Onur Saylak: Dünyaya yayılabiliyorsun ama filmini ülkende gösteremiyorsun

Onur Saylak: Dünyaya yayılabiliyorsun ama filmini ülkende gösteremiyorsun
Sadece oyunculuğu ile değil yönetmenliğiyle de büyük başarılar elde etmiş Onur Saylak ile hem dizi hem sinema sektöründen dem vurduk.

Seran VRESKALA


ARTI GERÇEK – Son derece doğal, içten ve olduğu gibi bir adam Onur Saylak. Ünlü olduğunun farkında olmadığını düşündürtüyor insana. Bazı meşhur oyuncular gibi ne egosu ne basın danışmanı ne de menajeri var. Sosyal medya uzmanı bile yok, zaten sosyal medyayla arası iyi değil. Sosyal medyanın bağımlılık yapan tehlikeli bir çukur olduğunu düşünüyor. Twitter’da yaptığı paylaşımların çoğu -dile çok önem verdiği için- dille ilgili kavramlar; konuşması da akıcı. Kendisini çok iyi ifade ediyor. İnstagramı da bir film ya da dizi olduğu zaman mesleki amaçlarla kullanıyor.

2008’de yönetmen Özcan Alper’in çektiği ‘Sonbahar’ filmiyle ilk kez sinemaya adım atan oyuncu, o filmde canlandırdığı Yusuf karakteri ile seyircilerin gönlüne taht kurmuştu. Bu yüzden o filmle arasında özel bir gönül bağı olduğunu söylüyor. İyi bir oyun çıkarabilmek ve inandırıcı olabilmek için yapamayacağı şey yok! Mesela 'Sonbahar' filmi için 40 günde 16 kilo vermiş. Son 3 yıldır deli bir temposu var ama bundan çok mutlu. Çalışmaya ve üretmeye bayılıyor. İyi bir iş çıkarabilmek adına yapılması gerekenler kendisini tatmin etmediği takdirde o işe asla başlamıyor.

Bu yüzden oyunculuktan yönetmenliğe geçmek için uzun süre beklemiş ve kendinden emin olduğu anda da harekete geçmiş. Hakan Günday’ın yazdığı kitabın uyarlaması olan ilk uzun metraj filmi "Daha" ile katıldığı festivallerde bir sürü ödül kazandı. Yönetmenliğini yaptığı ve yine Hakan Günday’ın senaryosunu yazdığı internet dizisi ‘Şahsiyet’ ise dünya sıralamasında en iyi 40 dizi arasına girdi. Bu konuda Günday’la müthiş bir dinamikleri olduğunu ve projelerin bu yüzden çok başarılı geçtiğini söylüyor. Şimdilerde ise yine Günday’la birlikte yapacakları iki proje üzerinde çalışıyor.

Bunların yanı sıra 'Arzu Tramvayı' tiyatro oyununda ve televizyonun dikkatleri çeken son dizisi 'Çarpışma’da oynuyor. Bu ağır tempoya rağmen bu yıl merakla beklenen ‘Kürk Mantolu Madonna’ filminin de yönetmenliğini yapacak. Hayali ise sürdürülebilir film üretebilmek için ekonomik güce sahip olmak. Üretimde kalabilmek için "bir film, bir dizi" tekniğini kullanıyor. Diziyle para kazanıp, kazandığı parayla film çekiyor.

- Herkes şu an sizden nefret ediyor olmalı, Çarpışma dizisinde canlandırdığınız karakter yüzünden.

(Gülüyor) Bunu bir iltifat olarak alıyorum tabii. Bu tip roller daha meziyetli roller, çünkü oyun alanı daha geniş. Daha oyuncak roller. Oyuncuya kötülüğün köklerine dair bir düşünsel çalışma yapma şansı veriyor. Özellikle Veli karakteri için konuşuyorum; bir insan neden bu hale gelmiş, neden bu yolu seçmiş kısmını düşünmek zorunda kalıyorsun. Daha filminde de kötülüğün kökenine inen bir çalışma yapmaya çalıştık ve bu konuda bayağı kafa patlattık. O yüzden eğleniyorum bu tip rollerde. Son üçtür özellikle televizyonda hep kötü karakterler denk geliyor bana, demek ki altından kalkabiliyorum. (Gülüyor)

- Peki sokakta yürürken tuhaf tepkiler alıyor musunuz bu yüzden? Zamanında canlandırdığı kötü karakterler yüzünden Erol Taş da büyük tepkiler alırmış ya.

