Türk siyaseti her sıkıştığında Diyarbakır'a geliyor

Türk siyaseti her sıkıştığında Diyarbakır'a geliyor
Mehmet Emin Aktar, ARTI TV'de ekrana gelen Söz Sırası'nda 'Bu iktidarla birlikte Kürtler başta olmak üzere siyaset yapanlar buna ilişkin daha net tutum ortaya koymalılar' dedi.

Mehmet EMİN  AKTAR


ARTI GERÇEK- Diyarbakır'da hava çok sıcak, yazları genelde sıcak olur zaten. Bu yıl haziranın ikinci yarısından itibaren mevsim normallerinin üzerine çıktı. Kurak bir yıl da geçirdiğimiz için sıcaklar sanki daha çok etkiliyor her tarafı, çok daha kavuruyor. Tam da bu sıcak havalarda siyaset de ısındı tabii. 

Geçen hafta Diyarbakır'ın gündemi Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın ziyareti ve söyledikleri üzerineydi. Sonrasında HDP'den ve başka siyasi partilerden de açıklamalar geldi. İki temel konunun altını çizmek gerekiyor: Somut bir olaydan söz etti. Dedi ki "Diyarbakır Cezaevi'ni boşaltıp kültür merkezine dönüştüreceğim", birisi bu. İkincisi, "Çözüm sürecini biz bitirmedik, HDP bitirdi" dedi. Bu ne anlama geliyordu, muhtemelen önümüzdeki günlerde çokça tartışılacak. 

Kim neden bitirdi, kimin rolü neydi, kim istemedi, kim samimiyetsizdi ya da neyi hedefliyordu, yeniden bir çözüm süreci mümkün mü, bunlar elbette tartışılacak. Siyasetin konuları belki ama toplum da tartışacak. 

Birincisinin üzerinde durmak gerekiyor, Diyarbakır Cezaevi'nin kültür merkezi yapılması söylemi. Bu son derece tehlikeli, ne anlama geliyor? Birincisi şu: Diyarbakırlıların talebi, o cezaevinde kalanların, o cezaevinde vahşeti görenlerin talebi, oranın bir hafıza merkezi olarak korunması, gelecek kuşaklara böyle tanıtılması ve aktarılması. Diyarbakır Cezaevi'nin ünü nereden geliyor? 12 Eylül döneminde korkunç işkencelerin yapıldığı, onlarca insanın katledildiği, binlerce insanın işkence gördüğü bir mekandan söz ediyoruz. Yani her anlatımın eksik olduğu bir vahşetin yaşandığı ortamdan söz ediyoruz.

Dünyanın birçok yerinde bu tür mekanlar sonraki kuşaklar tarafından hafıza mekanları olarak korunur. Hafıza mekanlarının önemi bir daha o tür vahşetlerin yaşanmaması, bunun gelecek kuşaklar tarafından da hatırlanması ve zihinde canlı olarak tutulmasını sağlamak. 12 Eylül dönemindeki ismiyle Diyarbakır 5 nolu Cezaevi de böyle bir cezaevi. Dünyada namı en kötü 10 cezaevinden biri olarak kabul ediliyordu. Bu cezaevinde çok sayıda insan katledildi, binlerce insan işkence gördü, önemli sayıda insan sakat kaldı. Kimse o dönem yaşadıklarını aslında tümüyle anlatacak durumda değil. 

Buna ilişkin talepler ve buna ilişkin girişimler yapıldı. 2008-2010 yıllarında Diyarbakır Cezaevi Girişimi gibi bir girişim başlatıldı. Bu girişim üzerinden kamuoyunda bir farkındalık yaratılmaya çalışıldı ve buranın boşaltılarak bir hafıza merkezine dönüştürülmesi istendi. Bu taler 2010'da bizzat dönemin başbakanı Erdoğan'a iletildi; Diyarbakır'daki sivil toplum örgütlerini temsilen bizzat ben iletmiştim. Burada bizim isteğimiz, bir kentin isteği, buranın bir hafıza merkezi olarak korunması. Bunu düşüneceklerini söylemişti. Aradan bir on yıl geçti. On yıl sonra bunun kültür merkezine dönüştüreceklerini söyledi. 

Müze mi, kültür merkezi mi, ikisi çok farklı. Eğer Kültür Merkezi'ne dönüştürülecekse bu aslında beklenen talebi karşılamayacak çünkü orası tek bir şekilde korunabilir ancak; bir hafıza merkezi olarak korunabilir. Çünkü kötülüğün işlendiği, yani her duvarında katledilenlerin isimlerini belki işkence aletleriyle birlikte o vahşeti, yaşatanların vahşeti yaşattıklarıyla birlikte asılabileceği bir mekan haline getirilmeli ki gelecek kuşaklar sadece kitaplarda yazılı olmadığını somut olarak da aslında o gerçekliğin, o hakikatin o duvarlar arasında yaşandığını bir nebze görebilsinler ve bir daha o tür mekanların, o tür cezaevlerinin olmaması için mücadele verebilsinler, ona karşı durabilsinler diye.

Peki, diğer nokta neydi. Cumhurbaşkanı Erdoğan dedi ki, çözüm sürecini biz değil HDP bitirdi. Neden Diyarbakır'da bunu söyleme gereği duydu? İlginçtir, Türk siyaseti her sıkıştığında ya da her darboğazı aşmak istediğinde Diyarbakır'a gelir, Diyarbakır'da sanki bir "Hac görevi" yerine getirilir ve bir açıklama yapılır.

Bir dönem Mesut Yılmaz, "Avrupa Birliği'nin yolu Diyarbakır'dan geçer" demişti. Türkiye ne Avrupa Birliği'ne geçti, ne de Diyarbakır'dan şimdiye kadar o yol geçmedi.

2005'te dönemin başbakanı Erdoğan "Kürt meselesi benim meselemdir, bu meseleyi ben çözerim" demişti. O günden beri Kürt meselesinin çözümüne yönelik bir ilerleme olmadığı gibi Kürtler sürekli biçimde bugün geldiğimiz nokta itibariyle artık kendi belediye başkanlarını, meclis üyelerini bile seçemeyecek hale getirildi. Son 5 yıldır Diyarbakır ve diğer Kürt illerinin neredeyse tamamı kayyımlar tarafından idare edilmektedir. Bu nedenle 2005'ten çok çok geride bir noktaya gelmiş durumdayız. Geçen hafta da "Çözüm sürecini biz bitirmedik, HDP bitirdi" denildi. 

Diyelim ki HDP bitirdi. HDP hükümetmiş, yürütüyormuş gibi algı yaratıldı. Bu iktidarın genel politikasıdır zaten. Olumsuz her olay ya kandırıldığı için başkası tarafından yapılmıştır ya da gerçekten başkaları suçludur. Kendileri hiçbir sorumluluk almazlar. Tamamen başkasının üzerine atarak böyle bir söylemle sorumluluk almaksızın çıkma becerisini gösteren bir iktidarla karşı karşıyayız. 

Bu nedenle de bu mesele üzerine daha çok belki bu iktidara destek verenler, bu iktidarla birlikte yol yürüyenler, bu iktidarla birlikte Kürtler başta olmak üzere siyaset yapanlar buna ilişkin daha net tutum ortaya koymalılar. "Hayır, bizim sorumluluğumuz vardı, biz bu süreci yürütmekle yükümlüydük, biz bu süreci yürütmedik, bu sürecin gerektirdiği adımları biz de atmadık." Kendi sorumluluklarını da ortaya koyduktan sonra karşılarında diyalogda oldukları, müzakere ettikleri gücün, grubun, kesimin, kimse; onlar da sorumluluklarını ve eksikliklerini bu sürecin yürümemesi için takındıkları olumsuz tutumu da dile getirip bunu kamuoyuyla paylaşmalı ve kamuoyunda yeni bir tartışmanın açılmasına imkan vermeliler. 

Mesele kamuoyunda tartışılmalı. Kürt meselesinin şiddetsiz çözümünün mümkün olduğunun kamuoyunca anlaşılması gerekiyor. Ama bunu artık Kürtlerin dışındaki muhalefet bloğunun, iktidara destek veren kesimlerin tartışması gerekiyor. Çünkü şunu biliyoruz ki 2003 ve 2015 dönemi Kürtler ve bu kentte yaşayanlar için son 40 yıldaki en muazzam, en rahat, en huzur verici dönemdi. O dönemde çok daha canlı tartışmaların olduğu, hayatın daha canlı akabildiği dönemlerden söz ediyoruz. 

Son gelişinde Cumhurbaşkanı, Diyarbakır'da güvenliğin sağlandığından söz etti. Hiç kuşkusuz, tabii ki silah sesi, çatışma sesi gelmeyebilir ama bu toplumun huzur içinde, mutlu olduğu anlamına gelmiyor. Diyarbakır huzuru bir kent değil, Diyarbakır huzursuz bir kent. Toplum huzursuzluk duyuyor çünkü yarına ilişkin bir umudu yok. Yarın ne olacağına ilişkin bir umut beslemek istiyor. Bunun yolu da kalıcı bir biçimde barışçıl bir dönemin, barışçıl bir sürecin başlaması ve sorunların demokratik çözümünün görülmesiyle ancak sağlanabilir. Bu sağlanmadığı sürece bu kentte gerilim ve huzursuzluk sürecek. Ancak gelinen son noktada, uzun yıllardır, belki 5 senedir sessiz kalan bu kent, belki yeniden önümüzdeki yazın bitiminde yeniden canlanmaya, tartışmaların merkezi olmaya ve yeniden siyasete üretim yaparak katkı sunmaya tekrar başlayacaktır. 

İlgili Haberler
Öne Çıkanlar