Prof. Dr. Kaya: Sağlığın ticarileşmesi ile ruhsal hastalık başvuruları değişti
'Yansıma' programında bu hafta konuk Psikiyatri Uzmanı Prof. Dr. Burhanettin Kaya idi. Kaya ile telaffuz edilen dünya savaşı ihtimalinin toplum ruh sağlığına yansımalarını ve umudu konuştuk.
+GerçekTV'nin Youtube hesabında yayınlanan Ayla Türksoy'un "Yansıma" programının bu haftaki konuğu, psikiyatri Uzmanı Prof. Dr. Burhanettin Kaya oldu. İşgalin başlamasıyla birlikte ortaya serilen cinsiyetçi, ırkçı söylemleri; silah sanayi ve emperyal güçlerin sebep olduğu çatışmaların, savaşların travmatik etkilerini; dehümanizasyon kavramını ve operasyonel medyanın şiddet araçlarını konuştuk.
Psikiyatri alanında çatışma ve savaşların etkilerini yakın zamanda göreceğimizi söyleyen Kaya, sağlığın ticarileşmesi ile ruh sağlığı başvurularının değiştiğini de söyledi. Türkiye’de ruhsal hastalıkların epidemiyolojik bulguları, ne ile ilişkili olduğu, hangi bağlamda ortaya çıktığı, travma ile ilişkisi ve önceki süreçlerin etkisi ile ilgili kapsamlı bir araştırmaya ihtiyaç olduğunun altını da çizdi.
Prof. Dr. Kaya ile yaptığımız söyleşinin ana başlıkları ve kısa bir özetini buradan okuyabilirsiniz.
Uzun süren bir pandemiden tam olarak çıkamamışken, Rusya'nın Ukrayna işgali ile birlikte bir dünya savaşına da evrilme ihtimali görülen savaşın içindeyiz. Arka arkaya bu zor süreçleri yaşamanın toplum sağlığına etkileri neler olabilir?
Türkiye bir travmalar ülkesi. Savaş ve savaşın dışında da birçok kitlesel nitelikli; sadece maruz kalanlarla, mağdur olanların değil, sonraki kuşaklara da sirayet eden yapısıyla, bunların izlerini ve yaralarını taşıyan bir ülke. Bu süreçte küresel olarak dünyayı ve kendine özgü bir şekilde Türkiye'yi de etkileyen pandemi ile birlikte, üzerine insanların geleceğini, belirsizliğini artıran bir savaş korkusunun ortaya çıkması son derece önemli, rahatsız edici bir konu.
Salgının yaşanışı ve yönetilişi ile birlikte burada ortaya çıkan önemli tercihler, ülkede ekonomi politik tercihlerin belli bir toplum kesimi, sınıflar için kullanılması ve bunun sonucunda ortaya çıkan ciddi etkilenme, yoksulluk, belirsizlik, sömürü, insanları ruhsal açıdan son derece kırılgan bir hale getirmişti. Bunun üzerine bu belirsizliğe katkı sağlayan, hemen yanıbaşımızda bize de sirayet edebilecek bir savaş korkusu, zaten pandemi ve pandemiye bağlı ortaya çıkan birçok süreç, ruhsal bozukluklara yol açmış, insanları kaygılı, depresif, sıkıntılı, tedirgin yapmışken uykularını bozmuşken, sadece ruhsal değil fiziksel açıdan da birçok sorunu gündeme getirmişken, bu belirsizliğe yeni bir kat, yeni bir boyut ekleyen bir şey oldu; savaşla ilgili korku.
Savaş göz ardı edilecek bir şey değil. Zaten örselenmiş, farklı coğrafyalarında farklı travmaları olan bir toplum. Toplumun böyle bir olasılıktan etkilenmemesi beklenmez. Kısa dönemde ve uzun vadede bunun etkilerini, yansımalarını çok boyutlu olarak göreceğiz, konuşacağız.
İşgal duyulur duyulmaz hemen cinsiyetçi söylemler üretildi. Örneğin, "Ukraynalı kadınlar Türkiye’ye gelsin," dendi. Savaştan kaçanlara kapılarını açan başka ülkeler açısından da ayrımcılığa, ırkçılığa şahit olduk. Sınırların mavi gözü, sarı saçları olanlara açıldığını, siyahilerin kapılarda kaldığını izledik. Bu cinsiyetçi, ırkçı tutumlar için ne düşünebiliriz?
