Ahmet Kardam’ın M. Suphi Kitabı Üzerine Bazı Düşünceler - 1. Bölüm

Ahmet Kardam’ın M. Suphi Kitabı Üzerine Bazı Düşünceler - 1. Bölüm
Kürtlerin istemleri ulusal, demokratik istemlerdi. Bunların irticayla, feodalizm ile, İngilizlerle ilgisi yoktu. Mustafa Suphiler 15 Kasım’da çekilen bu muhtıradan haberdar olmalıydılar.

Osman TİFTİKÇİ


Türkiye solu özellikle 1980’li yıllara kadar kendi tarihini iyi bilmeyen, genel olarak resmi tarihin etkisi altında olan bir hareketti. Bizler Rusya tarihini, Çin tarihini, Avrupa tarihini ve bu ülkelerin sol tarihini neredeyse kendi tarihimizden daha iyi biliyorduk. Örneğin Türkiye solu olarak Ermeni soykırımını 1980’lerden sonra öğrenebildik. Daha öncesinde sol örgütler içindeki Ermeni devrimciler bile, kendi kimliklerini, isimlerini gizlemek ihtiyacı duyuyorlardı. Osmanlı meclisindeki sosyalist gayrı Müslim milletvekillerini soldan biri değil, Fethi Tevetoğlu daha 1967 yılında -sosyalizmin Türklükle ilgisinin olmadığını kanıtlamak için- yazmıştı ama dikkate alan olmamıştı. M. Suphilerin bu topraklardaki komünist hareketin ilk şehitleri olmadığını, 1915 yılında Beyazıt meydanında idam edilen 20 Ermeni komünisti (Paramazları) ise, Suphi Nejat’ın (Ağırnaslı) Rojava’da, "Paramaz Kızılbaş" ismiyle ölümsüzleşmesiyle, daha dün öğrendik sayılır.  1970’lerde İ. Kaypakkaya’nın Kemalizm ve Kürt sorunu üzerine yazdıkları, eleştirel bir gözle derinleştirilecek yerde (ki Kürt hareketi bunu yaptı), "deli saçması" muamelesi gördü. Resmi tarih konusunda solun gözünü açan en önemli etken ise yükselen Kürt direnişi oldu. 

Günümüzde Türkiye solunun geçmişine, ulusal soruna ve genel olarak Türkiye tarihine ilişkin önemli bir birikime sahip bulunuyoruz. Bu konularda Türkiyeli ve Kürt aydınlar özgün çalışmalar yapıyorlar.

Bu çalışmalardan biri de Ahmet Kardam’ın Mustafa Suphi Karanlıktan Aydınlığa isimli kitabı.

Mustafa Suphi’yi bilmeyenimiz yoktu. Ama Mustafa Suphi’nin Sovyetler yönetimi ile, Bolşevik Parti ile ve Rusya Müslümanları arasındaki Cedidci hareketle, bu hareket içinden çıkan Müslüman Komünistlerle ilişkileri ayrıntılı olarak bilinmiyordu. Mustafa Suphi’nin ve TKP’yi oluşturan kadroların ideolojik biçimlenişini,  Anadolu’daki milli harekete tavırlarını, Şefik Hüsnü liderliğindeki TKP ile Mustafa Suphiler arasındaki süreklilik ve farkları anlayabilmek için bunların bilinmesi zorunluydu.  

Biz kitapta tartışılmaya muhtaç gördüğümüz bazı görüşleri, ilki Mustafa Suphi’nin ulusal sorun ve Kürt meselesine, ikincisi onun Milli Mücadele ve M. Kemal’e yaklaşımını konu alan iki bölümde inceleyeceğiz. 


1. Bölüm - ULUSAL SORUN VE MUSTAFA SUPHİ

A. Kardam Mustafa Suphi’nin ulusal sorun karşısındaki tavrını, TKP programına değinerek, Ermeni soykırımına karşı tutumunu inceleyerek ve kısmen de Kürt sorununu hatırlatarak ele alıyor. Kitap konuyu tartışmaya temel olabilecek yeterince malzeme veriyor. 

Ahmet Kardam, Mustafa Suphi’nin 1915’ten yani komünist olmadan önceki milliyetçiliğinin ırkçı, Turancı, İttihatçılarla, Ziya Gökalp’le aynı türden bir milliyetçilik olmadığını, ulusal sorun konusunda da 1915 öncesi görüşleriyle sonrası arasında kopuş bulunmadığını yazıyor. (s. 235, 236) 
Mustafa Suphi’nin milliyetçiliğinin İttihatçı soykırımcılarla değil, günümüzün ırkçı, şoven milliyetçiliği ile de yan yana konulamayacağı açıktır. Osmanlı Türklerinde ulusal bilincin oluşumu Tanzimat’a, Şinasi’ye kadar gidiyordu ama bu bilinç esas olarak Meşrutiyetten sonra oluştu. Ulusal dil, ulusal edebiyat, ulusal din (Sünni İslam), ulusal ekonomi, ulusal tarih bilinci bu dönemde oluştu. Ulusal devlet ise Milli Mücadeleden sonra kuruldu. Türk milliyetçiliğinin diğerlerinden, örneğin Rusya Müslümanlarından, Türklerinden farkı, bu milliyetçiliğin devlet eliyle ve devlet zoruyla geliştirilmesi idi. Rusya Müslümanları içindeki milliyetçilik ezilen ulus milliyetçiliği olarak gelişmişti. Osmanlı’da devlet eliyle geliştirilen Türk milliyetçiliği kısa sürede şoven ve başkasına yaşam hakkı tanımayan bir anlayışa dönüştü. 

Mustafa Suphi, 1912 yılında Yusuf Akçura’nın kurduğu, Türkiye tarihinin ilk Türkçü partisi olan Milli Meşrutiyet Fırkası’nda ve onun yayın organı İfham gazetesinde yer aldı. Ama bu parti ırkçı, soykırımcı değildi. Federatif yapıya sahip bir Osmanlı’yı ve asimilasyon politikalarına son vermeyi savunuyordu. İleride tekrar değineceğiz.

