Bize Sevmesini Öğretmediler Sevgili

Hiç sevmemiştim o sokakları ben…

Yerlerdeki ıslak tellere basarak yürürdüm. Sokağın sonundaki karanlık daha iyiydi evlerdeki o yoksul ışıklardan; daha iyiydi gökyüzüne doğru açılan kirli arsada ateş yakıp konuşan o karanlık adamlar. Suskun bir çocuktum ben. Çok suskun. Öyle sıkılırdım ki evlerden ve insanlardan… Konuştuğum zamansa, çoğu kez yalan söylerdim. Yalan, benim için kaderimle oynamaktı, kaderimi değiştirmek istemekti…

Oysa burada gerçekler, kabullenmekti her şeyi. Doğup büyüdüğüm ve kaderim olan bu sokakta her şey, susup beklemekti. Oysa öyle bencil, öyle hırslıydım ki yaşamın sınırlarını sonuna dek zorlamak, parçalayıp geçmek, adımdan söz ettirmek, doğduğum sokağın kaderini değiştirmek isterdim hep… Dayılar mevlit dinleyip rakı içerken, babalar küçük kızlarının tecavüze uğramasından korkardı… Kimi suskun adamlarsa, sokaklarından geçen küçük bir kıza ellerinde olmayarak tecavüz etmekten delice korkarlardı. Emekli ve hoşsohbet amcalar, kucaklarına aldıkları yeğenleri ile ilgili akıllarından kötü bir şey geçmesinden korkarlardı. Ne kadar kötüydük bilmiyorum ama bu sokakta korku birleştirirdi insanları… Burada insanlar kötülüğü, sokağın sonundaki o gökyüzüne doğru açılan kirli arsada geceleri toplanan adamlara yüklemişlerdi… Burada insanlar kötü biri olmaktan, öyle sanılmaktan, adlarının çıkmasından, oradan daha yoksul bir sokağa taşınmak zorunda kalmaktan, çıldırmaktan, kendisine hâkim olamayıp birisine tecavüz edip onu öldürmekten hep korkarlardı… Hep korkarlardı…

Büyüklerimizin görevi, çok iyi bildikleri bu kötülüklerden korumaktı bizi. Karşılığında, bizler onları sevmekle yükümlüydük… Onları istedikleri gibi sevmezsek ya tecavüze uğrayacak ya da öldürülecektik… Yok edilmemek ya da tecavüze uğramamak için, örnek çocuklar olmaya çalışırdık biz de… Dünyanın en yalnız, en incitilmiş örnek çocukları!.. Patlayıcı bir madde gibi taşırdık sevgilerini… Kaygı dolu, ürküntü dolu bir sır gibi taşırdık… Okuduğumuz yoksulluk romanlarında, gözyaşlarıyla seyrettiğimiz Türk filmlerinde anlatılan kahramanların hayatlarından daha berbattı hayatımız aslında. Ama gösteremediğimiz, birbirimizin derdine yeterince eğilemediğimiz için, bu filmlerdeki kahramanların hayatlarına ağlardık doyasıya…

Aslında birbirimizi çok sevmek istiyorduk ama nedense çok utanıyorduk bundan ve hep erteliyorduk.

Sokağın sonunda o gökyüzüne açılan arsadan geriye, yine o sokağa, yoksul ışıklı evime dönerken, içimden hep şu geçerdi: "Eve gidince, onları daha çok seveceğim." Ama eve dönüp kapıdan içeri girince, evdekileri görünce hemen vazgeçerdim onları sevmekten. Odama geçer, günlüğümü açar, bugün onları çok sevmek istediğimi, bunu şimdilik başaramadığımı ama çok kısa zamanda başaracağımı yazar, o akşamın tarihini atardım… Onlarla aramda, odamın duvarı vardı sadece. Ve onlar salonda otururken, ben odamın duvarının arkasında onları bir gün çok seveceğimi hayal eder, o günleri ve sevgimdeki onları özlerdim…

Yavaş yavaş değil, birdenbire olmalıydı her şey. Patlama hâlinde… Onlara duyduğum sevgiyi öylesine biriktirmeliydim ki o an geldiğinde, her şeyi, bütün işlerimi bırakıp o sevgiyi yaşamalıydım. Bu yüzden hiç acele etmiyordum. O sevgiyi biriktiriyordum içimde. Bu biriktirmeyi onlara hiç belli etmiyordum. Sevgim birikip ansızın içimden taştığında, çok şaşırsınlar diye… Bu yüzden onlarla beraberken, sanki onları hiç sevmiyormuş, hatta onlardan bıkmış gibi yapıyordum.

