Adam Phillips ile değişime psikanalitik bir bakış: İnsanın kaçınılmaz serüveni
Merve KÜÇÜKSARP
Psikoterapist yazar Adam Phillips’in 'Değişmeyi İstemek Üzerine' isimli eseri, Aydın Çavdar’ın çevirisi ve Ayrıntı Yayınları etiketi ile yayımlandı. Modern çağda insan davranışlarının altında yatan itkileri inceleyen Phillips, bu eserinde de toplumsal değişimlerin birey üzerindeki etkileri ele alıyor, değişim ve dönüşüm kavramları üzerine zihin açıcı bir metin yaratıyor.
Adam Phillips, zamanının büyük bir kısmını danışanlarını dinleyerek geçiren, onlara dair gözlemlerini mürekkebine katan, üretken, ülkemizde de oldukça okunan bir yazar.
Değişim olgusunun insan tabiatı ile ilişkisini incelediği bu çalışmasında, birini zorlamadan, ikna etmeden ya da yönlendirmeden değişimin nasıl gerçekleşeceği sorusunun izinden gidiyor. Birini ikna etmenin ne derece etkili olduğunu ve bu bağlamda psikanalizin ikna konusundaki karnesini sorguluyor.
Phillips değişim fikrinin kaçınılmaz olduğunun altını çizerken, değişime bir proje olarak yaklaşılmasının sakıncalarının üzerinde duruyor. Değişimin bir proje olarak addedildiği dönüşüm dediği bu süreci taşlıyor. Dönüşümün dışarıdan motivasyonlarla, başka biri olma fikrinin satılmasıyla yaratılmasına karşı çıkıyor. Nitekim şu sözleri motive edilmiş bir tür dönüşüm isteğine dair hoşnutsuzluğunu aşikar kılıyor:
“…dönüştürülme isteğimiz, bayağılığımızın, düşkünlüğümüzün ve yalnızlığımızın bir ölçüsüdür ya da içine doğduğumuz kültürlerde ne kadar savrulduğumuzun bir göstergesidir.”
Phillips bu minvalde günümüzde kültürün yarattığı dönüşüm isteğinin başka biri olmayı istemek anlamına geldiğini ileri sürüyor. Eski zamanlarda bu dönüşüm peygamberler veya azizler aracılığıyla dinsel salıklarla yapılırken, bugün daha seküler çizgide ilerliyor. Ancak son kertede dinler, ideolojiler veya davalardan nüvesini alan her türlü dönüşüm başka biri olmaktan başka bir anlam ihtiva etmiyor. Keza Freud’un da ileri sürdüğü gibi sahip olamayacağımız şey gibi olmak istiyoruz. Önce biri gibi olmak istiyor, onu kendimize katıyor ve onunla özdeşlemeye çalışıyoruz.
Phillips, bu bağlamda Socrates’a atıfta bulunuyor. Socrates’ın hiçbir vakit başka biri olmayı arzulamadığını ve bunu önermediğini hatırlatıyor. Gerçek değişim insanın başkası gibi olmadığında, kendi gibi olmaya çalıştığında gerçekleşecektir. Kişinin olumlu bir yönde dönüşebilmesi için ön yargılarından, öğretilmiş kalıplardan, kurallardan arınması; kim olduğunu anlaması için ise iç dünyasına kulak vermesi gerekir. Kişinin içsel sesi kim olduğunu fısıldayacaktır. Başta Socrates olmak üzere “Kendini bil!” diyen Eski Yunan düşünürleri tam da bunu kastetmektedirler; başkasıyla özdeşleşmek yerine kişinin kendini anlamasının, kendi içindeki cevheri ortaya çıkarmasının önemini…
Nitekim Socrates’a göre kişinin mutsuz olmasının kökeninde yanlış bir yönelime kapılıp yaşamaması gereken bir hayatı yaşamak vardır. Eğitimle insan bir yere kadar kendini geliştirebilir, ancak asıl önemli olan kişinin o eğitimle doğru bir bakış edinebilmesi, kendine uygun yolu seçmesidir. Bir şeyi görmekten ziyade doğru yöne bakmak yeğdir. Ve en iyi hayat kişiye uygun olan hayattır. En makbul insan da şahsına münhasır olan, başkalarını taklit etmeden, önyargılardan ya da motive edilmiş arzulardan arınarak doğal yeteneklerini ve özelliklerini keşfeden insandır. Modern zamanların afili rüyalarına kapılmaksızın gerçeği yaşayandır.
