepkiler öne çıkıyordu, şimdi daha yaşamsal sorunlar var. İnsanların artık çöplerden yiyecek toplamanın ötesinde çöpteki yiyecekleri paylaşmak durumunda kaldıkları, hatta çöpte yiyecek bulamamaktan yakındıkları bir dönemdeyiz. Erdoğan ise "vicdansızlık yapmayın aç kalan falan yok" diyebiliyor. Aynı günlerde Birleşmiş Milletler Açlık Haritası yayınlıyor ve buna göre 84,34 milyonluk nüfusa sahip Türkiye’de 14,8 milyon kişi gıdaya erişemiyor, yetersiz besleniyor.
Bir yanda sarayın ihtişamı bir yanda kaderlerine terkedilmiş insanlar ve her şeye rağmen direnenler var. Bir de Geziyi hiç unutmayan, yeni Geziler yaşanmaması için her şeyi yapmaya hazır bir Erdoğan var. Gezi davasında defalarca kez bozma, beraat, birleştirmelerle dolu yargılamanın sonucunda ağır cezalar vererek muhalefete gözdağı vermek istediler. Böylelikle herkese meydan okuyarak gerçekleştirdikleri bu cezalandırma ve tutuklamalarla bundan sonra daha sert bir sürece girileceğini de göstermiş oldular.
"KENDİLERİ DIŞINDAKİLERE HAYAT HAKKI TANIMAYACAKLARI BİR SÜREÇ BAŞLATMAK İSTİYORLAR"
Zaten Kobanê davası, HDP kapatma davası ve süreklilik halini alan kitlesel gözaltı ve tutuklamalarla siyaset alanını daraltmaya dönük hamlelerde bulunuyorlardı. Seçim dönemi yaklaşırken de kendileri dışındakilere siyaset yapma olanağını bırakalım hayat hakkı tanımayacakları bir süreç başlatmak istiyorlar. Haziran seçimlerinden Kasım ayına kadarki süreçte yaşadığımız katliamlarla yaratılan ve seçimler sonrasında da devam ettirilen şiddet sarmalının etkilerini hala görüyoruz. Aynı şekilde bugünkü rejimin kodlarını ve gelecekte yaşayacağımız karanlık günlerin izlerini de orada görebiliyoruz. Yeniden korku yaratmak ve korkuyu yaymak istiyorlar. Her zaman olduğu gibi bu sefer de hazırlıksız yakalanmak istemiyorsak, yılgınlığa karamsarlığa kapılmadan ama gerçekliğe de gözümüzü kapamadan yürümek zorundayız.