1915 öncesinin Mustafa Suphisi ideolojik yapı olarak, uygun koşullarda komünizme evrilmeye uygundu. Tutarlı burjuva liberallerin milliyetçiliği;  milli kültürü, milli dili, ulusal tarihi geliştirme, gerçekten emperyalizme, sömürgeciliğe karşı mücadele etme olarak anlayanların komünistliğe evrilmesi, o dönemin koşullarında (Sovyet Devrimi’nin etkisiyle), sadece M. Suphi’ye özgü bir tavır değil, genel bir olguydu. Örneğin Rusya’da Cedidcilerin bir kısmı, Türkiye’de Ethem Nejat, THİF’nın kurucuları aynı süreci yaşamışlardı. Hatta milliyetçilikten komünistliğe evrilme, Müslüman dünyanın her yerinde komünist oluşumların genel özelliğidir.

Mustafa Suphi’nin ve o dönemin Türkiyeli komünistlerinin bu değişimini, 1960’lı ve 1970’li yıllarda Atatürkçü gençlerin, o dönemin genel havası içinde, tutarlı anti emperyalistlikleri, haksızlığa, eşitsizliğe, adaletsizliğe karşı duydukları samimi nefret, halka ve ülkelerine duydukları sorumluluk sayesinde, kısa sürede Atatürkçülükten komünizme geçmelerine benzetebiliriz.

Ahmet Kardam:
"Mustafa Suphi, ulusların kaderlerini tayin hakkını, ‘hür milletlerin hür ittihadı’ esasına dayalı "federatif bir cumhuriyet" hedefi olarak tespit edip Türkiye Komünist Partisi’nin programına sokan liderdi." (s. 395) diyor.

Gerçekten de Türkiye tarihinde ulusların kaderini tayin hakkını, federatif bir cumhuriyeti programına ilk koyan parti Mustafa Suphi’nin TKP’sidir. Ama meselenin bir de şu yanları var: Bir ilkeyi programına koymuş olmak, o ilke doğrultusunda davranıldığı anlamına gelmez. Üstelik şöyle bir durum da vardı: Mustafa Suphi TKP’si Sovyetlerde kuruldu ve Komünist Enternasyonal’in üyesiydi. Bu nedenle ulusların kendi kaderini tayin hakkını programına koymak zorundaydı, başka türlü olamazdı. Aynı durum Şefik Hüsnülerin TKP’si için de geçerliydi. Ayrıca Birinci Dünya Savaşının sonunda, Sovyetlerin Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı ilkesini ilan etmelerinin de etkisiyle, bu istem bütün sömürgelere, dünyaya yayılmıştı. Öyle ki emperyalizm bile "Wilson Prensipleri" adı altında bu haktan yana görünüyordu. Türkiye söz konusu olduğunda Kürtlere özerklik tanınması, 1920’li yılların başlarında, hem İstanbul hükümetinin, hem de Ankara Hükümeti’nin vadettiği bir haktı. Yani bu hakkın programa konulmuş olması tek başına çok büyük bir önem taşımıyordu.

Günümüzde de Türkiyeli sol, sosyalist bütün örgütler, hatta Kemalist aydınlar bile ulusların kendi kaderini tayin hakkı ilkesini kabul ederler ama!.. Türkiye dışında yaşayan bütün ezilen uluslar için. Sıra Kürtlere ve Türkiye’de yaşayan uluslara gelince işler değişir. 

Mustafa Suphi kendi kaderini tayin hakkını programa koymuştu fakat Ermeni soykırımı ve azınlıklara uygulanan yok etme politikaları karşısında, İttihatçı resmi tezlerden kurtulamamıştı. Bunu Ahmet Kardam’ın kitabının değişik yerlerinde, TKP kongrelerinden ve Mustafa Suphi’den yaptığı aktarmalardan anlıyoruz. Ahmet Kardam’ın aktardıklarına göre Mustafa Suphi ve diğer Türk komünistler olayı karşılıklı bir mezalim olarak görüyorlar ve esas sorumluluğu da Ermeni burjuvazisine yüklüyorlardı.

22-25 Temmuz 1918 tarihleri arasında Moskova’da yapılan Türk Sosyalistleri Konferansı’nda (konferansın isminin "Türkiye" sosyalistleri değil "Türk" sosyalistleri olduğuna dikkat çekelim) alınan kararda 1915 soykırımı; "Türk emperyalizmi ile Ermeni burjuvazisi tarafından fakir Müslüman ve Ermeni halkları arasında uygulanan mezalim" (s. 260) olarak nitelendirildi. 

Partinin yayın organı Yeni Dünya gazetesinin 7 Eylül 1918 tarihli sayısında, olayı başlatanın Ermeni burjuvazisinin tahriki olduğu (Van ve Bitlis civarında İslam halkına tecavüz etmişler) iddia edildi. Bu tecavüzlere karşılık olarak Türk hükümetinin yaptıklarına da cinayet denildi (s. 261, 262).
Yeni Dünya gazetesinin 15 Ekim 1918 tarihli sayısında çıkan bir yazıda, "Ermenilere yapılan bu zulümlere sebep, zalim Ermeni burjuvazisidir" (s. 262) deniyordu.

Mustafa Suphi de Ermeni sorununa, Avrupalı emperyalistlerin Müslümanları ve Ermenileri birbirlerine kışkırtmalarının ürünü olarak bakıyordu. Mustafa Suphi kırımın ilk başlatıcısının Ermeni burjuvazisi olduğu iddialarına da hiçbir tepki göstermemişti. (s. 263)

Ermeni sorunu TKP’nin Bakü’de 1920 Eylülünde yapılan kuruluş kongresinde de gündeme geldi. 12 Eylül günü yapılan oturumda sunulan bir tebliğde; "1915 tehciri ve katliamı ve bütün diğer dökülen kanların nedeni İngiliz siyasetidir" (s. 265) tespiti yapılıyor, en fazla zulüm görenin de Türk halkı olduğu vurgulanıyordu (s. 267). M. Suphi bu tebliğde dile getirilen görüşlerin hiç birine itiraz etmedi.

Ahmet Kardam Agos gazetesinde yayınlanan söyleşisinde, TKP’nin kuruluş sürecinde, partiyi Ermeni komünistleriyle birlikte kurmak için herhangi bir girişimde bulunulmadığını söylüyor: "Kuruluş kongresi belgelerinde, Ermeni komünistleriyle böyle bir ilişkinin kurulabildiğine dair herhangi bir belirti yoktur."  

