'Yeni ırkçılık; Farklılıkların ırksallaştırılması'
'Türkiye'de ırkçılık rastlantısal değil, devlet aklının ürettiği; halka yaydığı, halkın bunu yeniden üretmesinde kolaylaştırıcı olduğu; deyimlere, fıkralara işleyecek kadar sistematik.'
Jînda ZEKİOĞLU
ARTI GERÇEK - Irkçılık ile mücadele denildiğinde akla ilk gelen isimlerden biri Martin Luther King, ırkçılığı bir ideoloji değil, psikolojik bir hastalık olarak tanımlıyor. Araştırmacı Barış Ünlü'ye göre ise, Türkiye'de ırkçılık, Abdülhamit Dönemi'nde tesis edilen Müslümanlık Sözleşmesi ile Mustafa Kemal tarafından oluşturulan Türklük Sözleşmesi'nin çekişmesini yaşıyor.
Türkiye'nin nasıl kurulduğu, hangi üst kimliğin değerli kılındığı herkesçe malum. Üstelik AKP tam da bunun siyasetini yaparak iktidar oldu. Peki, bu dönemde yapılan ırkçılığın boyutları nedir?
İstanbul Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Yüksek Lisans Tezini, 'Yeni Irkçılık: 2002 Sonrası Dönem Türkiye Analizi' konu başlığıyla ırkçılığın değişimi üzerine çalışan Tarık Özkaraman ile çalışması hakkında sohbet ettik.
- Türkiye'de belki de en büyük toplumsal sorun olan ırkçılığı sizin tabirinizle 'yeni ırkçılığı' çalışma fikri nereden ve nasıl gelişti?
Türkiye'deki ırkçı sözler ve deyimler bir süredir dikkatimi çekiyordu. Bu sadece gözlemlediğim bir şey değildi, zaman zaman bizzat da maruz kaldığım veya maruz kalan grubun üyesi olarak bir şekilde nesnesi olduğum davranışlar ve sözlerdi. Danışman hocam Güven Gürkan Öztan'a Türkiye'de gündelik dilde sıkça karşılaştığımız ırkçı söz ve deyimleri çalışmak istediğimi söyledim. O da bana Türkiye'de o zamana kadar pek çalışılmamış olan Yeni Irkçılık literatüründen bahsetti. Böylece konuya karar vermiş oldum. Yani biraz konuya olan şahsi ilgim biraz da hocamın yönlendirmesi belirleyici oldu.
'2002 ÖNCESİ VE SONRASI ÇEŞİTLİ DÖNÜŞÜMLER YAŞANDI'
- İnsan eliyle yaratılan bu yeni rejim yani Kültüralizm nedir? Nedir 'yeni ırkçılık'tan kastınız?
Gayatri Spivak'a yeni ırkçılığı nasıl tanımladığı sorulduğunda, "Ben bu mefhumla karşılaştığımda tanıyorum ama onu henüz tanımlayamıyorum" der. Yeni ırkçılık ile kastedilen, ABD'de 1970'lere, Güney Afrika'da 1990'lara kadar süren ve yasalarla desteklenen ırkçı rejimlerin yerini, böyle bir kurumsal/legal meşruiyet olmaksızın gündelik karşılaşmalarda ortaya çıkan ve bu toplumlara sirayet etmiş ırkçı ön yargıların almış olmasıdır. Bu işin bir boyutu. Diğer tarafta ise, morfolojik açıdan daha homojen görünen Türkiye gibi toplumlarda ayrımcılığın; etnik kimlik, dil, cinsel kimlik ve yönelim ve/ya kültür üzerinden ortaya çıkması durumudur. Yani bir nevi 'farklılığın ırksallaştırılması' söz konusu. Biraz daha açalım. Türkiye her ne kadar müesses nizam tarafından inkâr edilse de birçok halkın yaşadığı, çok dilli ve çok kültürlü bir yer. Öte yandan Türkiye Cumhuriyeti bir ulus-devlet olarak dizayn edildi. Eğer kurduğunuz ulus-devlet ise ve coğrafi sınırlar etno-kültürel sınırları aşıyorsa, bunlar birbiriyle uyuşmuyorsa ya coğrafi sınırları daraltırsınız ya da etno-kültürel sınırlarınızı genişletirsiniz. Türkiye'de ikincisi uygulandı.