Bu bağlamda psikanalizin görevi de kişinin çocukluktan itibaren neyle özdeşleştiğini, neye yönlendirildiğini, hangi kalıpları ve arzuları benimse(til)diğini bulmak ve tüm bunların farkına varmasına, bunları dönüştürmesine yardımcı olmaktır. Zira şu bir gerçektir ki, insan çocukluğundan itibaren çevresindekilerden duydukları ve gördükleri ile ikinci bir kişilik edinir. Bu ikinci kişiliğin arzuları, korkuları, yargıları öğretilmiş olabilir ve terapilerde psikanalistin amacı insanın en saf ve gerçek haline ulaşmasını sağlamak olmalıdır. Dönüşüm bu açıdan ileriye, başka bir şeye doğru bir yolculuk değil, kişinin, olduğunu bilmediği, olduğunu unuttuğu, unutturulduğu gerçek benliğine doğru bir yolculuktur. Ki dönüşümün Oxford İngilizcesindeki anlamı çevirme, döndürme, geri döndürmedir.
Phillips’e göre değişim insanın kaçınılmaz serüvenidir. Hem zaten insandaki değişme yetisi, evrim teorisinin özünde yer alır. Değişime en teşne olan canlı hayatta kalmaya en uygun olandır. Psikanalizin de yapması gereken, kişide olması gereken değişimi tetiklemektir. Keza danışan seansa arzularını, korkularını, zaaflarını, dönüştürmek istediği her şeyi beraberinde getirir ve psikanalistin önüne bırakır. Bir değişim olmalıdır. Bu, külliyen bir dönüşüm olmasa da, danışanın çocukluğundan itibaren edindiği güdüler ve duygular daha yönetilebilir, daha ılımlı bir forma kavuşmalıdır.
Ancak şu var ki, çoğu insan için değişim her ne kadar coşku ile arzulanıyor olsa da, bir o kadar da korku uyandıran ve alttan alta istenmeyen bir şeydir. Eğer değişim bir proje haline gelirse, işte o “dönüşüm” danışanda direnç yaratabilir. Bu yüzden danışanı, rahatsız etmemek ve psikanalizdeki iyileşme süreçlerine zarar vermemek için psikanalizde kaydedilen değişim aleni bir değişim olmamalı, tedrici olmalıdır. Bu, değişime karşı öz savunmanın devreden çıkarılması ve bilincin bu değişimi kabul etmesi için önemlidir. Bu da psikanalist ile danışan arasındaki karşılıklı diyaloglarla sağlanacaktır.
Diğer yandan Phillips, terapi sırasında danışanın iç dünyasından nasıl bir duygu çıkacağının belli olmayacağını, kendisiyle yüzleşmeye kalktığında nasıl bir benlik bulacağının belirsiz olduğunu, bu belirsizliğin de süreci karmaşık ve tahmin edilemez hale getirdiğini hatırlatıyor. Bu bağlamda terapinin doğal akışında ilerlemeli, beklentiler ortadan kalkmalıdır. Danışanın yönlendirildiğini hissetmediği alanlar, değişim için en uygun zamanlardır. Zira değişim potansiyeli, değişme arzusunun –ya da zorunluluğunun- olduğu yerde azalır. Kaldı ki değişim arzusu insanın bütünlüğüne zarar da verebilmektedir.
Adam Phillips’in Covid19 salgını sırasında kaleme alındığı “Değişmeyi İstemek Üzerine” isimli kitabı değişmeyi en çok istediğimiz dönemde değişimin insanın varoluşu ile olan ilişkisini inceliyor. Bunu tarihsel bir düzlemde de mercek altına almanın yanı sıra değişimi bir proje olarak “satan” neoliberal kültürün yarattığı yozlaşma üzerine de düşünmemizi sağlıyor.