Mustafa Suphi kongreden önce Yeni Dünya gazetesinde çıkan yazılarında sadece "Türk milletine", "Türk işçi ve köylüsüne" seslenmekteydi (s. 239).

Ermeni ulusal hareketinin İngilizlerin, Avrupalıların kışkırtması olduğu, 1915 soykırımının karşılıklı mezalimler olduğu tespitleri, bildiğimiz resmi İttihatçı tezlerdir ve bu tezler günümüze kadar gelmiştir. TKP 1915 olaylarının, devletin bilinçli olarak planladığı ve uygulamaya koyduğu bir soykırım politikası olduğundan, bunun gayrı Müslimlerin ekonomik hayattan ve Anadolu’dan toptan silinmesi politikasının bir parçası olduğundan hiç söz etmemektedir. Büyük ihtimalle bunun bilincinde de değildir. Mustafa Suphi ve TKP ülkeye egemen olan şoven havanın, resmi ideolojinin etkisi altındadır. 

Kürt Sorunu ve TKP

TKP en önemli stratejik hatayı Kürt sorununa yaklaşımda yapmıştır. Ahmet Kardam, Mustafa Suphi’nin TKP programına koyduğu, "hür milletlerin hür ittihadı" esasına dayalı "federatif bir cumhuriyet" fikrinin, sonradan belleklerden silindiğini söylüyor ve; "Onun (Mustafa Suphi’nin O.T.) bu yönünün belleklerden silinmesinin yarattığı tahribatın büyüklüğünün sembolü, TKP’nin Şeyh Sait isyanına ve Dersim Katliamına karşı takındığı yüz kızartıcı tutumdur" (s. 395) diye ekliyor.

Şeyh Sait isyanının devam ettiği günlerde O5 Mart 1925’de çıkan, Ş. Hüsnülerin TKP’sinin yayın organı olan Orak Çekiç dergisinin 7. sayısında bu isyan konu ediliyordu. Dergi kapağında logonun altında büyük harflerle dizilmiş ve çerçeve içine alınmış şu satırlar vardı: "Yobazların sarıkları yobaz zümresine beyaz kefen olmalı! Yobazlar ile, ağalar ile, şeyhler ile, halifeler ile, sultanlar ile kahrolsun derebeylik! İrticaa ve derebeyliğe karşı mücadele için: köylüler "köy meclisleri" ameleler "sendikalar" etrafında teşkilatlanmalıdırlar!."

Derginin baş yazısı "İngilizlerin Oynattığı İrtica Kuklası" başlığını taşıyordu. Yazıda şeyhler için "bu nevi mahlukları imha etmek gerektir" deniyor ve sorunun temelden çözümü için ağaların, şeyhlerin topraklarına el konulup yoksul köylülere, "çobanlara" dağıtılması öneriliyordu.

TKP’nin Kürt sorununa karşı tutumunu 1925 Şeyh Sait isyanına karşı takınılan tavırla başlatmak genel bir eğilimdir ve Ahmet Kardam da bu eğilime uyuyor. Fakat bu yanlıştır. Kürt sorunu 1925’te ortaya çıkmamıştı ve TKP de tavrını ilk kez Şeyh Sait isyanında koymamıştı. Şefik Hüsnülerin Kürt sorunu karşısındaki tavrı, Mustafa Suphilerin tavrının devamıydı.

Şefik Hüsnülerin TKP’sinin Şeyh Sait isyanına karşı tavrını Orak Çekiç dergisinden aktardık. Peki Mustafa Suphilerin, Mütareke ile başlayan ve hem Kürdistan’da, hem İstanbul’da, hem de uluslararası alanda (Paris Barış Görüşmeleri) önemli bir gündem oluşturan, Mustafa Suphi katledildiğinde de devam eden Kürt hareketine ve Koçgiri isyanına tavrı neydi?  

Mustafa Suphiler Türkiye’ye girdiklerinde hem İstanbul’da kurulmuş yasal Kürt örgütleri vardı, hem de bugünkü Sivas ve Dersim çevresinde belli bölgeleri ele geçirmiş, özerklik isteyen örgütlü ve silahlı bir Kürt hareketi vardı. Şeyh Sait de bu bölgede bulunuyordu ve 1925’teki isyanı, 1920 Temmuzunda başlayıp 1921 baharına kadar süren Koçgiri isyanının bir devamıydı. 

Anadolu’ya devrim yapmak, federatif Sovyet Sosyalist Çumhuriyet kurmak için gelen Mustafa Suphi, ne gelmeden önce, ne de geldiği andan itibaren bu hareketle hiç ilgilenmedi. Mustafa Suphi 1919 yılı baharında Kırım’a geldiğinde İstanbul’a ve Karadeniz kıyı şehirlerine örgütçü kadrolar gönderdi ve bunlar başarılı işler yaptılar. Fakat Kürtlere gönderilen hiç kimseyi bilmiyoruz. Ama Mustafa Suphi’nin Kürt hareketinden haberi vardı ve bu hareketi izliyordu. Çünkü M. Suphi  TKP’nin kuruluş kongresinde, 13 Eylül 1920 günü yaptığı konuşmada Kürt milletinin mağdur sınıflarının "Bedirhan teşkilatlarından" soyutlanması gerektiğini söylüyordu (s. 268). Yani var olan Kürt hareketini onaylamıyordu.

Mustafa Suphiler 28 Aralık 1920 günü Kars’a varıp, kendilerini  Kazım Karabekir’e teslim ettikleri sırada, Kocgiri isyanı devam ediyordu.  25 Aralık 1920’de Kürtler; "Garbi Dersim Aşair Rüesası (Batı Dersim Aşiret Reisleri" imzasıyla Ankara’ya TBMM’ne bir muhtıra vermişlerdi. Muhtırada, istemler kabul edilmezse bunları silah zoruyla alacaklarını bildiriyorlardı. Fakat Kürtler daha önce de, 15 Kasım 1920’de Ankara hükümetine "Hozat Muhtırası" namıyla, istemlerini bildiren bir muhtıra vermişlerdi. Bu muhtırada istemlerini sıralamışlardı.  İstemlerin başında Kürdistan’ın özerkliğinin tanınması geliyordu. Anadilde eğitim, hapisteki Kürtlerin serbest bırakılması, Kürtlerin çoğunlukta bulunduğu bölgelerden Türk memurlarının çekilmesi, Koçgiri bölgesine sevk edilen askeri birliklerin çekilmesi bu siyasi istemi takip ediyordu.