Türklüğün sınırları Türk olmayanların üzerine doğru genişletildi. Kolaylaştırmak için de Türk olmayanların azaltılması, kalabalık oldukları yerlerden göç ettirilip azınlık durumuna düşürülmeleri ve Türklerin o bölgelere iskân ettirilmesi gibi yöntemler uygulandı. 1915'e, Edirne Pogromuna, 6-7 Eylül'e, 1990'lardaki köy yakmalarına belki biraz da buradan bakmak lazım: Muktedir kimlikten olmayan homojen ve kalabalık grupların dağıtılması gerekliliği! Dolayısıyla Türkiye'de muktedir kimliğe mensup olmayanların devletin gadrine maruz kalması; onları yalnızca devletin değil o devletin ideolojik aygıtlarına (ana akım medya, eğitim sistemi, dini cemaat ve kurumlar vs.) maruz kalan kitlenin önemli bir kısmının nazarında da meşruiyeti sorgulanır kıldı. Dolayısıyla bu iki grubun gündelik karşılaşmalarında bu ön yargılar dillendirilmese de hep heybesindeydi.
- 2002 tarihinin önemi nedir bu noktada?
2002 yılı AKP'nin iktidara geldiği yıl malum. 2002 sonrası dönem Türkiye'de birbirine zıt ve çok keskin siyasal hamlelerin yapıldığı, etkilerinin giderilmesi uzun yıllar sürecek radikal sosyo-kültürel ve ekonomik dönüşümlerin yaşanılageldiği bir dönem. Kürt sorununa çözüm adına PKK ile müzakere süreci de bu dönemde yaşandı, daha önce görülmemiş ölçekte saldırılar ve kıyımlar da. Yerle bir edilen kentler... Öte yandan otoriterliğin eleştirel hiçbir söze alan bırakmadığı, bu uğurda kendi müttefiklerini hatta dava arkadaşlarını bile hain ilan etmekten çekinmeyen bir tek adam rejimine denk geliyor bu dönem. Siyasal dalgalanmaların böylesine farklılaştığı bir dönemde; medya söylemleri, linç girişimleri ve bunların konjonktürle olan ilişkisi benim için ilgi çekici bir soruydu.
'DEVLET AYRIM YAPARKEN AYRIM YAPMAZ'
- Türkiye'de ırkçılığı iki ayrı yapıda incelemişsiniz. Biri, Ermeniler, Süryaniler, Rumlar, Yahudiler. Diğeri ise, Lazlar, Çerkesler, Araplar, Kürtler ve Aleviler. Bu iki gruba yönelik ırkçılığın sistemsel açıdan ne gibi farklılıkları ve benzerlikleri var?
Tarihsel arka planda öyle bir tasnif kullandım evet, ama esas çalışma medyadaki ayrımcı dil, sokaktaki linçler, bunlar arasındaki ilişki ve bütün bunların AKP dönemindeki medyanın dönüşümü ile bağlantısı üzerine bir içerik analizi şeklindedir. Tarihsel arka plandaki bu tasnifi; 'aslında devlet ayrım yaparken ayrım yapmamış, ayrımı herkese yapmıştır'ı vurgulayabilmek için kullandım. Amacım acıları eşitlemek veya indirgemek değil, lütfen yanlış anlaşılmasın, ama devlet; kime ne kadarını yapması gerektiğini düşündüyse, sırası geldiğinde ona o kadarını yapmıştır. Bunu yaparken kendisiyle ortak bir aidiyet bağı olan grupları da olmayanlara karşı yanına çekmiştir.
- Üstelik bu iki grup, kendi içinde de birbirine aynısını uygulamış ya da uygulamaya devam etmiyor mu? Kimin diğerine karşı daha muktedir olduğu neye göre belli oluyor?
