Bir aydını hapisten kurtarmak, düşüncenin özgür olmasını sağlamak, siyasal yasakların kalkması için ve daha birçok hayırlı iş için meclise gidiyorduk...
Sabahları Biberli Menemen Cumhuriyeti, öğlenleri Makarna, akşamları ise Nutuk Şarabı ve Patates Kızartması Cumhuriyeti kuruluyordu...
Peki, neydi bu dışarıda insanlarla, toplum içinde yaşadığı o misafirlik, o eksiklik, o yaşayamama duygusu? Sanki bir puslu camın ardında yatıyordu.
Tarih başlasa da bitse de hep, başı dertte olan isyankârları evinde saklamaktan onur duyardın sen.
Mahcubiyet ve düş kırıkları duygularına bulaşmış bir rekabet duygusuyla yaşanıyordu şimdi bu yalnızlık:
'Hayatın, şehirlerin esas çocukları bizlerdik' derdik; derdik ama bir türlü yaşama 'Evet!' diyemezdik…
Sistemi ciddiye almak, ona çok ağır ödetilmişti…
Hemen herkes sevmekten, sevmek sıkıntısından, dostlukların son günlerinde, sevgiye duydukları yoğun ihtiyaçtan bahsediyordu.
Ben yitirmeyi ve çok acı çekmeyi göze aldığım bu yolculukta, bu inancımın coşkusunu yeniden yaşamak için her defasında gözlerine bakmıştım.
Ne yalan söylemeli, aslında ben de birçokları gibi bu ikiyüzlü ve maskeli kültürün bir kurbanıyım.
O terk edilmiş hayat, o çok susamış hâliyle geldi…
Konuşmanın ortasında aniden susar, sonra sorardık birbirimize; sevgiyi bu kadar özleyip bu denli yanlış ilişkiler yaşamak, sadece ikimize mi özgüydü?
Güneşten ve yıldızlardan çok, paraya taparlar. Her şeyin fiyatını bilirler ama anlamlı hiçbir şeyin değerini bilmezler.
“Sözcüklerinin arasında boşluk bırakmadan konuşuyorlar. Çünkü birdenbire bir sessizlik olursa, hepsi birden düşecekler o boşluktan aşağıya”
En son aradığımda benimle uzun konuşamayacağını, uzak bir yerden misafirlerinin geldiğini söylemiştin.
Hiç sevmemiştim o sokakları ben…
Biliyorum, deniz kenarında martıların peşinde koşan çocukluğumu, düştüğü yerden kimse kaldırmayacak… Gözyaşlarımı silmeyecek, o sevgi dolu, kutsal yüreğin.
Kalplerinde aşk işaretiyle doğsa da bazı günler yorulur insan, karşılıksız sevgilerinden…
Ben yaşadığım her yerde bir tek onun yüzünü görüyorum. O ise kimseye benzemeyen bir yüzün peşinde koşarken akşamları evine yüzlerden sarhoş olarak dönüyor…
Bu sevginin beni götürdüğü yere kadar gitmeliyim...
Uğradığın haksızlıklar, seni sen yapan acılar, şimdi içindeki kötülüğün ayakları altında…
Birazdan sen geleceksin ve dilsiz kalacak dünya… Herkes bildiği bütün dilleri unutacak…
Sonra ben o ayakkabıları hep giydim sevgili… Ve o günden sonra giydiğim bütün ayakkabıların içinde o kurumuş kan lekelerini hep hissettim.
Aklımızla giremediğimiz içimizde, kilitli kapılarımızın önünde oturur, zamanın geçmesini beklerdik.
Sokaklarımız bize geri dönecek, başkaları bizi aşağı çekecek gücü bulamayacak, aramızda herkesten önce ölecek insanların gözlerindeki bulutun sırlarını öğrenecektik…
Hiç kimseye muhtaç olmadık ama hep yokluğun eşiğinde geçti ömrümüz.
Oysa birçoğumuz yaşamı kabul edildiği, önemsendiği, ciddiye alındığı yerde yaşamak istiyor. Ve bu yanılgısını seyrederek ömrünü tüketiyor…
Deniz’i, Yusuf’u, Hüseyin’i Mamak Askeri Cezaevi’ndeki ön hücrelere tek tek koyarlar. Belli ki onların idamı kesindir artık.
Onunla da böyle başladı her şey… Ben ne kadar eksiksem, o o kadar tamamlanmıştı…
Akşamüzeri Bodrum Gümüşlük’teydik. Manzara ona duyduğum aşk gibi mükemmeldi. Küçücük bir koy, koca bir Akdeniz’i sarıp sarmalamış içine almıştı.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır. Bu siteye giriş yaparak çerez kullanımını kabul etmiş sayılıyorsunuz.