Bu istemler Rusya Müslümanlarının öne sürdüğü ve 1917 Şubat devrimi ile birlikte gerçekleştirebilmek için harekete geçtikleri istemlerin hemen hemen aynısıydı. Yani Kürtlerin istemleri ulusal, demokratik istemlerdi. Bunların irticayla, feodalizm ile, saltanatla, İngilizlerle ilgisi yoktu. Tümüyle ulusal istemlerdi bunlar. Mustafa Suphiler 15 Kasım’da çekilen bu muhtıradan haberdar olmalıydılar.

M. Suphiler TKP’yi kurduklarında Kürtler her yerde hareket halindeydi. Temmuz 1920’de silahlı olarak harekete geçmişler ve belli bölgeleri kontrolleri altına almışlardı. İstanbul’da örgütleniyor, uluslararası alanda seslerini duyurmaya çalışıyorlardı. Ama bütün bunlar Türkiye’ye devrim yapmaya gelen M. Suphi’nin umurunda değildi. O Kürt meselesini bütünüyle M. Kemal’e havale etmiş görünüyordu. 

Kürt sorununa karşı tavır konusunda bütün suçu TKP’ye yüklemek, Bolşevik Partinin ve Komünist Enternasyonalin dayatmalarını hesaba katmamak, büyük bir haksızlık olur. TKP’nin örneğin Çin Komünist Partisi gibi bu dayatmalara karşı koyacak ve kendi çizgisini uygulayabilecek bir gücü yoktu.  Sovyetler Birliği Kürt ulusunu ve bu ulusun siyasi, kültürel, ekonomik istemlerini kabul ediyordu. Nitekim 1923 yılında Sovyetler Ermenistan ile Karabağ arasında (Azerbaycan’a bağlıydı) Kürt Sovyeti, Kızıl Kürdistan kuracaklardır. (Azerbaycan Kongresi 1929 yılında bunu lağvederek Karabağ’a bağlayacaktır.) Fakat Sovyetler Türkiye’deki Kürt hareketine İngiliz entrikası ve M. Kemal’le kurmak istedikleri ittifakı zora sokacak, engelleyecek bir düşman gözüyle bakıyordu. Dolayısıyla Mustafa Suphiler eğer Kürtlerle birlikte tavır almaya kalksalardı karşılarında sadece M. Kemal’i değil, Sovyetler Birliğini de bulacaklardı. 

Siyasi durum böyleydi. Fakat Mustafa Suphilerin Kürt hareketine karşı bilerek takındıkları ilgisiz tavır, bu hareketi devletle baş başa bırakmak, onların sadece böyle bir siyasi açmaza girmek istememelerinden kaynaklanmıyordu. M. Suphilerin ve Şefik Hüsnülerin Kürt hareketi hakkındaki samimi düşünceleri de, bu hareketin İngilizlerin güdümünde, feodal, irticai, Şeyhlerin, ağaların kışkırttığı bir hareket olduğu yönündeydi. Yani Sovyetlerle aynı şekilde düşünüyorlardı. Orak Çekiç dergisinde kullanılan üslup ve ayaklanmaya karşı gösterilen sert tepki düşüncelerdeki samimiyeti göstermektedir. 

Mustafa Suphi Koçgiri isyanına karşı askeri harekat başlamadan (15 Şubat 1921) hemen önce katledildi. Eğer M. Suphi katledilmeseydi ve Ankara’ya gelip bu harekatın başladığını görebilseydi, çok büyük ihtimalle M. Kemal’in yanında yer alacak ve Ş. Hüsnü ile birlikte aynı tepkiyi gösterecekti. 

Bu iddiamızın dayanaklarından biri de, Mustafa Suphi’nin ideolojik biçimlenmesinde önemli rol oynayan Cedidci aydınların Kürt isyanı üzerine yazdıklarıdır. 

Mustafa Suphi’nin Kürt Hareketi Karşısındaki Tavrı Cedidcilerden Ayrı Düşünülmemelidir

Mustafa Suphi İttihatçılıktan sonraki bütün siyasi yaşamı boyunca, Cedidcilerle ve Cedidci hareket içinden çıkan Müslüman Komünistlerle çalıştı. 
İkinci Meşrutiyetin ilanından önce İstanbul, Türkçü-İslamcı Cedidciler için bazen geçici, bazen kalıcı bir uğrak yeriydi. 1905 Rusya Devrimi yenilgiye uğrayınca ve Osmanlı’da 1908 yılında Meşrutiyet ilan edilince, İstanbul’a Cedidci göçü arttı. Osmanlı Türkçüleriyle Cedidciler iç içe geçtiler, ortak dergiler ve dernekler kurdular. (Türk Yurdu, Türk Ocağı gibi).  Mustafa Suphi, Yusuf Akçura ve Sadri Maksudi (Arsal) ile (ikisi de Kadet -meşruti monarşist parti listesinden milletvekili olarak Duma’ya girecektir) Paris’te öğrencilik yıllarından, 1906’dan beri tanışıyordu.  Mustafa Suphi 1915 yılına kadar İstanbul’da, Kırım’da, Kafkasya’da bu çevre ile birlikte çalıştı. Daha sonra Cedidci hareketten kopan Müslüman Komünistlerle ve Bolşevik Partiyle birlikte çalışmaya başladı ama eski çevresiyle bağlarını da tümden koparmadı. Örneğin 1920 yılında Bakü’deyken Bolşeviklerden kaçan Zeki Velidi’yi iki sefer evinde misafir etmişti. Bunu Zeki Velidi anılarında yazdığı için biliyoruz. Fakat diğer Cedidcilerle ilişkileri ne düzeydeydi bilmiyoruz. Zeki Velidi’nin Y. Akçura ve S. Maksudi’den farkı onun Kadetçi olmaması, Sosyalist Devrimcilere yakın durması (bir dönem üye de olmuştu), Bolşeviklerle uzlaşma yolunu aramış olmasıydı. Fakat bu farklar onların Bolşeviklere karşı birlikte çalışmalarına engel olmuyordu.

Cedidcilerle ilişkileri sürdürmekten daha önemli olan, Mustafa Suphi’nin Cedidci görüşlerle ciddi bir ideolojik hesaplaşma yapmamış olmasıydı. Bu nedenle Cedidcilerin Kürt isyanları hakkındaki görüşlerinin, Mustafa Suphi’nin tavrını anlayabilmek için de önemli olduğunu düşünüyoruz.
Azerbaycan Cedidcisi ve sosyalist Azerbaycan devletinden önce 1918 yılında kurulan Azerbaycan Cumhuriyetinin başkanı Mehmet Emin Resulzade, 1923 yılı Eylülünden itibaren İstanbul’da Yeni Kafkasya dergisini yayınlamaya başladı. Dergiyi çıkaranlar Azerbaycanlılardı ama dergi bütün Sovyetlere yönelik bir yayın çizgisine sahipti. Azeriler dışında kalan Türkistan’lı, Kazan’lı Cedidci aydınlar, örneğin Kazanlı takma ismiyle Abdullah (Taymas), Türkistan’lı takma ismiyle Başkurd Abdülkadir İnan (Zeki Velidi’nin çalışma arkadaşı), Tatar Ayaz İshaki, Fuat Toktar (bunlar yazılarını Berlin’den gönderiyorlardı), Sadri Maksudi dergiye yazıyorlardı. M. Suphi’nin yakın arkadaşı Zeki Velidi de Yeni Kafkasya’nın yazarları arasındaydı. Yeni Kafkasya dergisi Cedidcilerin ortak yayın organı sayılabilir. 

Yeni Kafkasya dergisi birkaç sayısında Şeyh Sait isyanına yer verdi. Derginin 1 Mart 1341 (1925) tarihli 11’nci sayısında isyan; "Şarkın Kara Belası" başlığıyla duyuruldu. Yazıda isyan dinci gerici propagandaya bağlanıyordu. İrticai propagandanın, derebeyliğin egemen olduğu vilayetlerde uygun şartlar bulduğu ve isyana neden olduğu ifade ediliyordu. Sorunun kesin çözümü olarak ta derebeyliğin tasfiye edilmesini öneriliyordu:  "Yalnız halkı iğfal ve isyana sevk eden müsebbib (sorumlu) bir takım beyleri değil, asıl derebeyliğini tecziye etmeli (cezalandırmalı), zavallı köylüyü bu melun sistemin zincirlerinden halas ile hürriyet ziyasını o yerlere dahi vermelidir." (Parantezler O.T.)
Derginin Nisan sayısında da "irticai hareket" tespiti tekrarlanıyordu: "Kürdistan’da zuhur eden irtica vakası, malumumuz olduğu veçhile, hilafet propagandası ile alakalıdır." 

Yeni Kafkasya dergisini endişelendiren, sadece isyanın irticai bir hareket olması değildi. Yeni Kafkasya Türkiye sınırları içindeki Kürtlerin özerk bir yapıya kavuşmasının, Azerbaycan’da kurulu bulunan Kızıl Kürdistan komünistleri ve ulusçuları için bir çalışma alanı olmasından da korkuyordu:
"Böyle muhtar bir Kürdistan, şüphesiz ki, Sovyet Azerbaycan’ı dahilinde, Türkiye hududu karibinde (bitişiğinde O.T.) Bolşevikler tarafından tesis olunan küçük Kürdistan muhtariyeti için dahi büyük bir faaliyet sahası tesis etmiş olurdu."  

Azerbaycan’da bir Kürdistan kurulmasına da karşı çıkan Cedidcilerin, Kürt isyanına karşı tavırları ve önerdikleri çözüm yolu Şefik Hüsnülerinkiyle, resmi görüşle aynıydı. Biz M. Suphi’nin Kürt hareketine yaklaşımının da, ilişkilerini sonuna kadar sürdürdüğü Cedidcilerden çok farklı olduğunu düşünmüyoruz. 

Ahmet Kardam Mustafa Suphi’nin 1915 öncesinde "Türkler de içinde olmak üzere, uyruğu olan bütün milletlere özerklik hakkı tanıyan federal bir Osmanlı Devleti’ni savun(duğunu)" (s. 235) yazıyor . A. Kardam, ulusal sorun konusunda da M. Suphi’nin 1915 öncesi görüşleriyle sonrası arasında bir kopuş olmadığını belirtip, "olsa olsa Marksizm-komünizm-enternasyonalizmle tanışmış olmakla zenginleşip gelişen bir ‘süreklilikten" (inkişaftan) söz edilebilir" (s. 236) diyor.

Mustafa Suphi’nin görüşlerinde sosyalizme doğru bir gelişmeden, zenginleşmeden söz etmek tespiti bizce de doğrudur. Böyle olmasaydı Bolşevik Parti’ye üye olmaz, Türkiye Komünist Partisi’ni kurmazdı. Ama Mustafa Suphi’nin, 1915 öncesinde Osmanlı’da yer alan uluslara özerklik, federatif bir yapı tezleri, Yusuf Akçura’nın 1912 yılında kurduğu ve Mustafa Suphi ile birlikte çalıştıkları Milli Meşrutiyet Fırkası’na aitti. Türkçülüğün en yetkin teorisyeni sayabileceğimiz Y. Akçura’nın partisi; bir "Osmanlı milletinin" kurulamayacağını savunuyordu. Parti hükümete, "maceraperestlikten" kurtulmayı, "mantıksız ve hesapsız siyasete bir nihayet ver(meyi)", yani Arnavutluk, Batı Trakya ve Arabistan üzerinde uygulanan İttihatçı asimilasyon politikalarından vaz geçmeyi öneriyordu. 

"Zira Arnavutluğun mahalli örf ve adetlerini zorla yok etmeye çalışan, Suriye’de bir İttihad mektebi açmak bahasına Kerk isyanını vücuda getiren böyle bir milliyet politikası sakim (hastalıklı O.T) ve sakattı."

"Bir Osmanlı milleti kurulamayacaktır, zira ‘kemal-i cesaretle kabul ve ilan olunmalıdır ki Arabistan ve Arnavutlukla Rumeli, temsil-i milli ve tevhid-i anasıra (unsurların birliğine O.T.) müsait sahalar değildir.’" 

Milli Meşrutiyet Fırkası Osmanlı’yı oluşturan esas unsurun Türkler olduğunu ve Osmanlı’yı kurtarmanın yolunun Türkleri kurtarmaktan geçtiğini ileri sürüyordu.  

"Yapılacak iş Osmanlı saltanatını muhafaza, fakat ‘asırlardan beri takip olunan bu mantıksız ve hesapsız siyasete bir nihayet vermek’ maceraperestlikten kurtulmak ve imparatorluğun merkezi unsuru Türklüğü kuvvetlendirmektir, çünkü Osmanlılığın ‘merkez-i sikleti (ağırlık merkezi O.T) Türklük ve İslamlıktır.’"  

Parti programının 33. Maddesinde de, iptidaiye ve rüşdiye mekteplerinin (ilk ve orta okulların) parasız olacağını,  eğitimin de, "o vilayet ahalisinin ekseriyet-i lisanıyla icra edilece(ğini)" , yani anadilde eğitimi vadediyordu.  Kendisi de bir ezilen ulus (Tatar) milliyetçisi olan ve diğer Cedidcilerle birlikte Rus Çarlığına karşı bu mücadelesini sürdürmekte olan Yusuf Akçura’nın Osmanlı’daki uluslara karşı bu tavrı anlaşılır bir şeydi. 
Osmanlı’daki değişik uluslara karşı takınılan bu tavrın önemli özelliği şuydu: Bu öneri Osmanlı devletinin devamı için getiriliyordu. Yoksa Arnavutların, Bulgarların, Ermenilerin, Arapların, Kürtlerin vs. ulusal mücadeleleri haklı bulunup desteklenmiyordu. Milli Meşrutiyet Fırkası Osmanlı’dan ayrılmalara, bağımsızlık mücadelelerine karşıydı. Bu önlemler devletten bağımsız gelişen ulusal hareketlerin engellenebilmesi için devletin alması gereken tedbirler olarak düşünülüyordu. Yani ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı değil, Osmanlı devletinin yaşamını devam ettirebilmesi ilk planda geliyordu. Özünde ezilen uluslardan yana değil, devletten yana bir tavrı ifade ediyordu. Ama bu özelliğine karşın, ulusal sorunun devlet şiddetiyle, silah zoruyla çözülemeyeceğini kabul ettiği, bu yöntemi mantıksız, hesapsız bir maceraperestlik olarak gördüğü, asimilasyon politikasında direnmeyi yanlış bulduğu için, devletçi olmasına karşın bu öneriler ezilen uluslar için çok önemliydiler. Mustafa Suphi de o dönemdeki yazılarında, devleti, düzeni güçlendirecek reformlar öneriyordu.  

1912 yılında henüz Osmanlı ayaktayken, Dünya Savaşı’na girmemiş, Sovyet Devrimi olmamışken Cedidciler böyle düşünüyorlardı. Bu düşünceler. 1925 Kürt isyanına karşı yukarıda aktardığımız biçimi aldı. Yusuf Akçura, Sadri Maksudi, Zeki Velidi vs. M. Kemal’in sadık ve çalışkan elemanları haline geldiler. M. Suphi’nin Kürt hareketine ilgisizliği, M. Kemal’e güveni, Kürt sorununda Cedidcilerden farklı olmadığını düşündürmektedir.
Sovyetlerin görüşü, bu görüşlerle ve resmi görüşle birebir örtüşmüyordu. Onlar bu hareketi irticai, feodallerin bir direnmesi olmaktan çok, İngiliz entrikası olarak görüyorlardı. Yani ayaklanmanın ulusal yanı açıktan inkar edilmiyor, olay Bolşevik basında "Kürdistan isyanı" olarak geçiyordu. Fakat İngiliz entrikası öne çıkıyordu. Örneğin Şeyh Sait ayaklanması devam ederken Tiflis’te toplanan 3’ncü Sovyet Kongresinde Dışişleri Bakanı Çiçerin şöyle diyordu: "Türkiye hükümetinin hariçten idare edildiği muhtemel bulunan isyana karşı mücadelesini hüsn-i teveccühle telakki ederiz (anlayışla karşılarız O.T.)." 

İsyanın başlamasından sonra Moskova’da ve Bakü’de çıkan gazeteleri tarayan Yeni Kafkasya, 27 Şubat 1925 tarihli Pravda gazetesinde çıkan iki makaleye değiniyor. Her iki makalede de Türkiye hükümetinden yana tavır alınmış ve makale yazarları hareketin başarısız olacağını ümit ettiklerini belirtmişler. Yeni Kafkasya’nın aktardığına göre makale yazarları: "Bu mücadelede «bütün cihan amelesi teveccühünün milli istiklal gayesini temin için bir daha ateş ve silah istimaline (kullanma O.T.) mecbur kalan Ankara lehinde» olduklarını beyan eylemiştir." 

1925 isyanının daha öncesinde Kürtler Sovyetlerle ilişki kurmak istediler ama Bolşevikler bunu reddettiler. İstanbul merkezli Kürdistan Teali Cemiyeti kapatıldıktan sonra 1921 yılında Erzurum Merkezli Azadi Cemiyeti kuruldu. Cemiyetin başında 1925 yılında idam edilecek olan Cibranlı Halit Bey vardı ve bu cemiyet Sovyet kaynaklarında Erzurum Komitesi olarak geçiyordu. Halit Bey Erzurum Konsolosu aracılığıyla Sovyetlere bir mektup gönderdi. Mektupta Sovyetler Birliği egemenliğinde bir Kürdistan kurulması isteniyordu. Alınan cevap olumsuzdu.

Sovyetlerle ilişki kurmak için yapılan tek girişim bu değildi. Cemiyet üyesi Kemal Fevzi (o da 1925’te idam edilecektir) İran Kürdistan’ına gitti ve Urmiye Konsolosu üzerinden Sovyetlerle ilişki kurmaya çalıştı. Erzurum’daki Azadi Cemiyeti’nden ayrı olarak, Musul’da İngilizlere karşı direniş içinde olan Mele Mahmut Berzenci Lenin’e mektuplar gönderdi ama cevap alamadı.  

Bolşevik Parti içinde herkes aynı görüşte değildi. Aynı kongreye katılan Rakofski, Azerbaycan Komünist Partisi’nin yayın organı Komünist gazetesine verdiği demeçte şunları söylüyordu: "İsyanın kuvvetle bastırılması ile bu meseleyi hal edildi diye hesap etmek doğru olmaz. Lozan’da iken ben bu hususta Türkiye diplomatlarıyla ezcümle Kürt meselesi üzerine görüştüm. Bizim siyasetimizden misal göstererek kendilerine dedim ki: Türkiye hükümeti kendisi bizzat Kürt halaskarı rolünde bulunmalı Kürdistan’a siyasi, medeni muhtariyet vermeli ve bununla Kürtleri kendi tarafına celb etmeye çalışmalıdır." 

Devlet, TKP ve Cedidciler isyan için, Kürt ve Kürdistan kelimelerini kullanmaktan uzak duruyorlar, sorunun ulusal yanını örtmek istiyorlardı. İslamcıların yayın organı  Sebilürreşad dergisi de isyanı; "Genc Hadise-i Elimesi" olarak vermişti. (Hükümet bu dergiyi de kapattı.) Resmi görüş olayı, Kürt isyanı olarak değil, "Şeyh Sait isyanı", yani neredeyse bir kişinin yarattığı bir sorun olarak, geçmişinden kopararak tarihe geçirdi. 
Şefik Hüsnü TKP’sinin ve Cedidcilerin, derebeyliğin neden olduğunu düşündükleri bu sorunun kesin çözümü için önerdikleri yol toprak devrimiydi. Yani bunlar toprak devrimine, Kürt hareketini devlet eliyle yok edebilmenin bir yöntemi olarak bakıyorlardı. (Aynı devletçi düşünüş tarzının Mustafa Suphi’de de olduğuna değinmiştik.) Toprak reformu sözü daha sonraki yıllarda, hatta günümüzde bile Kemalistlerin gündeminden de düşmeyecek, bunu da devrimci, ilerici ama ağaların direnişi yüzünden gerçekleştirilememiş bir tavır olarak kimi solculara satacaklardır. 1945 yılında CHP’nin kabul ettiği toprak reformu, 1960 darbesinin bu konuda düşündükleri, Ecevit’in denediği toprak reformu esas olarak, belirttiğimiz amaca yönelikti. Burada karşı çıktığımız şey toprak reformu değildir. İtirazımız, toprak reformunun bütün Türkiye köylüsünü kapsayacak ve bu köylüye dayanarak yapılacak yerde, sadece Kürt hareketine karşı kullanılan bir araca dönüştürülmüş olmasınadır.

Mustafa Kemal’in Kürt Hareketine Karşı Tavrı

Türkiye’ye devrim yapıp, sosyalist, federatif bir düzen kurmaya gelen Mustafa Suphiler, var olan Kürt hareketini devletin insafına bırakırken, Osmanlı Paşaları ve egemen sınıfları Kürtleri yanlarına çekebilmek için olağanüstü bir gayret içindeydiler. Kürtler olmadan Milli Mücadelenin başarılı olamayacağını daha başından çok iyi anlamışlardı.

Mustafa Kemal daha Anadolu’ya ayak basar basmaz Kürt aşiret reislerine, etkili kişilere mektuplar yazdı. 23 Temmuz 1919’da toplanan Erzurum Kongresi’nde isim vermeden Kürtlerin ırki (ulusal) haklarının tanınacağı taahhüt ediliyordu. 21 Ekim 1919’da M. Kemal’in başkanı olduğu Heyet-i Temsiliye ile (henüz TBMM ortada yoktu) İstanbul hükümeti temsilcileri arasında imzalanan Amasya Protokolü’nde Kürtlerin özgürce gelişmelerini temin edecek şekilde ulusal ve toplumsal haklarına sahip olacakları özellikle belirtilmekteydi. İstanbul hükümeti Sevr Antlaşmasını imzalayarak, bu antlaşmada yer bulan Kürt özerkliğini kabul etmişti. M. Kemal de isyan halinde bulunan Kürtlere böyle bir vaatte bulunuyordu. 
Mustafa Kemal, Koçgiri’de isyan halinde bulunan hareketi bölebilmek için, Dersim’deki Aşiret liderlerini milletvekili yaparak Ankara’ya çekmeye çalışıyordu. Meclisteki Kürt milletvekili sayısı 72’yi bulmuştu. Bunların en ünlüleri saf değiştiren Meço Ağa ve Diyap Ağa idi. Buna karşı isyan halindekiler Ankara Hükümeti’nden İstanbul Hükümeti’nin ilan ettiği gibi Kürtlerin muhtariyetini tanıdıklarına dair açıklama yapmalarını talep ediyorlardı. Zira Ankara yönetimine güvenmiyor, onların İttihatçı geçmişlerine vurgu yaparak Ermeniler gibi kendilerinin de katledilmek istediğini söylüyorlardı.

Gene 1921 Anayasası’nda da Kürtlerin özerklik istemleri yerinden yönetim ilkesinin benimsendiğini ifade eden değişik maddelerde dolaylı olarak kabul ediliyordu. M. Kemal 1923 yılında İzmit’te yaptığı basın toplantısında Teşkilat-ı Esasiye Kanunu (1921 Anayasası kastediliyor) gereğince bir tür özerkliğin oluşacağını söylüyordu. Yani cumhuriyet ilan edilip te tam hakimiyet sağlanana kadar Kürtlerin istemleri için; İngilizlerin entrikası, feodal aşiret reislerinin saltanatçı, hilafetçi, irticai hareketi diyen kimse yoktu. Kürtlerin siyasi, kültürel istemleri meşru görülüyor ve dikkate alınıyordu.

Mustafa Suphilerin Kürt sorunu karşısındaki tavrını anlamaya çalışırken; yazılı belge bırakmamışlar diye düşünmemek gerekir. "Mustafa Suphiler Kürt meselesi üzerinde yazılı bir görüş bile belirtmemişlerdir" demek daha doğru olur. Sükut ikrardan gelir (susmak onaylamaktır) derler. Mustafa Suphi Mustafa Kemal’in Kürtlere yönelik çabalarına, Koçgiri’de isyan eden Kürtlere karşı tavırlarına ilişkin tek şey söylememiştir. Kürtlerin kendi kaderlerini tayin hakkının yanında olduğunu gösteren tek söz etmemiştir. O dönemin de en acil sorunlarından biri olan bu meseleyi M. Kemal’in, devletin insafına, burjuvazinin Kürtleri aldatmaya yönelik manevralarına bırakmıştır. Devlet ise, sosyalist hareketle Kürt hareketi arasındaki kader birliğini daha o zaman görmüştü. Bu nedenle hep ikisine birden saldırdı. Sola her saldırı aynı zamanda Kürtlere; Kürtlere her saldırı aynı zamanda sola saldırı oldu.

Mustafa Suphi’nin ulusal sorun üzerine görüşlerinde Ahmet Kardam’ın da belirttiği gibi, 1915 öncesiyle sonrası arasında kopuş değil, devamlılık vardı. Ama bu devamlılık M. Suphi’nin bu konuda eski devletçi anlayışını sürdürmesi anlamına geliyordu. Aynı anlayış daha sonra Ş. Hüsnüler tarafından da sürdürülmüştür. Bu bakımdan M. Suphilerle daha sonraki TKP arasında da kopma değil, süreklilik vardır.
 


  1.   Kadir Akın, Ermeni Devrimci Paramaz, Dipnot yayınları, ilk baskı 2015
  2.   Parantez içinde verdiğimiz sayfa numaraları A. Kardam’ın kitabına aittir. Diğer kaynakları dipnot olarak belirttik.
  3.   http://www.agos.com.tr/tr/yazi/25014/bir-baska-acidan-mustafa-suphi-ve-ermeniler
  4.   Rusya’daki Cedidci hareketin geniş bir anlatımı için, Osman Tiftikçi, İslam-Sosyalizm Bolşevik Devrimi ve Din, Notabene yayınları 2020.
  5.   1925 Takriri-i Sükun kanunuyla kendine bağlı olmayan bütün yayın organlarını kapatan M. Kemal Yeni Kafkasya’ya dokunmadı. Çünkü M. Kemal Cedidcileri komünizme karşı ideolojik mücadelede önemli bir araç olarak görüyordu. Bazılarını Avrupa’dan bizzat kendisi çağıracak, onlara resmi görevler verecektir. (milletvekilliği, konferanslar, dersler verdirme gibi.) 
  6. Sovyetlerin baskıyı artırması üzerine 1927 yılında Yeni Kafkasya kapatıldı ama bu arada Zeki Velidiler Yeni Türkistan’ı yayınlamaya başladılar. Ardından Odlu Yurt, Azeri Türk, Bildiriş gibi başka Cedidci yayın organları da çıktı. Bütün bu yayın organları gene Sovyet baskısı üzerine 1930’lu yılların başlarında kapatıldılar. Buna karşılık Sovyetler de TKP üzerindeki baskılara, yayın organlarının kapatılmasına ses çıkarmıyordu.
  7.   Yeni Kafkasya, "Şark Halkçılarına Düşen Vazife İrtica ile Komünizm Tehlikelerine Karşı Alınacak Yegane Tedbir"
  8. 16 Nisan 1341, Yıl: 2, sayı: 14 
  9.   Yeni Kafkasya, "(Rakofski) Kürdistan Hakkında", 31 Mart 1341, yıl: 2, sayı: 13
  10.   Ahmet Kardam, Kazım Gündoğan ile yaptığı röportajda da (Artıgerçek 06.02.2021) şunları söylüyordu: 
  11. "Osmanlı toprakları üzerinde dört federatif bölge ve bunların içinde de ayrı özerk bölgeler kurulmasını savunuyordu. İmparatorluğun Rumeli topraklarında biri "Makedonya", ötekisi "Arnavutluk" olmak üzere iki federatif bölge; Anadolu’da "Türkiye" ve Asya topraklarında ise "Arabistan" olmak üzere iki federatif bölge kurulması, ayrıca Ermeni, Kürt, Laz gibi halklara da özerklikler verilmesi gerektiğini savunuyordu." https://artigercek.com/haberler/mustafa-suphi-osmanli-da-federalizmi-ve-ermeni-kurt-laz-gibi-halklara-ozerklik-verilmesini-savunuyor  
  12.   T. Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasi Partiler 1859-1952, Tıpkı Basım, Arba Yayınları, ikinci baskı 1995, s. 360, 359
  13.   T. Zafer Tunaya, yage, Arba Yayınları,, s. 359
  14. 9’uncu ve 10’uncu dipnotlarda belirttiğimiz, 25 Ağustos 1328 (1912) tarihli Sabah ve İkdam gazetelerinden alınan bu bölümler kitabın İletişim Yayınları’nın "Genişletilmiş Baskı" sında (5. Basım 2015) yer almamaktadır.
  15.   T. Zafer Tunaya, Türkiye’de Siyasi Partiler 1859-1952, Cilt 1, İletişim Yayınları 2015, 5. Baskı,  s. 388
  16.   Örnek için, Ahmet Kardam’ın çok önemsediği "Türklüğün İstikametleri" başlıklı 1914 tarihli yazıya şu linkten bakılabilir:
  17. Aydınlık sosyalist dergi, sayı: 2, Aralık 1968  
  18. https://tustav.org/yayinlar/sureli_yayinlar/aydinlik/asd/asd_02.pdf
  19.   Yeni Kafkasya, "Türkiye-Rusya Münasebatından. Çiçerin’in Beyanatı", yage.
  20.   Yeni Kafkasya, "Celb-i Dikkat (dikkat çeken O.T.) Bir makale: İki Türlü Lisan", 31 Mart 1341, yıl: 2, sayı: 13
  21.   Kürtlerin Sovyetlerle ilişki kurmak için gösterdikleri çabalara ilişkin bu bilgiler için Namık Kemal Dinç’e teşekkür ediyorum.
  22.   Yeni Kafkasya, "(Rakofski) Kürdistan Hakkında", 31 Mart 1341, yıl: 2, sayı: 13
     

Öne Çıkanlar