Haklısınız. Önceki soruda biraz bahsettim ama daha somut söylemek gerekirse, Kürtlerin büyük çoğunluğu da 1915 kıyımında muktedirin yanında saf almışlardır. Fırat Aydınkaya'nın pek güzel açıklayan deyimiyle Kürtler de Ermeni Soykırımı'nın 'gönüllü iştirakçileri'dir. Çocukluğumda buna dair hikayelerin anlatıldığını, hatta fıkralaştırıldığını anımsıyorum. Muktedirlik aslında o açıdan mutlak değil; içerdikleri ve dışarda bıraktıkları ile esnek bir kimlik; dinamiklerin, karşılaşmaların ve motivasyonların değişimi ile bu muktedir kimliğe iştirak de değişebiliyor.
- Irkçılığın, daha doğrusu ırkçı bireyin ya da sistemin, bunu uygularken arkasına aldığı en büyük dayanak nedir?
Bugüne kadar ırkçı kişilerin ve kurumların farklı farklı gerekçeleri olmuştur. Dolayısıyla sorunuzun tek bir doğru cevabı var mı emin değilim. Ancak bana 'farklılık' hepsinde bir etkenmiş gibi geliyor. Farklı bir ten rengi varsa 'kokuyordur', farklı bir aksanı varsa 'cahildir, sizin kadar zeki değildir', farklı bir cinsel yönelimi varsa 'hastadır' gibi. Neredeyse bütün örneklerin dayandığı yer ötekinin farklılığı ve bu farklılığın aşılamaz olduğu savı. Örneğin şöyle cümleler duyarız bazen: 'Ben ırkçı falan değilim ama Kürtler de her şeyi devletten bekliyor, tembeller.' 'Benim Alevilerle bir sorunum yok, ama yemekleri yenmez.'
'LİNÇ, KENDİNİ YARGININ YERİNE KOYMAKTIR VE HAK İHLALİDİR'
- Modern, Symbolic, Caydırıcı, Kültürel, Kurumsal, Renk körü şeklinde tasnif etmişsiniz ırkçılığı. Toplumda bu bireyleri hangi cümlelerinden tanırız?
Bu tasnif Güney Afrikalı sosyolog Norma Romm'a ait, ben de kavramsal olarak çalışmamda yararlandım. Aralarından Türkiye'de en sık karşılaştıklarımızı açıklamaya çalışayım. Caydırıcı ırkçılıkta; karşınızdakinin kimliği onunla aynı ortamda bulunup bulunmama isteğinizde etkili olabiliyor. Son dönemde sıkça söylenen "Suriyelileri burada istemiyoruz", ya da "Eşcinsellerle bir sorunum yok, ama komşum olmalarını istemem" gibi cümleler böyle bir "caydırıcılığı" içeriyor aslında. Renk körü ırkçılığın saklandığı temel iddia ise insanların renginin önemsiz oluşudur. Bizim vakamızda renk, etno-kültürel aidiyetlere denk düşüyor. Özellikle müzakere sürecinde şuna benzer cümleleri sık sık duymuşuzdur: "Eskiden hepimiz birdik, ayrı gayrı bilmezdik, şimdi Türk- Kürt diye böldüler bizi." Türkiye'deki renk körü ırkçılık, farklı renkleri görmeme üzerinedir. Nötr bir kimlikte eşitlemek ya da farklılıkları kutlamak yerine, muktedirin kimliğinde eritmekle ilgilidir. Kurumsal ırkçılıkta ise akla, genellikle devlet kurumlarının ve yasaların mevcut ırkçılığın yapısallaştırılarak üretimi ve yeniden üretimindeki rolleri gelir. Türkiye’de de bunun örneklerine en belirgin olarak hukuk ve eğitim sisteminin diğer kimlikleri yok sayan anlayışında rastlarız. Bunun yanında ise, özel sektörde ten renginin, aksanın, giyim tarzının o alandaki mesleki yetkinlikten daha önemli olduğunu görüyoruz; muktedir kimliklerin dışında kalan kimlikler, plazaların turnikelerinden geçemiyor.
- Şüphesiz sosyal medyanın, yeni ırkçılık sistemine katkıları, en azından açtığı alanla sağladığı 'kürsüde olma' hali azımsanamaz. Ve peşinden son dönemin önemli eylemlerinden biri, 'linç' kültürünü de getiriyor. Siz çalışmanızda ayrı bir başlık olarak linçi de işlemişsiniz zaten. Nasıl vuku bulur linç? Nereye kadar uzanır? Ne tür bir hakkı gasp eder?