(Gülüyor) Bir gün caddede yürüyordum, yaşı geçkince bir kadın beni kolumdan tuttu ve bana bakarak ‘oğlum, sen oynama bu rolleri’ dedi. O zaman etkinin büyüklüğünü anladım. Bir keresinde de Beşiktaş-Galatasaray maçına gitmiştim; stattaki insanların tepkilerinden biraz korktum açıkçası. Beni görünce önünü bağlayan insanlar gördüm. Oynadığın rolle seni özdeşleştiriyorlar.

- Kötü karakteri oynamak her oyuncunun isteyeceği bir şey mi? Sonuçta izleyicinin en çok aklında kalan roller de onlar.

Tiyatroya bakın; Shakespeare’den kim Macbeth’i, Othello’yu ya da III. Richard’ı oynamak istemez ki? Macbeth’e kötü adam diye bakamazsın orada. Bu roller benim adıma bir oyuncunun içini gıdıklayan rollerdir. Bunu keyif alarak yaptığında bu ruh sahneye, ekrana ve seyirciye de yansıyor ve onlar da o karaktere inanıyor. Kim Batman’de Joker’i oynamak istemez?

- Bu tip karakterleri doğru canlandırabilmek adına ne yapıyorsunuz?

Bunlar büyük keşifler bir oyuncu için. O yüzden de insan araştırıyorsun. ODTÜ’deyken çok sevdiğim ve devamlı not aldığım defterim hala durur. Oyunculukla alakam olmadığı halde Kızılay dolmuşunda uyuyan bir adamla ilgili notlar almışım mesela, çizimini yapmışım. O eylem biçimini görmeden nasıl hayal edebilirsin ki? İnsan izlemeden oyunculuk yapmak çok zor. Dizi izleyeceğine git insan izle, film izle… Git Eminönü’ne gez, 100 bin tane rol var orada. Belgeseller izliyorum mesela. Geçenlerde ‘Mücadele’ diye Polonyalı bir heykeltıraşın hayatının anlatıldığı bir belgesel izledim. Adam 20’nci yüzyılın Rodin’i, Michelangelo’su olacakken yaptığı şeylerden dolayı adama saygı duyamıyorsunuz. Sanatçı ama kötülüğü tercih etme noktasına gelmiş bir adam.

- Bir sanatçıyı verdiği eserlerle mi yoksa karakteriyle mi değerlendirmek gerekir sizce? Mesela Picasso ya da Chaplin dünyanın en ünlü ve en yaratıcı sanatçılarından ama ikisi de kadınlara korkunç davranmış hatta Chaplin fiziksel şiddet uygulamış.

İnsana ya da insanlığa hatta herhangi bir canlıya kötülük ettiği kesinse, kim olursa olsun yaptıkları herhangi bir işin bende karşılığı olmuyor. Gerçek yüzleri hangisi?

- Sanatçının karakteri önemlidir, diyorsunuz. Kötülük yapma hakkı yoktur yani.

Bence öyle. Tutarlı olman gerekiyor. Sen bir yandan insanlık tarihine dair saptamalar yapıp çok önemli eserler üretiyor, sanat alanında bir çığır açıyorsan, kötü olmaya hakkın yoktur. Sanat ve kötülük birbiriyle örtüşemez, bu bana garip geliyor. Kötülükten beslenebilir, ilham alabilir, hatta en iyi eserlerini kötülükten doğurmuş olabilir ama kendi kötülük yapamaz, yapmamalı. Kötülükten ilham alman senin de kötü olmanı gerektirmez.

YÖNETMENLİĞİNİ YAPTIĞI ‘ŞAHSİYET’ 7 MİLYON SEYİRCİYE ULAŞTI

- Oyunculukla yönetmenlik arasında kocaman bir uçurum var. İyi bir yönetmen iyi bir oyuncu olamayabileceği gibi iyi bir oyuncu da yönetmenlik yapamayabilir.


İkisi de dediğiniz gibi bambaşka şeyler. Birinde karakterine hâkim olmak gerekiyor, diğerinde bütüne… Bir şey söylüyor olman lazım. Dramaturji gerekiyor, teknik bilgi gerekiyor; bir sürü parametresi var. Biraz da deli olman gerekiyor yönetmenliğe bulaşman için.
 

- Siz nasıl karar verebildiniz böyle bir şeye? Çekindiniz mi?

Çekinmedim açıkçası çünkü çok bekledim. 37 yaşımdaydım ilk filmimi çektiğimde. O güne kadar kamerayla yaşadığım her tecrübeyi biriktirdim ve bu birikim bana güven verdi. Bir de içinde bir itki olmalı! O itki ‘hadi’ dedi bana. Gördüğün, hayal ettiğin birtakım şeyler var; bunları gerçekleştirebilme dürtüsü bana o güveni verdiği için hiç çekinmedim. İlk filmimde herkes bana ‘yaa, emin misin’ dedi mesela. Hele ki bir roman uyarlaması, ‘bunu nasıl yapabilecek, altından nasıl kalkacak’ diye birtakım cümleler geldi kulağıma ama bunlar bana engel olmadı. İlk hafta çekmeye başladığımda herkese ‘bir sakin olun, bir fikir var, deneyeceğiz’ dedim. Hala öyle diyorum, deniyorum.

- Oyuncular size güvendi mi peki? Onlarda herhangi bir çekince fark ettiniz mi?

Tabii ki güvendiler. Sonuçta orada oyunculuğun duayeni Ahmet Mümtaz Taylan ile çalıştık. Sadece çok iyi bir oyuncu değil, aynı zamanda bir düşün insanı, donanımlı bir tiyatro yönetmeni. Onun bana güvenerek bu işi kabul etmesi -ki okumadan kabul etti- benim için çok önemliydi. Böyle bir iş mi olacak diye sordu, böyle bir film olması için çalışacağız dedim; evinden çıkarken bana tamam dedi. Bunlar çok önemli, çok değerli şeyler. Harmin’i oynayan Turgut Tunçalp da daha okumadan bana tamam dedi. Feza Çaldıran ve Engin Altıntaş bizim ‘Sonbahar’ filminin görüntü yönetmeni ve ışık şefiydi. 10 yıl sonra ‘hadi böyle bir şey yapıyoruz’ dediğimde onlar da hiç tereddüt etmeden geldiler. Kısaca bütün ekip birbirimize inanmayı seçtik.

- Hakan Günday’la bir projeniz daha olduğunu ama bunu kitap üzerinden yapmayacağınızı söylemişsiniz.

Evet. Şu anda çalışıyoruz. Hem bir sinema filmi hem episodik bir hikâye var. Bunun hakkında sadece sert bir kadın hikayesi olduğunu söyleyebilirim. Biz Hakan’la çok güzel sohbet ediyoruz. Saatler sürüyor. Hayattan, felsefeden, aşktan söz ederken bir yer geliyor ve birlikte akmaya başlıyoruz. Genelde bizi rahatsız eden ve bir taraflarımızı zımparalayan konulara kafa gidiyor ve projeler böyle ortaya çıkıyor. ‘Şahsiyet’ de böyle ortaya çıktı. Çok kıymetli bir hikâye, herkesin bunu görmesi gerekiyor. 7 milyon izleyiciye ulaştı ve sayı yükselmeye devam ediyor.

- Oyunculuğunuzun yönetmenliğinize bir katkısı oldu mu?

Kamera önündeki o yapayalnızlığın ne demek olduğunu bildiğim için oyuncuları rahatlatabilmek ve karakteri doğru anlatabilmek için elimden geleni yapıyorum. Karşınızda 50 tane insan var ve bir anda diyorlar ki ‘hadi’… Biz 3 yıl uğraştık bunun için, şimdi sen bunu 2 dakikada anlat bakalım, diyorlar. Bu çok zor bir şey! Bu yönetmenin oyuncuya yardımcı olması gerektiği andır o. Mesela Sonbahar’da Yusuf’un evinin önünde sigara içip çocukları izlediği sahne vardır ve bizim ilk çekimimiz oydu. O sahnede dizimin nasıl titrediğini ve içimden ‘n’oluyor lan?’ dediğimi bugün gibi hatırlıyorum. Bu duyguyu ben kamera arkasında hissedebildiğim için ara verebiliyorum, yönlendirebiliyorum, mizansen değiştirebiliyorum çünkü onu oyuncunun gözünde görebiliyorum. O empatiyi kurabiliyorum.

- Sonbahar’dan bahsetmişken, o film sizi herkesin tanımasını sağladı ama filmin tek başına sizin için de büyük bir anlamı var, değil mi?

Özcan’ın ilk yönetmenlik denemesiydi, benim ilk sinema filmimdi, Gürcü arkadaşımızın ilk rolüydü. İlkler unutulmuyor hakikaten. (Gülüyor) Biz gerçekten yaptığımıza çok inandık. Çalışma koşulları çok zordu bir kere. Filmin 2’nci haftası Engin (Altıntaş) ağabey ‘bak bir şey oluyor, ne olduğunu bilmiyorum ama bu film bir şey oluyor’ dedi. Genelde dediği tutar onun; "Daha" filminde de demişti ‘bir şeyler oluyor yine’ diye ve oldu da. Duygusu çok güçlü bir film çıktı. Çok kıymetli, nadir işlerden biri; her zaman yakalayamazsın bu tip işleri.

Özcan Alper daha hikâyeyi yazarken içinin kanadığından bahsetmişti. Siz oynarken öyle bir şey hissettiniz mi?

Daha okurken kanadı zaten. Oynarken de öyle. Öyle bir rolü bir şey hissetmeden oynamanız mümkün değil! F tipi cezaevleri ile ilgili bir sürü belgesel izlemiştim. O insanların hareket biçimlerini, gözlerindeki ferin kaybolma anını gözlemledim. Bunu sadece düşünerek yapma şansın zor. ‘Bu hayatta böyle birini ya da birilerini tanıyor muyum’ diye sorarım hep. Bazen de duygusunu çok bildiğin biri çıkar. Bu hikayelerin sahipleri karşına çıktığında bile için kanar.

- Oynadığınız bir rolün ruhunuzu ele geçirmesi mümkün mü? Yani kamera ‘kes’ dediği anda o rolden çıkıp gerçek hayata dönebiliyor musunuz?

Evet, zor değil ki bu. Sizi sarsan anlar binde birdir, çok nadirdir. Çünkü oyunculuk sadece bir meslek. Bunun tabii ki hareket anında duygusal bir devinimi var ama emin olun sonunda bu teknik bir iş. Gerçek hayata dönemediğin an şizofren olmaya başladığın andır. Mesela ‘kaptırdım kendimi, çıkamadım’ falan gibi söylemler karşısında ben hayretler içinde kalıyorum. Çıkamamak ne demek, girmek ne demek? Bunları bilmiyorum ben. İşin büyüsü tabii ki var. Hiç bilmediğin bir mekânda, hiç bilmediğin bir kostümde, hiç bilmediğin bir karakter biçiminde, hiç bilmediğin ses tonunda bir şey yapıyorsun ama o olmuyorsun.

Kürk Mantolu Madonna’nın filmini siz çekeceksiniz. Bu yıl Sabahattin Ali eserlerinin üzerindeki telif hakları ölümünün üzerinden 70 yıl geçmesi sebebiyle kaldırıldı. Bu filmi çekmek için bu kadar beklemenizin sebeplerinden biri bu mu? Uzun zamandır bu film için hazırlık yaptığınız için soruyorum.

Bu kadar beklememizin sebebi ben değilim. 7 aydır bu filmin hazırlığıyla uğraşıyorum. Bugüne kadar yapılamamasının en büyük nedenlerinden biri, ekonomik olarak bütçesi çok yüksek bir film olmasıdır. Türk Sineması’nda belki de ilk kez bu kadar yüksek bir bütçe çıkıyor. Bir kere hem dönem hem deplasman filmi; 1920’ler Berlin…Kostümler, kabareler, sokaklar, sanat galerileri, yılbaşı gecesi vs. bunlar büyük prodüksiyonlar. Böyle bir filmin belirli bir kalite üzerinde olabilmesi için geniş ekiplere ve geniş zamanlara ihtiyaç var. Hikâyenin yapısı gereği, sinematik hale getirilmesi de kolay değil. Çünkü cümlelerin arasına gömülü durumlar var. Bir adamın Berlin’de bir sanat galerisinde bir tabloda gördüğü kadına aşık olması ve sonradan kadınla karşılaşması düzlemi kolay ama asıl anlatılmak istenene ulaşmak düşünüldüğü kadar kolay değil. Psikolojik derinliği olan bir kitap. Ece Yönenç yaklaşık 2 yıldır sadece senaryosu ile uğraşıyor. Dolayısıyla ağır adım gitmesi normal. Tatmin olduğumuz noktaya gelmediğimiz süre de başlamayacağız.

- Peki yazarın kızı Filiz Ali’ye de -artık karışma hakkı kalmamasına rağmen- danışacak mısınız film konusunda?

Onunla eşgüdümlü ilerliyoruz zaten. Ondan uzak olmamız mümkün değil.

ÖZCAN DENİZ ÇOK GÜZEL BİR TESPİT YAPMIŞTI SEYİRCİYLE İLGİLİ

- Son zamanlarda gündeme oturan sinemanın tekelleşmesi ve patlamış mısır krizinden bahsedelim biraz. Yılmaz Erdoğan, Cem Yılmaz, Şahan Gökbakar gibi isimler filmlerini çekerek tepkilerini gösterdiler. Siz ne düşünüyorsunuz?


Bu sorun kesinlikle çözülecek çünkü çözülmeme ihtimali yok. Çok büyük bir sermaye söz konusu, çok büyük bir hacim var. Sadece 2018 yılında 45 milyonluk bir bilet satışından bahsediyoruz, dolayısıyla bu sorunun çözülmeme şansı yok. Asıl mesele bugüne kadar adım atılmamasından kaynaklanıyor. Bağımsız sinema yapanların yıllardır bağırdığı, dikkat çekmeye çalıştığı konu artık herkesin bağıracağı noktaya geldi. Herkesin derdi de farklı bu arada; bizler salon bulma derdindeyiz, onlar paylaşımın daha adil olması noktasındalar. Hep beraber masaya oturup konuşulmadığı ve ortak çözüm üretilmediği sürece bu durum ileride yine patlar. 2 yıl evvel Kaan Müjdeci bu konuyla ilgili bir belgesel çekti ama o zaman seslerini yeterince duyuramadılar. Bunun bu noktaya geleceği belliydi. O anda kendini kurtarabilmeye çalıştığın için genel sinema kültürünü ve işletmesini ya da ekonomisini düşünmediğin için bugünlere gelindi. Kaynak ve dağıtım problemlerini çözemediğimiz sürece sinema kültürünü oluşturabilmemiz çok zor.

- Bu seyirciyi de cezalandırmak olmuyor mu?

Kıvanç Sezer ‘Babamın Kanatları’ diye bir film yaptı, 16 sinemada gösterime girebildi. 10 yıl evvel ‘Sonbahar’ı sadece 33 sinemada girebildik. Daha’yı 36 sinemada girebildim. Kaan ‘Sivas’ı 40 sinemada girebildi. Şimdi nereden baktığınıza bağlı bu, kim kimi nerede cezalandırıyor? Bizim amacımız her kesimden seyirciye ulaşmak ama bu şartlarda bunu başarabilmemiz mümkün değil!

- Gişe yapması kesin filmler seçiliyor hep.

Evet, çünkü sanat sineması gişe yapmaz diye bir algı var. Fakat dünyaya bir bakalım; Kore ‘Burning’ filmini kaç kopya girmiş? Bunu denemediğin sürece nereden biliyorsun gişe yapmayacağını? Bu genel geçer kalıplarla olacak iş değil, buna imkân tanımazsan tabii ki olmaz! 81 ili olan bir ülkede sadece 13 şehirde belirli seanslarla nasıl iş yapabilirsin ki? Seyirciye drama alışkanlığını elde ettirebilmek çok önemli. Yurtdışında tiyatrolara bilet bulamazsınız aylarca, halkta yüzyıllardır bir drama algısı var çünkü.

Özcan Deniz çok güzel bir tespit yapmıştı seyirciyle ilgili; ‘bizler bu uzun dizilerle izleyen değil, dinleyen seyirci yarattık maalesef’ demişti. 3 saat süren dizi sırasında gidiyorsun yemeğini yiyorsun, o sırada dizi devam ediyor dinliyorsun. O bölümü kaçır, bir sonraki bölüm aynı yerden devam ediyor. Böyle bir seyirci yaratıp, 2 saatlik dramatik yapısı güçlü, konusu sert bir filmi izlemelerini nasıl bekliyorsun?

Bir de bizde sinematekler (sinema filmlerinin toplandığı, korunduğu, izleyiciye sunulduğu yer ya da kurumlar) yok. Yurtdışında her yerde var bunlardan. 81 ilin en azından büyük şehirlerinde bizim ulaşabileceğimiz bir yer olsa bile razıyım ben. Oradan adım adım büyür bu seyirci, ama şehre bile film gidemiyor ki! Biz Adana’da 4 tane ödül aldık ama Adana’da vizyona giremiyoruz; nasıl olacak bu? Aradan zaman geçtiğinde internete düşüyor ve ilgili seyirci bile filmi küçük bir ekrandan izliyor. Birilerinin buna kafa patlaması lazım.

- Buna kafa patlatanlar da yönetmenler olmamalı tabii!

Bizler de patlatıyoruz. Onur Ünlü şehir şehir gezdi, üniversite üniversite dolaştı bunun için. Emin Alper, Tolga Karaçelik, Fikret Reyhan, Zeynep Dadaklar, hepimiz ya hepimiz uğraşıyoruz bunun için ama bu bir sermaye gerektiriyor. Devlet bunu yapmıyorsa, ‘şurada bir binayı alıp, iki tane sinema kuracağım, 7/24 film oynatacağım’ diyecek bir burjuvazinin yapması lazım belki. Bizler zaten zar zor film yapma, bir şeyler üretme çabasındayken, şehirlerde bir sinema kurmayı düşünmemiz çok zor ama buna rağmen kafa patlatıyoruz! Amerika’dan sonra dünyanın en çok ihracat yapan 2’nci ülkesiyiz. Şaka gibi. Sen kültürel olarak dünyanın her yerine yayılabiliyorsun ama kendi ülkenin içinde sınırlısın.

Amerikan emperyalizminin en büyük silahı Hollywood’dur mesela, onlar yüzünden Rusları hep kötü adam bilirsin örneğin. Bir de Rusya’ya git bakalım, o adamlar aynı olayı nasıl anlatıyor. Hep tek taraflı bir politika uyguladılar; mesela sen New York’a gittiğinde sokakları tanıyabilirsin izlediğin filmlerden. Bu yüzden sinema çok önemli bir kavram ve senin dünyada çok büyük şansın var, böyle bir ihracat yapabilen bir ülke olarak. Üstelik hemen her sene senin filmlerin Avrupa’dan Amerika’ya, Asya’dan Afrika’ya dünya çapında başarılar kazanıyor, uluslararası ödüller alıyor, ülke medyalarında filminin makaleleri yayımlanıyor ama kendi ülkende gösteremiyorsun.

"HEPSİ BAŞARILI VE ÖDÜLLÜ OLAN BU FİLMLER NEDEN KÜLTÜR BAKANLIĞI’NDAN DESTEK ALAMADI BİLMİYORUM"

- Kültür Bakanlığı destekleyeceği projelerde biraz ayrımcılık yapıyor mu acaba?


Mesela ‘Rüzgar’ın Hatıraları’ filminin senaryosu ve yönetmeni yurtdışında bir sürü ödül almışken, bakanlıktan destek alamadı. Daha filmi destek alamadı. Kıvanç Sezer’in filmi destek alamadı. Tolga Karaçelik’in ‘Kelebekler’i Sundance Film Festivali’nde en iyi film ödülü aldı ama destek alamadı. Emin Alper’in filmi bir sürü ödüle layık görüldü ama destek alamadı. Hepsi başarılı ve ödüllü olan bu filmler neden destek alamadı bilmiyorum.

Bu kararı verenlerin kim olduğu ve neye göre karar verdikleri sorusu böyle oldukça daha da büyüyor. Bu kararların çok net ve şeffaf bir şekilde verilebiliyor olması lazım. Bu tip kurumlarda daha çok meslek birlikleri temsilcilerinin olması gerekiyor ki doğru kararlar verilebilsin. Ama sadece devlet desteğiyle film üretebilmek de kötü. Yeni Film Fonu var şimdi, çok küçük de olsa bir nefes aldırabiliyor ama bu hacmin büyümesi ve çeşitlendirilebilmesi lazım. Bizler her şeye rağmen devam edeceğiz film çekmeye ama o kadar zor ki, bak beyazlarımız arttı. Vaktini yapacağın işin içeriğine harcayacağına, ekonomisine, bütçesine, nasıl üretebilirim’ine harcıyorsun. Bu kadar değerli, bu işi yapmak için gönüllü, hevesli, birtakım başarılar elde etmiş bu kadar insanı yok saymamalılar!

- Bir de şu yeni çıkan sansür kanunu var gündemde.

İşte onu nasıl uygulayacağız bilmiyorum. Yönetmenler olarak bizim bir itirazımız var. Bizim değiştirilmesini istediğimiz 1-2 madde vardı. Bunun sonucu keyfi bir uygulamaya rahatlıkla gider. Sen ben toplansak bunu yasaklarız, öteki grup başkasını yasaklar. Bir kere yasak kelimesi var işin içinde. Neye göre, kime göre, hangi kanuna, hangi çizelgeye göre?

BEIN Connect gibi özel bir kanal bile kadın memesini uygunsuz içerik olarak bulanıklaştırıyor.

Garip. Sansür olmasını kimse tasvip edemez. Böyle bir şeyi üretebilen kim kabul edebilir? Böyle dönemler başka yolların bulunmasına sebep olur. Doğallığını yitirse de başka yollar bulunacak. Zaten kategorize edildi filmler, önlerine +18’ler koyularak. Bireysel seçimlerin yapılabildiği bir mecrada yasaklayarak, bulanıklaştırarak ya da göstermeyerek bir şeyin önüne geçilebileceğine ben inanmıyorum. Hele ki teknolojinin bu kadar ilerlediği ve internetin işlediği bu dönemde böyle bir şeyle baş etmek çok zor. Yasaklayamazsın! Nereye kadar yasaklayacaksın? Ne zaman neyi yasaklayabilmişler bugüne kadar? Ne yasaklı kalabilmiş? Dünya tarihine bakın bunun için!

- PuhuTV gibi özel mecralarda bile sansür söz konusu.

Çok olumlu ve güzel dramalar çıkaran mecralar bunlar. Şu ana kadar daha müdahale edilmedi, bakacağız.

- Konu sıkıntısı çekiyor mu sinema?

Hayır. 7 milyar insan var dünyada, bu 7 milyar hikâye demek. Mümkün mü konunun bitmesi? Antik Yunan’da bırakmamız lazımdı her şeyi o zaman, hiçbir şey üretmememiz lazımdı. Sanatta bitmeyen bir devinim var çünkü her defasında, her dönemde yeni şeyler keşfediyorsun. Hikâye anlatıcılığı zaten bitemez ki! Üretmekten başka hiçbir seçeneğimiz yok!

Öne Çıkanlar