Savaşlar asıl amacı egemen sınıfların, örneğin Rusya'da oligarkların, başka bir yerde mülkiyete sahip olan, sınıfsal yapıların daha çok gelişme, genişleme, kârlarını daha çok büyütme arzularının bir sonucu olarak yaşanıyor. Savaş çok ciddi, önemli bir halk sağlığı sorunu. Karmaşık etkileri olan bir politik süreç. Mesela bahsettiğin sarı saçlı, mavi gözlü göçmenlerin Avrupa'da karşılanışı ile 10 yılı aşkın bir süredir çok ciddi tahribatlara yol açan, milyonlarca insanın ülkesini terk etmek zorunda kaldığı, yerinden edildiği Suriyeli göçmenlerin, mağdurların Avrupa'da karşılanması arasında fark var. Savaş karşıtlığını da bunun içine eklersek, bunu ikiyüzlülük olarak görüyorum.
Ayrımcılığın bir boyutu da cinsiyet ayrımcılığı. Bir şekilde o insanların acısını, zorluklarını, kendi yaşadığı yeri terk etme durumunu alaya alan, alaycı bir dille karşılaşılıyor. Kadınlar için son derece aşağılayıcı, aynı zamanda yabancılaştırıcı, ötekileştiren bir dil. Savaşlar, özellikle görünen yüzü başka, gerçeği başka olan; görünen yüzü üzerine barış, özgürlük, adalet gibi kutsal kavramlar eklenen isimlerle savaş üretenler, uyguladıkları şiddete bir meşruiyet kazandırmaya çalışıyorlar, bunu onaylanır hale getiriyorlar.
Hatta akademiyi de bu işe katabilen bir güç kullanıyorlar. Savaş karşıtlığında da ikiyüzlülük var. Örneğin Suriye'nin, oradaki coğrafyanın, Irak coğrafyasının, Kürt halkının yaşadığı yerleri işgal etmenin eleştirisini yapmayan, ona karşı durmayanlar, tezkerelere oy verenler, oradaki şiddeti hoş görenler, bugün burada bir savaş karşıtı söyleme sığınıyorlar. Bu tam bir ayrımcılıktır. Siyasal sosyolojik, tarihsel olarak tartışılması gereken, gündeme bugünden alınması gereken bir şeydir...
"İNSANI SEVMEKLE İLGİLİ DEĞERLERİ YİTİREN, ÖLÜMÜ SIRADANLAŞTIRAN BU SÜREÇ, SİYASETİN BİR SONUCU OLARAK VAR"
Ekrandan, sosyal medyadan çatışma, savaş izliyoruz. Yine bazı analistler ekranlara çıkıp savaş sanayinin kârından bahsediyor. Operasyonel gazetecilik, habercilik tartışmaları var. Bunlarla birlikte Birleşmiş Milletler’in paylaştığı son rakamlara göre en az 14'ü çocuk 536 kişinin yaşamını kaybettiğini öğrendik. Çocuklar başta olmak üzere pek çok yerde siviller bombalarla hayatını kaybediyor. Bu yabancılaşma ve kayıplar açısından savaşı değerlendirebilir miyiz?
Savaşı ekrandan bir aksiyon filmi gibi izliyoruz. Bu eğilim Körfez Savaşı ile başladı ve gazeteciliğin kendi içindeki dönüşümü ile de ilişkili. Savaş muhabirleri, çatışma alanında çalışan gazeteciler o sıcak ortamda olan biteni anlatma, kamuoyunu bilgilendirme ile uğraşırken, Birinci Körfez Savaşı ile beraber otel odasından, teras katından uzaktaki bombaları izleyerek yorumlayan bir gazetecilik anlayışı ortaya çıktı ve buradaki bilgi kaynağı da gazetecinin elde ettiği, bağımsız çatışan gruplardan aldığı bilgileri paylaştığı bir gazetecilik değildi.