Linçi; bir grubun, kendilerine göre 'suçlu' olan bir kişiyi veya grubu darp etmesi veya darp ederek öldürmesi olarak tanımlarsak; lince maruz kalan kişilerin yaşam ve güvenlik hakkının gasp edildiğini söyleyebiliriz. Bunun yanında, bir suç unsuru varsa bile, linççilerin kendilerini yargı mekanizması yerine koyarak linç ettikleri grup ve kişilerin 'adil yargılanma hakkı'nı ihlal etmeleri de söz konusudur. Tanıl Bora linçlerin ortaya çıkışında ajitasyon unsurunun öneminden bahseder. Bu, linççi kalabalığın içinden kitleyi galeyana getiren biri olabileceği gibi, bir grubu hedef göstererek "bunlara kim dur diyecek?" manşeti atan bir gazete de olabilir. Linç yığınlarının halktan, esnaftan, eşraftan sıradan insanlar olduğunu da belirtmek gerekir. Dolayısıyla her yerde olan ve kolay galeyana gelen bir kitlenin varlığı, önleyici cezai yaptırımlar da olmadığı için linci her an mümkün kılıyor.
'TÜRKİYE’DE IRKÇILIK RASTLANTISAL DEĞİLDİR'
- Türkiye medyası da bu yeni ırkçılık rolünü başarıyla oynadı belli ki. Ne tür örnekler verebilirsiniz?
Hrant Dink Vakfı'nın desteğiyle uzun zamandır yürütülen nefretsöylemi.org diye bir proje var. Bu proje 2009 yılından beri ulusal ve yerel medyadaki nefret söylemini analiz edip raporlaştırıyor. Her raporda yüzlerce veri var, ben de çalışmamda çokça faydalandım. Bende daha çok yer eden Yılmaz Özdil'in katledilen Roboskili çocuklara yönelik yazdığı "Sayın Kaçakçı" başlıklı korkunç yazısıdır. Aynı şahsın daha Star Gazetesi'nin başındayken imza attığı benzer bir sürü facia var. Bunun yanında; çalışmam için yaptığım yazılı medya taramalarında farklı duruşlardan yayın organlarının çok sayıda ırkçı- ayrımcı içeriğe yer verdiğini gözlemledim. Ana akım medya organlarındaki kadar sistematik ve sayıca çok olmasa bile, çeşitli sol-muhalif yayınlarda dahi bu tarz içerikler ile karşılaştım.
- Irkçılığa maruz kalan da benzer bir tepki geliştirmez mi? Muhalif tarafın ırkçılığı da söz konusu mudur?
Türkiye'deki ırkçılık rastlantısal değil, uzun yıllar boyunca devlet aklının ürettiği; halka yaydığı veya halkın bunları yeniden üretmesinde engelleyici bir rol oynamayarak kolaylaştırıcı olduğu; deyimlere, fıkralara, sıfatlara işleyecek kadar sistematik ve yapısaldır. Devlet, ideolojik aygıtları sayesinde bunları sürekli bir şekilde toplumun kolektif hafızasında canlı tutar; yaşatır. Dolayısıyla bütün bu mekanizma, tedrisat ve araçlar olmadan, ırkçılığa maruz kalanların böyle sistematik bir karşı- ırkçılık geliştirmeleri bana mümkün görünmüyor. Ancak hepsinin ortak bir şekilde maruz kaldıkları ırkçılığın kaynağına, o ırkçılığın temsil ettiği, kutsadığı aidiyete bir tepki geliştirme durumu pekâlâ mümkün. Bu tepki bir nefret düzeyine ulaşır mı? Ulaşırsa buna ırkçılık denebilir mi? Irkçılığa maruz kalanların geliştirdiği refleks, maruz kalınan ırkçılıkla aynı yere düşer mi? Bunlara bakmak lazım. Başka bir açıdan ise, Sartre'ın konuyla ilgili şöyle bir yaklaşımı var; ırkçılık-karşıtı bir ırkçılıktan bahsediyor. Sömürge insanlarının, siyahların temsili, beyaz olanla karşı yönde ve simetrik olmalıdır; ancak bu karşı-ırkçılık eşitliği sağlayıp ırkçılığın olmadığı bir düzen kurabilir, diyor.
