'Varlık ve hiçlik arasındaki o gri alanın' öyküleri

Dikeçligil'in 'Hayalet Bakıcısı'nda kaleme aldığı öyküleri kadın gözü olmadan yazmak zor... Sormadan edemediği soru başlı başına bir yazı konusu: "Anne varsa lanetlenecek ve kutsallaştırılacak bir baba da olmalı. Bu babayı niyeyse kimse arayıp sormuyor?"

Edebiyat tarihimizin nadide kalemleriyle parlamış ustaları ‘kadın yazar’ denmesine o kadar gıcık olmuşlardı ki, 8 Martlarda falan ya telefonlara çıkmaz ya da çıkınca muhabirleri azarlarlardı. Bunlardan birine genç bir muhabirken ben de maruz kaldım. Tomris Uyar olsun, Adalet Ağaoğlu olsun, sonradan nedamet getiren Leyla Erbil olsun “yazarın kadını erkeği mi olurmuş” diyerek kapatırlardı konuyu. Zaman geçtikçe Kadın Yazını Festivalleri, ‘jinedebiyat’ tartışmaları başlayınca ‘eril dile’ karşı ya da onu maharetle eğip büken kadın yazarlar çoğalmaya başladı.

Bu konu üzerine tezler yazılacak, paneller yapılacak kadar verimli bir konu olduğu için buraya sıkıştırmak ya da geçiştirmek istemiyorum ama iddia ederim Özlem Dikeçligil’in ilk kitabı Hayalet Bakıcısı’nda (Notos Yayınları) kaleme aldığı öyküleri kadın gözüyle bakmadan yazmak zor. O her ne kadar kahramanlarına eşit mesafede durduğunu söylese de ele aldığı aile ve annelik meselelerinin yanı sıra sormadan edemediği soru başlı başına bir yazı konusu: “Anne varsa lanetlenecek ve kutsallaştırılacak bir baba da olmalı. Bu babayı niyeyse kimse arayıp sormuyor?” Dikeçligil’e ne sorsam gerisini pek güzel getirdi.

hayaletbakicisi-on-kapak.jpg
Hayalet Bakıcısı, Özlem Dikeçligil, Notos Kitap, 136 syf., 2023

- Bundan sonra hiçbir şey yazmasanız bile 'Tapşin' öykünüz bir sürü kitaba bedel olacak kadar yakıyor insanın içini. İlk kitabın yalpalaması, derdini arayacağım diye hikayenin içinde dolanması da yok üstelik. Zaman kaymaları, dil dönüşümleri çok güzel. 10 öykü de sanki derin bir kederi tavaf ediyor, ayrılığı, pişmanlığı ya da... Yanılıyor muyum?

Öncelikle hem 'Tapşin' özelinde 'Hayalet Bakıcısı' hakkında düşündükleriniz hem de Artı Gerçek'e davetiniz için teşekkür ederim. Kitaba hakim olan keder duygusu konusunda yanılmıyorsunuz. Bir bakıma kitaba adını veren öykünün "Hayalet Bakıcısı" olmasının sebebi de bu.

Kahramanlarım hayatın sıradan akışına karışmakta zorlanan, hayaletlerin musallat olduğu kahramanlar. Ancak bu hayaletler spiritüel bir dünyanın sakinleri değiller. Varlık ve hiçlik arasındaki o gri alanda salınan duygusal tortular. Muhteviyatları genellikle hayal kırıklığı, pişmanlık, vicdan azabı gibi gölgeler. Yaydıkları melankolinin ve kederin beslendiği mecra burası. Bu aynı zamanda kahramanlarımın genellikle kadın olmasının da sebebi. Kadınların rahat bir uykuya dalmadan önce mızıldanıp durmasınlar diye ayaklarında sallayıp uyutmak zorunda oldukları onlarca hayaleti vardır. Bir çocuğu avutur gibi besler, kollar ve kucağımızda sallarız onları.

Öykülerimdeki zaman kaymalarının kaynağı da burası olabilir. Geçmişle gelecek arasında sürekli gidip geliyor oluşumuz zamanı lineer bir halden çıkarıp birbirinin içinden geçerken genişleyip sönen, sonra tekrar büyüyerek ilerleyen halkalara dönüştürür. Şu anda yaşadığımızı zannederken aslında geçmiş şimdi ve gelecek arasındaki bütün tekinsiz alanları ziyaret ederiz. Tekinsiz olmaları onlar için yapılabilecek pek bir şey olmamasından kaynaklanır. Geçmiş zaten geçmiştir, gelecek de şu an için meçhulün alanındadır. Bu bizi şimdide yaşadığını sanan ama ayağı çok az bu anın toprağına değebilen bir canlı yapar.

- 'Küçük bir tören' öyküsü de bir o kadar rahatsız edici. Herhalde amacınız da buydu; şimdi herkesin diline pelesenk olan 'narsisist' bir erkeğin örtülü şiddetine karşı durma çabasındaki bir kadının ağzından yazılması da öyküyü daha gerçek kılmış. Kadınları en hassas yerlerinden özellikle de suçluluk duygusundan yakalayan, bir 'seviyordum öldürdüm' demediği kalmış bir adama karşı koyma hikayesini yazarken aslında hangi tarafı daha çok anlatmak istediniz?

Kahramanlarımın hayatın içinde hem iyiyle hem de kötüyle sınanmalarını, mükemmellikten mümkün olabildiği kadar uzak durmalarını istiyorum. Bu yüzden kahramanlarımın hepsi kusurlu, zaafları olan kişiler. Evleri, hayatları, hayalleri ve aşkları da kendilerine benziyor.

'Küçük Bir Tören'deki Volkan da ona aşık olan kadın da böyle zaaflı, kusurlu atılmış ilmeklerle örüldüler. O yüzden Volkan'ı narsist olarak nitelemek istemem. 'Küçük Bir Tören'i yazarken tıpkı sesi olduğum kadın kahramanım gibi Volkan'a hem kızdım hem de aynı sebeplerle sevdim. Hikayedeki kadın gibi okurun da Volkan'ı sevmesini, onun yasını tutmasını istedim. Ancak bu şekilde kadın kahramanımın sesi olabilirim. Bir yazarın kahramanlarına inanmak zorunda olduğunu düşünüyorum. Bu inanca onun yasını tutmak da dahil.

- İlk kitabın telaşı yok öykülerinizde ama genelde yazarların çomak sokmayı sevdiği aile kurumu, kardeşlik vs. var. Yazarken tema üzerinden mi karakter üzerinden mi ilerlemeyi seversiniz?

'Hayalet Bakıcısı' bir ilk kitap ama yazdığım ilk öykü toplamı değil. Uzun zamandır farklı alanlarda yazıyorum. Telaştan arınmış bulmanızın sebebi bu olabilir. Daha önce yazdıklarımın içinden bir kısmı Notos Yaratıcı Yazarlık Atölyesi sayesinde kitaplaşma olanağı buldular.

Yazarken bazen bir sesin peşinden giderim. O ses bana günlük hayatın paraziti içinden sıyrılarak kendi hikayesini ısrarla dayatır. Her nereye gidersem gideyim onu peşimde bulurum. Bazen aceleci davranır vaktinden önce masaya otururum ve sesi orada kaybederim. O zaman ısrarcı olmam. Bazen de eş güdümlü olur birbirimizi kaybetmeden hikayeyle akarız.

Bir de sesin kendisinden önce bir imgenin ya da bir hikayenin peşime takıldığı olur. O zaman da hikayenin ya da imgenin içindeki seslere kulak veririm. Biri mutlaka konuşur ve kendini yazdırır. Hepsinde temel hareket noktam onlara inanıyor oluşum. Sese, imgeye ya da hikayenin kendine mutlak bir inanç duyarım.

Aile kurumu, annelik, ilişkiler, üzerinde düşünmeyi, yazmayı sevdiğim alanlar. Özelikle anneliğe atfedilen kutsiyet ve hemen yanı başında aynı kutsal anne için hazırda tuttuğumuz lanet, üzerinde en çok gezindiğim alan. Yürümekte zorlandığımız bu dikenli bölge hakkında yazmayı ve babaları da aynı alana çekmeyi istiyorum. Anne varsa lanetlenecek ve kutsallaştırılacak bir baba da olmalı. Bu babayı niyeyse kimse arayıp sormuyor ama sadece anne ve çocuklardan oluşan aile de makbul sayılmıyor. Dolayısıyla yokluğunda da varlığında da ceza sadece anneye kesiliyor. Oysa cennetin ayaklarının altında serili olduğunu varsaydığımız anne bazen barakadan bozma bir evde beş çocuğuna hurda toplayarak bakmaya çalışıyor. Sonra o cennet birdenbire cehenneme dönüşüyor, içine sadece annenin sığabileceği kadar küçük bir cehenneme. İçinde ondan başka kimse yok.


FİGEN ŞAKACI - 1971 İstanbul doğumlu. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. 1989 yılında gazeteciliğe başladı, çeşitli gazete ve dergilerde muhabirlik, köşe yazarlığı yaptı. Televizyona dizi senaryoları yazdı. İş Bankası Kültür Yayınları'ndan Her Doğum Bir Mucizedir ve Mizah Zekânın Zekâtıdır adlı iki nehir söyleşi kitabı yayımlandı. Üçleme olarak tasarladığı roman serisinin ilk kitabı Bitirgen 2011'de (ilk baskısı Everest Yayınları'ndan), ikincisi Pala Hayriye 2013'te yayımlandı. Üçleme- yi Hayriye Hanım'ı Kim Çaldı? (2017, İletişim Yayınları) kitabıyla tamamladı. Pala Hayriye kitabındaki "Pişti" hikayesinden uyarladığı "Topuklu Terlik Süt Yapar" tiyatro oyunu Aysa Prodüksiyon tarafından 2017'de, Şogen Film tarafından 2019'da sahnelendi ve aynı isimle kitaplaştırıldı (Mitos Boyut Yayınları). Kesekli Tarla (2020, öykü) ve HınçAhınç (2024, roman) adlı kitapları İletişim Yayınları tarafından yayımlandı.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Figen Şakacı Arşivi