Tam tersine resmi otoritenin, Amerikan ordusunun, diğer orduların verdiği resmi bilgileri, tartışmadan, birtakım siyasal analizler içinde komplo teorilerine benzer üretimler, öngörüler ile kamuoyuna ekrandan gösteren bir habercilik anlayışı çıktı. Bu gazetecilik ‘operasyon gazeteciliği’ diyebileceğimiz bir şeye dönüştü. Doğrudan iktidarın söylemine uygun ve güç uygulayan, savaş çıkartanlar lehine bir söylem kuruldu. Bu Körfez krizinde başladı ve böyle devam ediyor. İkinciye gelirsek, savaş çok karmaşık bir travma olarak insanın ruhsal yanını etkiliyor, birçok ruhsal bozukluk ortaya çıkarıyor; Depresyon, anksiyete, travma sonrası stres bozukluğu gibi; ayrıca kişilik yapısını bozuyor, kuşakları etkiliyor.
Özellikle çocuklar ve kadınlar en çok etkilenen grup. Savaşın en çok mağdur olanı çocuklar ve kadınlar denebilir. Bu etkiler yalnızca savaşın doğrudan etkileri olarak ortaya çıkmıyor. Savaş hayatın bütün alanlarını etkiliyor. Savaşın ardından dolaylı ölümler, hastalık kaynaklı ölümler, sağlık sistemlerine ulaşamama, temel yaşam gereksinimlerini karşılayamama, ekolojik etki nedeniyle doğanın kirletilmesi; bütün bunlar yüzünden insanlar ölüyor. Bunun yanında çocuk askerler de var, bunun da altını çizmek gerekir. Bugün üç yüz binin üzerinde çocuğun savaş ortamında asker ya da geri hizmette çalıştırıldığı, sömürüldüğü, istismar edildiği biliniyor.
Özellikle kırılgan bir grup olarak çocukların savaştan çok etkilendiğini söyleyebiliriz. Savaş kayıplarının yüzde doksanı sivillerden oluşuyor. Tarihsel olarak eskiye baktığımızda savaş sırasında ölenlerin daha çok asker olduğu görülürken, 20. Yüzyıldan itibaren savaşın kayıpları daha çok siviller. Doğrudan ya da dolaylı olarak sivil kayıpları çok yüksek. Bu yüzden savaşa karşı konulması, savaşların önlenmesi çok önemli. ‘Yabancılaşma sorusuyla ilgili olarak insansızlaşma; insansal değerlerin, yaşamın yitimi; "dehumanizasyon" kavramına bakmak gerek. İnsanı sevmekle ilgili değerleri yitiren, tamamıyla yok sayan, ölümü, yok etmeyi sıradanlaştıran bu süreç, siyasetin bir sonucu olarak var. Ekonomi politikanın, mülkiyet ve iktidar ilişkilerinin bir sonucu olarak var ve bunda medyanın da rolü var.
Pandemi dönemini de içine alırsak, bu dönem psikiyatri kliniklerine başvurularda artış oldu mu?
Bunlarla ilgili verilere ulaşmak mümkün değil. Bazı kliniklerin, poliklinik düzeyinde araştırmaları olabilir. Belirsizliklerle ortaya çıkan kaygı bozuklukları, depresyon, psikosomatik hastalıklar, somatizasyon bozuklukları gibi bazı ruhsal bozuklukların pandemi döneminde arttığına dair bilgiler var ama bunların Türkiye'deki genel profilini gösterebilecek bir veri bütünlüğüne sahip olduğunu söyleyemeyiz.
Parça parça, belirli kurumların merakla yaptığı araştırma bulguları dışında veri yok. Kurumda çalışan arkadaşların uzun zamandır poliklinik başvuru sayılarının çok arttığını söylediğini biliyoruz. Bu pandemiden önce de vardı, pandemi döneminde artmış olabilir. Sağlıkta Dönüşüm Programı ile birlikte kamusal sağlık sistemlerinin yok oluşu, özel sağlık sisteminin öne çıkışı, ticarileşmesi ile ilişkili birçok süreç, hastalık başvurularını değiştirdi. Aşırı bir artış olduğunu söyleyebiliriz. Başka bir sürü değişken var, bütün bunları bilmemiz gerekiyor.
