Acılarını ölülerin nefesiyle çalgılara gömen asi bir kavmin ağıtları

Acılarını ölülerin nefesiyle çalgılara gömen asi bir kavmin ağıtları
Haydar Oğur'un yazdıklarını okurken bazen kendinizi bir efsanenin içinde, bazen bir masal diyarında, bazen bir şenlikte, bazen bir çatışmada, bazen bir düğünde bazen bir isyanın barikatında bazen de bir cenaze töreninin tam ortasında bulabilirsiniz.

Esat ŞENYUVA


‘’Yaban Günceler’’ acının öteki yakasında uçakların ve İha’ların gazabına terk edilmiş göğün altında, bir eski zaman ‘Gotik’çisi Haydar Oğur’un kaleminden geçmişe, şimdiye ve geleceğe haykırdığı söylencelerden oluşuyor.

Şiir, masal, öykü, ağıt neşide, oyun, tragedya gibi bünyesinde edebiyatın neredeyse bütün dallarını barındıran bir yapıt sunuyor bize yazar.

Okudukça bir tarih ufalanıyor yüzünüzde, gökyüzü ürperiyor, gecenin içinde dağlar kızarıyor gözlerinizin önünde. Bize bir mendil uzatılıyor Pir’ler aşkından.

Bu söylenceler insanın kalbini yaşlandıran, acının ve isyanın rüzgârlarıyla dağlıyor her yerinizi. Senelerin mahzeninde damıtılmış toplumsal ve politik bir hafızanın incileriyle dolu satır araları çünkü.

Kırılarak kalabalığın dışına çekilmiş ve fakat o kalabalıkların barikatlarına laleler taşıyan bir hafıza var karşımızda. O kadim coğrafyanın yüzünde tortulaşmış kan çıbanlarını birer birer patlatan bir dille durmadan harfler diziyor hançeremize.

Haydar Oğur, tek başına bir inancın anıtını inşa ediyor Dersim’in sarp uçurumuna ‘’garbın çölünden dönmek için gün sayanlara’’.

O’nun yazdıklarını okurken bazen kendinizi bir efsanenin içinde, bazen bir masal diyarında, bazen bir şenlikte, bazen bir çatışmada, bazen bir düğünde bazen bir isyanın barikatında bazen de bir cenaze töreninin tam ortasında bulabilirsiniz.

Tek başına oynanan bir tragedya, ıssızlığın kamerasıyla çekilmiş uzun metrajlı bir film, tarihe ve çağa armağan edilmiş bir belgesel aynı zamanda.

Kitabın sayfaları arasında gezinirken bir Kitabe kokusu alıyorsunuz zaten. Peş peşe dizili Destanlar geçiyor gözlerinizin önünden.

‘’Yaban Günceler’’ Modern Çağın ‘’Şahname’’si niteliğinde, Süleyman’ın ‘’Neşideleri’’ değerinde. “Bir beden nasıl hançerleniyorsa yüz yerinden aynı öyleyim” diyor. “Dört bir yanım sıra sıra mezarlık. Yırtılmış ağzımın ortasında kaç ceset var biliyor musun?’’ diyerek silkeliyor sizi.

Yeri ve göğü inleten acının tam ortasında, bazen bir göletin içindeki ördekler üzerinden aşkı imliyor, bazen bir kaya dibinde biten bir gül sunuyor size, bazen de yaşamın tam ortasında gizli bir umutla ferahlatıyor dağlanan yüreğinizi. Sonra bir de bakıyorsunuz ki, buz gibi bir dağ pınarının başında hüznünüzün saçlarını okşuyor şiirle. ‘’Bir taşın huzuruna çıktık. / Üç mum yaktık / Başucundaki sudan içtik!’’ diyor.

Oğur, yorgun bir kavmin son temsilcisi gibi ısrarla ve inatla burcunu korumaya devam ediyor. Hiçbir zaman bağını koparmıyor doğduğu coğrafyadan. O’nun için insanla ölüm arasındaki mesafe neyse şehir ile kır -ya da- köy arasındaki mesafe de aynıdır.

Kendi tabiriyle; ‘’Asırlık bir ağacın gölgesinde oturuyorum. İnsana fena halde dokunan garip bir sessizlik var ortalıkta. Kurdun kuşun cenneti ve cehennemi olmuş buralar. Öyle ki, şakıyıp ötmeye başladı mı yaban, insanın kan kusası geliyor.’’