Hem şaşırtmak, sevmenin en güzel hâli değil miydi?… Yıllar, böyle geçiyordu… Yıllar, susarak, gizleyerek, kızıl bir cinnetin eşliğinde geçiyordu… Sokaktaki babaların çoğu, aslında işlerinde çok dürüst olduklarını, kendilerine rüşvet teklif edildiği hâlde almadıklarını, kötüye uymadıkları için ya işlerinden atıldıklarını ya da emekliye ayrıldıklarını söylüyordu… Bu yüzden, bizim sokağın babaları, dünyanın en tutucu devrimcileriydiler… Onlara göre, bu düzende iyi insana yer yoktu… Bu düzen, böyle gitmezdi. Düzene karşı olduklarını ve kendilerini daha iyi anlatabilmeleri için her akşam içmeleri gerekiyordu. İçmek, onlar için en büyük başkaldırıydı.

Bazı geceler, alt katta oturan ve geçimini sahte pasaport yapıp satarak kazanan Ahmet amca ve karısı, bize içmeye gelirdi. Ahmet amca, babamla ülkenin kötü gidişatı üzerine konuşurdu ve bu ülkede insanların ne kadar güvenilmez olduğunu… Kimi geceler, gözleri kaçak votka yüzünden kör olan Önder ağabey de gelirdi.

Yok, bizim sokakta yapılmazdı kaçak votka. Uzak semtlerdeki, bizim sokağa benzeyen sokaklarda yapılırdı… Herkes böyle gecelerde ülkeden bahsederdi. Ama ortada ülke falan yoktu. Çünkü artık herkes kendi başına bir ülkeydi. Etrafı yalnızlık sularıyla çevrili, bir ada ülke…

Hem artık herkes, yavaş yavaş yerin altına iniyordu, o, yasa dışı yalnızlığa… Yerin altına indikçe, pencerelerden süzülen yanık ilahi sesleri biraz daha yükseliyordu… Yerin altına indikçe, o kirli din kokusuyla daha çok kokuyordu sokak… Bir aradaydık ama aramızdaki bağlar çok uzun yıllar önce imkânsız bir şekilde kopmuştu aslında… Her akşam kurulan o yoksul içki sofralarında, bu yıllar önce kopmuş olan bağların yası tutulurdu sanki…

Çocukluğum evdeki boş şişeleri satıp yerine rakı ya da votka almakla geçmişti benim. Bu yüzden, rakı şişelerine sarılan gazete kâğıtları gibi ürkek, hep sevgiye susuz kaldım…

O zamanlar, "Çöplük" isimli bir roman çok modaydı. Brezilyalı yoksul bir annenin çöplüklerden topladığı şişeleri satarak çocuklarına nasıl baktığını anlatıyordu… Ben ve benim yaşımdaki çocuklar mutfaklardaki, kömürlükteki boş şişeleri bakkala götürüp yerine içki almaktan dönerken, içeridekiler "Çöplük" romanındaki yoksul anneyi, insanların çocuklarına bakmak için nelere katlandığını konuşur, konuştukça içlenir, içlendikçe düzene daha çok küfrederlerdi…

Anlamazdım… Çocuklarına ve kendi hayatlarına yeterince üzülmeyen, üzülse de belli etmekten delice korkan bu insanların, uzak kıtalardaki yoksul annelere ve çocuklarına duydukları üzüntüyü bu denli abartıyla yaşamalarını anlayamazdım… Çünkü onlar da sevgilerini bekletiyordu, bir duvarın arkasında… Bir gün, ileride bir gün çocuklarını çok sevecekleri anı bekliyorlardı, garip bir sabırsızlıkla. Bir patlama hâlinde olacaktı bu sevgi… Şaşıracaktı çocuklar… Duvarın arkasında, odalarında bunu düşünüyorlardı… Çocuklarını, yıllardır biriktirdikleri bu sevginin patlamasıyla şaşırtmayı… Hem şaşırtmak, sevginin en güzel hâli değil miydi?.. Yıllar böyle geçiyordu, sevgili!.. Susarak, gizleyerek, erteleyerek, kızıl bir cinnetin eşliğinde…

Dün boynunu öptüm, o incecik, bembeyaz boynunu… Boynunda, doğup büyüdüğüm o sokağın kokusu vardı… Biz seninle aynı sokaklarda büyümüştük, sevgili… Ne onlar ne de biz aşabildik odamızın duvarlarını.

Aşıp akıtamadık sevgiyi birbirimizin üzerine. Hep beklettik. Onlar da bekletti, biz de beklettik. Beklettikçe acılaştı sevgiler. Tanınmaz hâle geldi. Paylaşılmayan sevgiler acılaştıkça, işte biz, böyle sonsuz alıngan, her şeye gücenen, açık yaralar gibi yaşayan insanlar hâline geldik…

Bu düzenin kurbanı mutfaklardaki, kömürlüklerdeki boş şişeleri satarak aldığımız içkileri içip düzene başkaldıran babalarımız, ev basıp gencecik insanları sorgusuz sualsiz öldüren polisleri, üstlerindeki o solgun pijamalarıyla ve o kırılgan coşkularıyla alkışladıklarında, çoktan büyümüştük, sevgili… Öylesine büyümüştük ki Optalidon hapının üzerine bira içmesini bile öğrenmiştik…

Her şeyleri eksikti onların, öfkeleri, sevgileri, başkaldırıları, üzüntüleri, ıstırapları, anıları… Öyle korkuyorlardı ki kendilerinden, bu yüzden kendilerinin hep uzağında yaşıyorlardı. Bir duvarın arkasında, çocuklarını hep özleyecek kadar uzaktılar her şeye… Biriktirirlerdi her şeyi içlerinde, bir duvarın ötesinde yaşayan çocuklarına olan sevgilerini biriktirirlerdi… Yıllardır biriktirdikleri bu sevgilerini, bir patlama, görülmemiş bir çılgınlık hâlinde sunmak isterlerdi. Gerçekten bir gün çıldırsalar, belki kurtulacaklar, bu sokağın ve kendilerinin kaderini değiştireceklerdi… Ama bir türlü çıldıramıyorlardı…

Ama biz çıldıracaktık, sevgili… Ve sonuna kadar gidecektik… Öfkenin, eylemin, aşkın, cinselliğin, çılgınlığın, bu yaşamın… Sonuna kadar gidecektik ve bu kördüğüm olan hayatımıza bir son verecektik… Bu kördüğümden, bu cinnetten berrak bir ömür çıkaracaktık… Bu yoksul ışıklardan, bu zemin katlardaki derin melankoliden, boş içki şişelerinden, eksik sevmelerden, eksik çıldırmalardan, birbirini gerçekten sevmedikleri için birbirlerine korkuyla bağlanan sokağımızın insanlarından, birer intihar koğuşu olan odalarımızdan, duvarların arkasında hep ertelenen ve acımaya yüz tutmuş sevgilerden sonsuz bir bahar çıkaracaktık…

Oysa kafamız çok karışıktı, sevgili!.. Bahçelerimize bir gece evliya gelirdi, öbür gece UFO… Kur’an-ı Kerim’de Kaptan Kusto’yu arardık… Atatürk rüyalarımıza bir peygamber olarak gelirdi. Onun resminin yanına Hz. Ali’yi koyardık. Onun yanına da Che Guevara’yı koyardık.

Odalarımızda hep şehla gözlü melekler dolaşırdı… "Yeter artık, bu zulüm yeter!" diye bağırarak sokaklara çıkıp, ölümü göze aldığımız gecelerde evimize kaçak elektrik bağlardık… Neye başkaldırsak, hep kirli bir din duygusu eşlik ederdi duygularımıza… Dünyayı tepeden tırnağa değiştirmek istesek de kafamızdaki o eski yasaklar ve ön yargılar, peşimizi hiç bırakmazdı… Aslında bu yasaklar ve ön yargılar, kendimize duyduğumuz o derin güvensizliği örtüp saklardı… Yaşadığımız o yoğun çelişkilerden çıktığımızda, içimizdeki o küçük faşist, biraz daha güçlenmiş olurdu…

Aşkı, sevmeyi, sevilmeyi, kendimizi adamayı o kadar çok özlemişken aynı zamanda ikiyüzlülük de içimize işlemişti… Kendimden biliyordum, gözümüzde, hayatımızın zerre kadar önemi yoktu. Gerektiğinde hayatımızı hiçe sayacak kadar kahraman ama bir o kadar da yalancı ve riyakârdık, sevgili!..

Daha dün kokladım o incecik, bembeyaz boynunu… Çok içtiğimiz ve teypte tekrar tekrar dinlediğimiz şarkımızın çaldığı gece, "Hadi, gel öldür beni!" diye gösterdiğin incecik, bembeyaz boynunu kokladım… Kokladım boynunu ve onda kendi kokumu aldım. Doğduğum ve yaşadığım o sokakların kokusunu… O yoksul ışıkların, o zemin katların, o eksik çıldırmaların, o kirli din duygusunun, odalarda dolaşan şehla gözlü meleklerin kokusunu aldım…

Ne tuhaf, şarkımız tekrar tekrar çalarken teypte, birbirimiz için ölmeye hazır olduğumuz o anda bile, birbirimize ve sevgimize zerrece güvenmiyorduk, sevgili!.. Çünkü biz sevgiyi çok özlerken, belki de farkında olmayarak sevgilerden öç almayı öğrenerek büyüdük, benzer sokaklarda… Sevgiyi özlerken, bir daha ona hiç güvenmemeyi, o sokaklarda, o sokaklardaki evlerin duvarları arkasında öğrendik… Öylesine iyi biliyorum ki benimleyken, şu an benimle ölmeyi isterken bile evine döner dönmez telefonlara büyük bir hasretle ve açlıkla sarılıp diğerlerini arayacağını… Seni hâlâ eskisi gibi sevip sevmediklerini anlamak için, o an onlarla ilgili aklına ne gelirse söyleyeceğini, öylesine iyi biliyorum ki…

Dün boynunu kokladım, incecik, bembeyaz boynunu, sevgili!.. Kirli bir din gibi kokuyordu boynun. Duvarların arkasında yıllarca bekletilmiş, bekletildikçe acılaşan bir sevgi kokuyordu boynun… Orada kendi kokumu buldum… Boynun, şizofren babalar gibi kokuyordu. Hani ansızın evden çıkıp önüne gelen ilk otobüse binerek, bilmediği uzak şehirlerde kaybolan babalar gibi… Boynun, aşklarını sadece şarkılarda yaşayan anneler gibi kokuyordu. Boynun, inançsızlığın yüzünden kirlettiğin eski aşkların kokuyordu.

Çünkü ben de senin gibiyim, sevgili!.. Sen evimden gider gitmez ben de hemen diğerlerini arıyorum. Beni hâlâ sevip sevmediklerini sınıyorum. Onlarla ilgili aklıma gelen ilk şeyleri sıralıyorum, o dipsiz yalnız kalma korkusuyla. Onları sevmeyeceğimi biliyorum; ama onların hep olmasını ve beni sevmelerini delice istiyorum. Tıpkı senin gibi…

Çünkü bize sevmesini öğretmediler, sevgili… Bize hep sevgiyi saklamasını öğrettiler. Hep bekletmeyi… Hep ertelemeyi… Bu yüzden, biz kiminle birlikteysek, bir diğerini ama hep uzakta olanı özledik, hiç dinmedi doyumsuzluğumuz; biz hep uzaktakini sevdik, sevgili!.. Yanımızdakini değil, odamızın duvarının arkasındakini değil, uzaklardakini, ulaşamadığımız kadar uzaklardakini sevdik… Yanımızdakileri kırıp geçtik, incitip üzdük de hep ulaşamadıklarımıza sakladık, söylemediğimiz o en güzel sözleri…

Özlediğimiz sevgiden delice korktuk… Sevmek bizim için o sokaklardan bir daha çıkamamaktı. Buralarda, bu sokakta sevmek, hep kapana kısılmaktı… Bu korku yüzünden hep karşımızdaki insanların sevgisini eksik bulduk, küçümsedik. Oysa sorun bizdeydi, sevgili… Sevgiye inançsız olan bizdik… Peşinden koştuğumuz insan bizi sevmeye başladığında, yenildiğinde sevgimize, ondan nasıl da uzaklaşır, nasıl da tiksinirdik sevgisinden, hatırlasana!.. Ama bizden biraz uzaklaşmayagörsün, yana yakıla nasıl da arardık… Nasıl da ihtiyaç duyardık seslerine, varlıklarına, kokularına… Kaybolmuştuk, dağıttığımız sevgilerde. Kim bizi seviyordu, biz kimi seviyorduk; sınırlar erir, karışırdı her şey… Öksüz, sahipsiz bir sevgimiz vardı ama onu kime vereceğimizi şaşırırdık…

İnanırlardı bize, inanırlardı o öksüz, sahipsiz, o başıboş sevgimize. Çünkü çevremizdeki herkes o kadar az sevilmiş, o kadar hasretti ki sevgiye… Çünkü onlar da bizim sokağa çok benzeyen sokaklarda büyümüşlerdi… Hiçbiri ama hiçbiri, aradığı sevgiyi sende bulamadı. Ama sen onların içindeki o çok eski şeye, o ilkel ağrıya dokunmuştun hep… Biliyorum, onlar için çok üzüldüğünü ama bir şey yapmak da elinden gelmiyor… Tıpkı ailendeki insanlar gibisin sen de. Hani uzak kıtalardaki, romanlardaki, filmlerdeki acı çeken, çaresiz insanlara çok üzülüp evde bir duvarın arkasında yaşayan çocuklarını gerçekten tanımayan ve onlara gerçekten üzülmeyen insanlar gibisin…

Biliyor musun, yıllardır kimseden değil, kendinden öç aldın aslında sen… Tıpkı benim gibi… Bu kadar insana kendini sunarak, yıllardır kendini cezalandırdın aslında… Başkalarına acırken, kendin acınacak hâldesin şimdi. Tıpkı benim gibi… Çünkü benzer sokaklarda büyüdük seninle, cinnetin sonuna dek bir türlü yaşanmadığı benzer evlerde… Sevginin duvarların arkasına saklandığı, o kasvetli, kısır odalarda…

Biliyorum, içini bir tek ben acıtıyorum. Ruhunun karanlığına bir tek ben inebiliyorum ama yine bana güvenmiyorsun. Tıpkı benim, seni çok sevdiğim hâlde sana hiç güvenmediğim gibi… Çünkü ömrüm boyunca doğup büyüdüğüm o sokaktan kurtulmaya çalıştım ben… Tiksindim, o sokaktan. Nefret ettim, o evlerden. O evlerin duvarlarından… O duvarların arkasında bekletilen, bekletildikçe acılaşan sevgilerden nefret ettim… Oradaki insanlardan… Hep kaçmak, hep uzaklara gitmek istedim… Sonunda sen çıktın karşıma… Dün kokladım boynunu, incecik, bembeyaz boynunu; boynunda, benim kokum vardı…

Boynunda, sokağımın kokusu vardı…

Ne tuhaf bir şey seni sevmek… Şimdiye dek hiç sevmediğim, hiç güvenmediğim kendimi sevmek gibi bir şey… Seni sevmek, yıllar sonra onca yoldan, onca insandan, onca yalnızlıktan sonra, kendime dönmek gibi bir şey… Seni sevmek, kokumla barışmak gibi bir şey…

Biliyor musun, bugüne kadar hep, seviyormuşum gibi yaptım ben. Aslında onları tanımıyordum ama yine de ihtiyacım vardı sevgilerine… Bağışlasınlar beni ve unutmasınlar; çünkü onlar adına, onlardan daha çok acı çektim ben…

Bir tek seni tanıyorum aslında…

Bir tek seni…

Dinliyorum, anlat, hadi!..

De, sevdiğim!..

Demek, sonsuza dek kaçamıyormuş insan kendisinden…

Cezmi Ersöz