'ÖZGÜRLÜKÇÜ BİR PEDAGOJİ İLE AŞILABİLİR'
- Irkçı, ırkçılık ederek yarattığı tartışma ortamında dayattığını kabul ettirmek ister. Peki, ırkçıya nasıl cevap verilmeli?
Irkçılıkta biri diğerinden 'kendi' oldukları için, onlardan farklı olduğu için nefret eder. Mesele çok yapısal ve sistematik ve tekil olarak üstesinden gelmek pek mümkün değil. Eğitimden dine, spordan sanata, medyadan popüler kültüre ve en önemlisi yasalara kadar çok geniş alanlarda yapılacak köklü değişikliklerle ve özgürlükçü bir pedagoji ile aşılabilir ancak.
- Irkçı bir ifade, nefret söylemi kabul edilir. Irkçı bir saldırı ise nefret suçu. Bunun suç olarak kabul edilmesi ise Türkiye'de tamamen taraflı. Hrant Dink'in, 301'den yargılanması örneği gibi. Oysa, Erdoğan'ın 'Affedersiniz Ermeni, Rum...' söylemi mahkemeye taşınmayı bırakın, alkış aldı. Tabi taraflı yargının da fotoğrafını çekti bir nevi. Öyle değil mi?
Maalesef öyle. Bunun yanında Aleviliği meydanlarda yuhalatmışlığı, Kürtleri terörist ilan etmişliği de var. Türkiye'de devlet 'bazılarının' işlediği suçlara hep kör baktı, Erdoğan'ınkilere de öyle bakıyor şimdilik.
'TÜRK ULUSU TANIMI BİR İNKARDIR'
- Anayasanın Türklük tanımına ne diyorsunuz? 'Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.' Yani, kendi topraklarında, Türkiye'de doğduğu için bir Ermeni, Kürt, Laz 'Türküm' demek zorunda. Türklük üst kimlik çünkü. Üst kimlik tanımının kendisi dahi başlı başına ırkçılık değil midir? Ya anayasada böyle bir tanımın varlığına ne demeli?
Bu tanımdan daha kötü olan şey, bunun bazı çevrelerce dışlayıcı değil kapsayıcı bir yurttaşlık tanımı olarak ele alınıyor oluşu. Martin van Bruinessen gibi önemli bir antropolog bile bu tanımın 'ırksal olmayan ve medeni bir tanım' olduğunu belirtmiş. Oysa Türkiye'de yaşayıp Türk olmayanlar, bunun 'bonkör bir kabulden' çok, bir inkârdan kaynaklandığını biliyor, öyle deneyimliyor. Onları Türklüğe dahil ederek eşitlemiyor, aksine; bir özne olarak var olma imkânlarını ortadan kaldırıyor. Frantz Fanon'un deyimiyle söylersek, Türk olmayanları bir 'olmama/yokluk bölgesine' göndermiş oluyor, yani yok ediyor.
Bu vatandaşlık tanımının, oradaki Türklüğün; neyi temsil ettiğini anlamak için bu tanımı yapan kadroya da bakmakta fayda var. Yaptıkları üzerinden bir niyet okuması yapmıyorum, birebir ağızlarından çıkan sözlere kulak vermeyi öneriyorum. Örneğin, Dönemin Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt: "Dost ve düşman herkes bilsin ki, bu topraklarda yaşayıp öz Türk olmayanların tek bir hakkı vardır, Türk'e hizmet etmek, köle olmaktır" der. Bu ülkenin vatandaşı olan Kürtleri, Lazları, Çerkesleri ve Ermenileri öz Türk olarak gördüğünü sanmıyorum. O halde bunlar "Türk'e hizmetçi ve köle olanlar" oluyor. Yine mecliste vatandaşlık tanımı ile ilgili madde tartışılırken, General İhsan Göksel, bir insanı Türk olarak tanımlamakla onun kanının Türk kanıyla değiştirilemeyeceğini ve üstün Türk ırkına dahil edilemeyeceğini dile getirerek itiraz eder. Dolayısıyla "buradaki Türklük etnisist değil" diyenlerin itirazı, "ırkçıdır" şeklinde devam etmiyorsa yanlıştır bana göre.