Bu yüzden trajedinin dile geldiği anlar olur, ruhunuzu örseleyen ‘göç’ün ağıtları karışır damarlarınızdaki kana, hüznün notaları eşlik eder kalp atışlarınıza onu okurken. Dahası o coğrafyada olup bitenler gözlerinizin önüne geldiğinde acıdan yüzünüzü yırtıp paramparça edesiniz gelir. Öyle ki, sayfalar ilerledikçe duyarlılığınız sizi -yoğun mu yoğun- bir kederle buluşturarak kendinden geçme halinin zirvelerine çıkarıp indirir.

Güneşe bırakılmış dağ yamacında boşluğa bakan bir köy gibisiniz artık.

Sesinde eski atlıları kurşun eritmeye çağıran bir yakarış var çünkü anlatıcının. Şafaktan önce uyanmış bir halkın kızgın demirle dağlanmış sırlarını bir biri ardınca ifşa eder. Suyun aziz akışına bırakılmış bir belleği tarihin hırçın ırmağına getirip teslim eder. Mermeri oyan ve taşı delen, kendini koşulsuz şartsız zamanın bilinmez yolcularına veren suyun bilgeliğine bırakır dilindeki bütün kelimeleri. Çağın vefasızına yol vereni de sazına cevap vermeyeni de çok iyi tanıyarak oturur burcuna bir güzel.

Değil mi ki nergisi elinde tutan son Haydar’dır artık o!

Kitap boyunca bütün pusulardan sağ kurtulmuş, bütün tetiklerin hedefine konumlanmış bir yerden seslenir bize ve zamana çünkü yazar. Durup durup içine, içindekilere bakar ve yüzümüze şöyle haykırır. ‘’Biz, buruk zamanların kan içen çocukları! Ahdımız vardı ki, im iz sürdük. Çok sulardan, eleğimsağmalardan geçtik. Her eli öpmedik, her karı yemedik. Rüzgâra söz verdik, tuttuk. Kanadı kırık kuşlara söz verdik, tuttuk. Hiçbir yaprağın hazin yüzüne dokunmadık. İncelik ille de incelik dedik başka da bir şey demedik!’’

Bu haykırış bütün ‘’ötekileri’’ de kapsayan bir haykırıştır. Kelamın senet olduğu zamanlara göndermeler yapan ve kelamı bir Mushaf gibi kalbinin üstünde tutan bir haykırış!

Modern çağa, kötüye ve kötülüğe meydan okuyan esrik zaman söylencelerini kurşunkalemle yazıp botlarının içinde şehre taşıyan gizli bir Şövalye Haydar Oğur.

O’nun ‘’Yaban Günceler’’inde insan bir tarihi baştan sona yeniden yaşıyor. Bir zamanlar yaşama sevinciyle dolu o coğrafyanın, şimdilerde ıssız bir yabana terk edilmiş olmasının bıraktığı büyük boşluğu acıyla hissediyor. Bir Kavmin hayata olan bağlılıklarını, hüzünlerini, ağıtlarını, türkülerini yazıda görüp okuyor.

Yazı varsa geçmiş hayatlar da varlığını sürdürecektir elbet ve yeni isyanların yeminlerini tazeleyecektir mutlaka. Bu demektir ki, Yavuz’ların teslim almaya gücü yetmediği bu asi kavmi, demir kanatlı kuşların da teslim alması mümkün gözükmüyor. Çünkü ölüm varsa zılgıt da var, zılgıt varsa yaşamak var orada.

Öyleyse acının ve sevincin taşlara kazındığı, ikliminde göğün ve dorukların hakkı olduğu o topraklarda kim bilir daha neler neler yaşanacak?

Haydar Oğur 1959 Tunceli / Ovacık / Büyükköy doğumlu. ‘’1980’de politik faaliyetlerinden ötürü tutuklanarak uzun yıllar hapis yattı. İlk çalışmasını gazetecilik yaparken ‘Sonsuzluk Öyküleri’ adı altında yayımladı. Çeşitli dergi ve gazetelerde yazılar yazdı. Altı Öykü, bir Şiir kitabı bulunuyor.’’

‘’Yaban Günceler’’ isimli son kitabında ölülerin nefesiyle acılarını çalgılara gömen asi bir kavmin ağıtlarını söylüyor bize. Erkin silmeye çalıştığı bir devrin resimlerini çizerek tarihin ırmağına teslim ediyor. Munzur’dan Kızıl Deniz’e akan sulara bırakıyor o masumiyet kalıntılarını. Ezeli ve Ebedi olanı birbirine bağlayan metinler zinciri ile teselli ve umut veriyor bize.


Hamiş: YABAN GÜNCELER, yazarın “Anı / Anlatı” serüveninin “Birinci” kitabı. “İkinci”si de hazır. “BAYKUŞ SAATLERİ!”

Öne Çıkanlar