Türkiye'de ruhsal hastalıkların epidemiyolojik bulguları, ne ile ilişkili olduğu, hangi bağlamda ortaya çıktığı, travmayla ilişkisi, önceki süreçlerin etkisi ile ilgili kapsamlı bir araştırma yok. En son 24 yıl önce birinci basamak sağlık sistemi üzerinden Hacettepe Üniversitesi ve Sağlık Bakanlığı ortaklığıyla erişkin ruh sağlığı profili çalışması yapılmıştı. Çalışma sınırlı düzeyde veriler sunuyordu. Depresyon, anksiyete bozukluğu gibi birçok hastalığın yaygınlıklarıyla ilişkili veriler elde edilmişti. Yeni bir araştırma yok, gündemde de yok. Bu araştırmalar niçin önemli biliyor musunuz? Ruh sağlığı profili, epidemiyolojik bir veri elde ederseniz bu sizin sağlık planlamanız için gerekli.
Geleceğe yönelik sağlık planı yapmak, öncelikleri belirlemek, risk gruplarına yönelik öncelikleri belirlemek, kamucu bir sağlık sistemini hayata geçirmek için epidemiyolojik verilere ihtiyaç var. Birçok gelişmiş ülke bu çalışmaları sürekli yapıyor ve bu verileri kullanıyor. Birçok sektör kullanıyor ama Türkiye'de yok. Bu olmadıkça, gelecek planlaması yapılamaz. Türkiye'nin geçirdiği bir çok travma, ekonomik kriz, pandemi oldu.
Bunlar toplum ruh sağlığına nasıl yansıdı bilmiyoruz. Ancak birebir insanların deneyimleri, poliklinik deneyimleri, klinik deneyimler, bazı küçük ölçekli araştırmalarla öngörülerde bulunuyoruz. Türkiye'nin ruh sağlığı profiline, sosyo demografik değişkenlerine, ekonomik değişkenlerine yönelik bir çalışma yapmamız ve bunu görünür kılmamız, bunun üzerinden bir tartışma yapmamız gerekiyor
Arka arkaya gelen ve dünyayı etkileyen pandemi, savaş karşısında umuda bakmak: Nerede? Kimde? Dayanışmayı nasıl örebiliriz?
6 bin yıllık uygarlık tarihinde 150 kuşak yaşamış ama sadece 10 kuşak savaş görmemiş. Savaşlar giderek daha acımasız hale geliyor, daha rafine ve acımasız yöntemlerle, yabancılaşarak izlediğimiz savaşlar yaşanıyor. Önce, devletlere "sorumluluklarınızı hatırlayın!" dememiz lazım. Sorunlarınızı savaşarak değil, uzlaşarak çözün, barışın amaç olduğu bir siyaset yürütün. Elbette toplumcu bir perspektifle bir dünyanın kurulması, sınıfsal egemenliğin, sınıfsal baskının ortadan kalktığı, gerçekten toplumcu demokrasinin kurulduğu bir dünyaya ihtiyacımız var. Bunun için çabalamalıyız. Devletler, yöneticiler, siyasetçiler, aydınlar, halk kitleleri, işçiler, emekçiler…
Umut örgütlü bir mücadelededir. Öncelikle Birleşmiş Milletler, uluslararası ceza mahkemeleri, insan hakları örgütlerinin egemen sınıfların denetiminden sıyrılması gerekir. Örneğin Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra kurulan BM, İkinci Dünya Savaşı'nı engelleyemedi, çünkü savaşı üretenlerin, yönetenlerin silah sektörünü üretenlerin yönettiği bir örgüttü. Şimdiki Birleşmiş Milletler de benzeri bir örgüttür.
Bu yüzden devletler üstü bir yapıya kavuşacağı bir siyasal mücadeleye ihtiyaç var. Üçüncüsü tabii ki çalışanların, emekçilerin, üretenlerin toplumsal dayanışması, örgütlü dayanışması. Bunu da ancak onların birlikteliği, ortak eylemleri doğuracaktır. Bütün siyasi yapılar bunu hissetsinler. Siyaset neden var? Asıl amacı olan, bütün insanların eşit ve özgür yaşayacağı bir dünya misyonuyla hareket ediyorsa buna uygun bir davranışı beklemek hakkımız, talep etmek de bizim sorumluluğumuz diye düşünüyorum.
Programın tamamı için: