Ucuz emek üzerinden rekabet nereye kadar?

Ucuz emek üzerinden rekabet nereye kadar?
İnsanın değil iş yerinin kutsandığı, işin insan için olmadığı, insanın iş için olduğu bir anlayışla her şey üretime endeksli hale getirildi.

Veli BEYSÜLEN


Bu ülkede yıllardır, hükümet sözcüleri ile sermaye örgütleri temsilcileri, asgari ücret tespit masası ile toplu sözleşme masalarında, sanayinin rekabet etmesi gerektiğini sürekli masada tutarak; ücretler yüksek belirlenirse, işyerleri kapanır, işçiler işsiz kalır şantajı ile çalışanların sefalet ücretlerine mahkum edilmelerine gerekçe üretirler.

Peki, nedir kutsallık atfettikleri bu rekabet? Nasıl yapılır? Kim kiminle rekabet edecek? Yöntemi nedir?

Maalesef tüm bu sorular, bugüne kadar bu gerekçeyi üretenlere açıklıkla sorulmadı ve cevapları alınmadı.

Türkiye Cumhuriyeti, kapitalist ekonomi sisteminin benimsendiği bir devlet olarak kuruldu. Ancak o günün Türkiye'si, bu sistemin temel unsurlarından biri olan burjuvaziden, yani üretim ve pazarlama alanlarında yatırım yapacak özel sermayeden yoksundu. Bu nedenle genç cumhuriyet, karma ekonomik modeli uygulamaya koydu. Devletçiliğin ağır bastığı bu ekonomik model, İkinci Dünya Savaşı'nın patlak vermesiyle zorunlu hale geldi. Savaşın ardından, Avrupa ile Asya kıtalarının kuzey sınırı Doğu Bloku ülkelerinin kontrolüne girdi. Bu nedenle, önemli bir pazar olan Asya kıtasına geçişte zorlanan batı sermayesi, NATO üyesi olarak Batı Bloku içinde yer alan Türkiye’nin coğrafi konumunu keşfetti ve Türkiye’nin yeni yeni palazlanmakta olan yerli sermayesi ile işbirliğine gitti. Ancak bu işbirliğinde, yerli sermayenin rolü taşeronluk olduğu için faaliyet alanı montaj ve ara mal üretimi ile sınırlı kaldı.

Öte yandan, 1960’lı yılların ikinci yarısından itibaren dünyayı sarsan antikapitalist, antiemperyalist sol hareket, Türkiye’yi de etkisine aldı. 1967 yılında, Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu DİSK’in kurulmasıyla ivme kazanan sınıf mücadelesi, Türkiye’de emeğin milli gelirden aldığı payın hızla yukarı tırmanmasını sağladı. Kuşkusuz bunda, devletin üretim ve hizmet alanlarında bulunmasının önemli bir payı vardı. Zira kamuda çalışan işçiler, örgütlenme ve toplu sözleşme konularında fazla engelle karşılaşmıyorlardı. Bu durum özel sektör işçisinin de önünü açıyordu. DİSK’in çağrısıyla, 1970 yılının 15-16 Haziran tarihlerinde gerçekleşen büyük işçi direnişi ile kabuğunu kıran Türkiye işçi sınıfı, kendisi için sınıf olma yolunda önemli bir eşiği aştı. Bunun verdiği moralle 12 Mart darbesi karanlığını da aşan işçi sınıfı, 1970’li yıllar boyunca önemli mücadeleler sergiledi. Böylece 1980’li yıllara, siyasi bilinçle donanmış kayda değer ekonomik kazanımlarla girdi.

Bu süreçte, merkez kapitalist ülkeler öncülüğünde uygulanmasına başlanan yeni liberal sistemle hızla küreselleşen sermaye, ülkeden ülkeye geçişte önünde bulunan gümrük duvarlarını ortadan kaldırmak amacıyla Türkiye gibi ülkelerin yönetimleri üzerinde baskı kurdu. Bu ülkelerin, içine sürüklendikleri ekonomik krizden çıkış için başvurdukları Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya Bankası (DB) gibi finans kuruluşlarının, kredi vermenin önkoşulu olarak dayattıkları düzenlemeler peş peşe uygulamaya kondu. Uluslararası sermaye, bir yandan yatırım yapmakta serbestlik kazanırken, diğer yandan emeğin kazanılmış haklarını ortadan kaldırma olanağını yakalamış oldu. Kuşkusuz Türkiye de, yeni liberal programı uygulamaya koymak için düzenlemeler yapan ülkelerdendi. 24 Ocak 1980 kararları, bu program çerçevesinde, derin ekonomik krize sürüklenmiş olan Türkiye’ye reçete olarak IMF tarafından yazılmış kararlardı. Ancak o gün için ülkede işçi sınıfının ulaştığı siyasi ve sendikal örgütlenme, bu kararların uygulanmasının önünde engeldi. Bu engel 12 Eylül darbesi ile aşıldı. 12 Eylül faşizminin ilk hedefinin işçi sınıfının sendikal ve siyasal örgütlenmesi olması, DİSK’in faaliyetinin durdurulması, grevlerin yasaklanması, binlerce işçi önderi ile siyasi kadronun tutuklanması, işkencelerden geçirilmesi, darbenin yeni liberal programın uygulanması için yapıldığını su götürmez bir gerçek olarak gözler önüne seriyordu. Yine hükümeti görevden uzaklaştırıp parlamentoyu fesheden cuntanın, bir tek kişiye dokunmaması ve onu kurduğu yeni hükümette Başbakan yardımcısı olarak görevlendirmesi de bunun diğer bir göstergesiydi. Bu kişi, 24 Ocak 1980 tarihli yeni liberal ekonomik programın mimarı, o zamanın Başbakanlık Müsteşarı, 12 Eylül öncesinde yaptığı Madeni Eşya Sanayicileri Sendikası MESS başkanlığı döneminde DİSK Maden-İş sendikasının grev ve direnişlerine muhatap olmuş Turgut Özal’dı.

Darbenin baskı ile toplumu susturması, yeni liberal programın hızla uygulanmaya konmasına zemin hazırladı. Programın ilk hedefi, devleti ekonomik faaliyetlerden çekmekti. Bunun için ilk olarak, kamu kurumlarına kaynak aktarılmayacak, onların yaptıkları işler özel şirketlere ihale edilecekti. Bu yöntemle atıl duruma düşürülecek Kamu İktisadi Teşekkülleri (KİT), gereksizlikleri topluma benimsetildikten sonra özelleştirilecek veya kapatılacaktı. Böylece, bir yandan sermayenin rekabet edemediği kamu hizmet ve mal üretiminden çekilirken, diğer yandan kamu istihdamı minimize edilerek emeğin örgütlülüğü mümkün olduğunca baskı altına alınacaktı. Tüm bu uygulamaların amacı, Türkiye’yi ucuz emek pazarı haline getirmek ve uluslararası sermayeyi yatırım yapmaya özendirmekti. Bu politika, askeri cunta ve programın esas mimarı Turgut Özal’ın başında bulunduğu Anavatan Partisi ANAP iktidarının ilk döneminde sorunsuz uygulansa da, baskının ve gelir kaybının bunalttığı işçi sınıfı, 1987 yılından itibaren sesini yükseltmeye başladı. ANAP’ın ikinci iktidar dönemi, programa karşı ciddi bir direnişin sergilendiği dönem oldu. 1987 yılından itibaren tek tek işyerleri ile işletmelerde yaşanan grevlerin tetiklediği mücadele, 1989 bahar eylemleri, büyük madenci yürüyüşü gibi kitlesel eylemlere dönüştü. Aynı dönemde başlayan kamu çalışanlarının sendikal mücadelesi, emek hareketi için bir silkiniş oldu. 1989 yerel seçimlerinde, Sosyal Demokrat Halkçı Partinin (SHP) yerel iktidarı alması, ardından 1991 seçimlerinde ANAP’ın meclis çoğunluğunu kaybetmesi, ilk anda programın rafa kalkacağını düşündürttü. Ancak öyle olmadı. Zira 24 Ocak kararlarının Başbakanı Süleyman Demirel’in başında bulunduğu Doğru Yol Partisi (DYP) ile SHP, programa sadık kalmak koşuluyla koalisyon yaptılar ve değişen bir şeyin olmadığı kısa zamanda anlaşıldı.

Yukarıda belirttiğim gibi programın ana hedefi, ülkeyi uluslararası sermayenin yatırım yapmasına hazır hale getirmek için yol temizliği yapmaktı. Ancak tüm yapılanlara rağmen, küreselleşen sermaye yatırımlarını nüfus yoğun, demokratik haklar bulunmayan, sömürülmeye hazır yoğun emek bulunan dünyanın daha yoksul ülkelerine kaydırıyordu. Tam da bu nedenle, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerin yönetimleri, demokrasi dışı yöntemlerle örgütlenmeyi ortadan kaldırmayı hedeflediler.

İnsanın değil iş yerinin kutsandığı, işin insan için olmadığı, insanın iş için olduğu bir anlayışla her şey üretime endeksli hale getirildi. Böylece bir yandan ücretler aşağı çekilirken, diğer yandan çalışanların hayatını hiçe sayan vahşi üretim biçimi hakim hale getirildi. Üretime dayalı yatırımlar yapılmadığı halde, sürekli köyden kente göç teşvik edildi. Sadece teşvik edilmedi, Kürt nüfusun yoğun olduğu bölgelerde insanlar köylerinden zorla göç ettirildi ve metropollerin kenar mahalleleri işsiz milyonlarla dolduruldu. Böyle bir Türkiye'de, 2002 yılında eskiye tepkiyi kullanarak iktidar olan Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) ise hızla artan çalışabilir nüfusu görmezden geldi ve istihdam artırıcı özelliği bulunmayan, inşaata dayalı bir ekonomik model uyguladı. Dolayısıyla genç bir nüfusa sahip ülke de milyonlarca insan işsiz kaldı. Ne yazık ki, bu milyonlarca işsiz, sermayenin elinde çalışanları tehdit silahına dönüştü.

Elbette AKP sadece eskiye tepkiyi kullanarak iktidar olmadı. AKP aynı zamanda ulusal ve uluslararası sermayeye, özelleştirmeye hız verereceği, onların yıllardır istedikleri esnek ve kuralsız çalışma biçimlerini hayata geçirerek örgütlenmeyi baskı altına alacağı vaadinde bulunduğu için iktidar oldu. Bu nedenle, iktidar olur olmaz ilk icraatlarından biri iş kanununu değiştirmek oldu. 2003 yılında, 1971 yılından beri yürürlükte bulunan, çalışanı koruyan birçok maddeyi bünyesinde barındıran ve çalışma hayatının kurallarını net çizgilerle belirleyen 1475 sayılı iş kanunun yerine, esnek çalışma biçimlerini içeren 4857 sayılı iş kanununu çıkardı. Bu kanunla birlikte Türkiye çalışma hayatına, işverenlerin yıllardır istedikleri taşeronluk, telafi çalışması, kısa çalışma, parça başı çalışma, sözleşmeli çalışma, uzaktan çalışma, fazla çalışma yerine izin kullanılması gibi birçok esnek ve kuralsız çalıştırma biçimi girmiş oldu. Bununla da yetinmeyen iktidar, kiralık işçi büroları kanununu çıkararak işçi/emek simsarlığını kanuni güvenceye aldı.

Ne yazık ki, bu ülkeyi yönetenler ile sermaye, gelişmiş başka ülkelerin sermayesi ile rekabet etmenin tek yolunun emeği mümkün olduğunca ucuzlatmaktan geçtiğini düşünüyorlar. "Yüksek ücret isterseniz rekabet edemeyiz, işsiz kalırsınız" silahını hep masada tutuyorlar.

Her seferinde rekabet kozunu silah olarak çalışanlara yöneltenlere şu soruları sormakta yarar var: Size ait kaç ürün patenti var? Siz patenti başka ülkelerde olan makine ve teçhizat montajına dayanan sanayi yapınızla gelişmiş sanayilerle nasıl rekabet edeceksiniz? Siz hiç kendinizi, aldığı ücretle geçinemediği için mutsuz bir şeklide tezgahın başına geçen işçinin yerine koydunuz mu? Kafası, ödeyemediği ev kirasında, elektrik, su ve doğalgaz faturasında olan, evinde yiyeceği bulunmayan işçinin kendisini üretime yeterince vereceğine inanıyor musunuz? Siz hiç çocuğunuza istediği oyuncağı veya yiyeceği alamamanın ezikliğini yaşadınız mı? Ya da hasta çocuğunuzu doktora götürememenin acısını yüreğiniz de hissettiniz mi? Peki, siz geçinemediği için iş saatleri dışında ek işler yapmak zorunda olan işçinin, uykusuz ve yorgun olabileceğini dolayısıyla kendisini işine veremeyeceğini düşündünüz mü? Eminim düşünmediniz. Çünkü sizin için insanın bir önemi yok. Sizin bildiğiniz tek şey kazanmak, daha çok kazanmak!

Emeğinden başka satacak bir şeyi olmayan işçinin hayatını bir bütün olarak düşünmeyen, onun ailesi ile birlikte insanca yaşamasına yetecek gelire sahip olması gerektiğinin, insanca yaşamanın ise yalnızca karın doyurmak, temel ihtiyaçlarını karşılamak olmadığının, onların aynı zamanda sosyal ihtiyaçlarını karşılayacak koşulların da sağlanmasının önemli olduğunun bilincine varmayan ve bırakın bu ihtiyaçları karşılamayı, temel ihtiyaçlarını bile karşılamayan sizlerin "rekabet" dediğiniz kavramın insanlar için hiçbir anlamı yok. Bıçak kemiğe dayanmışken, ucuz emek üzerinden rekabet, nereye kadar?

Öne Çıkanlar