“Dilin olanaklarını ve olanaksızlıklarını etüt ettim”
Bu hafta Ayşe Nilay Özkan ile ilk kitabı Münzevi Sesler Korosu'nu ( Vacilando Kitap ) konuştuk: Aslında deneme yapmak amacıyla yola çıkmadım. Zihnimdeki kurguyu en iyi şekilde verebilecek türlü yolların peşine düştüm... Dilin olanaklarını ve olanaksızlıklarını etüt ettim.
Üç ayı aşkındır bu köşede ağırladığım yazarların verdikleri cevaplara baktığımda ortak noktalarının dürüstlük olması çok sevindirici. Yazar kendini ve yazdıklarını anlatırken istediği kadar süse, poza düşkün olsun nihayetinde okurun elindeki “ürün” onu yalanlayan ve/veya doğrulayan bir belge olarak durur. Bu hafta ilk kitabı Münzevi Sesler Korosu ( Vacilando Kitap) vesilesiyle Ayşe Nilay Özkan’ı dinledim. Kitabının ismine küçük bir şerh düşsem de yazıyla ilişkisi derinleşerek devam edecek bir yazar olacağı müjdesini de veriyor.
1- Yazdıklarından önce seni tanıyalım, edebiyatla ve yazma deneyimiyle ilişkin hakkında neler söylemek istersin?
Köşenize davet edilmenin beni çok mutlu ettiğini söyleyerek başlamak istiyorum. Öztarihimin derinliklerine baktığımda okumadan önce yazmayla kendimi eğlediğimi söyleyebilirim. Tekne kazıntısı olarak yetişkinlerle dolu ciddi ve renksiz bir evde büyüdüm. Kalem tutabildiğim yaşlarda bulduğum her türlü kâğıda çemberler çizmişim, buna önemli evraklar da dahil. Kalem bulamadığımda ya da kalemler özellikle ortadan kaldırıldığında, çember çizmek yerine bir köşeye sessizce sinerek hayal kurmaya başladım. Okumayı öğrendiğimde daha çok kitap edinip, kitapların açtığı ufukta hayallere daldım. Ergenlikte kimseye okutmadığım yazma denemelerim oldu ama onları yeterince iyi olmadıkları için utanıp yok ettim.
Otuzlu yaşlarımın başında kulağımdaki çınlamalar rahatsız edici boyutlara ulaştı ve işitmemi yavaş yavaş kaybettiğimi öğrendim. Kayba önce direndim, hayatımı hiç değiştirmeyeceğini zannettim ama alışkın olmadığım pek çok zorluk karşıma çıktı. Sonunda durumu kabullendim, yaşadığım sorunların bazılarına kendimce pratik çözümler buldum. Hem işitme kaybının bana yaşattıklarını anlatıp rahatlamak hem de kendi deneyimlerimden belki bir iki kişi faydalanır diyerek bir blog oluşturdum. Anne Carson’un yazdığı gibi,
“her yara kendi ışığını saçar
der cerrahlar
bütün lambalarını söndürürsen evin
pansuman yapabilirmişsin yaraya
kendi ışınınla”
İşitme kaybım kendi ışığını saçan yaram oldu, pansumanımı ise blogumla yapmaya başladım. Haftada beş gün yazdım. Yüzü aşkın paylaşım sonucunda işitme kaybıyla ilgili yazabileceğim her şeyi yazmıştım. Blog sona doğru geliyordu ama ben yazmanın, paylaşmanın tadını almıştım, orada durmak istemedim. Yazmanın, gönlümün muradı olduğunu kavradım. Öykü üzerine yoğunlaşmaya karar verdim. Hakkınca yazabilmek için okumak, araştırmak, sormak, izlemek, pratik yapmak gibi öğrenmenin her türlü yoluna başvurdum.
2- Kitabın adından anladığım kadarıyla sesleri de özneleştirip ve tenhalaştırıp bir münzevilik atfetmişsin; anlatıcı sürekli değişse de ‘koroda’ bir detone ses kulağı tırmalamıyor, öyküleri yazarken amacın bu muydu?
Kitabımı dikkatle ve özenle okuduğunuz için çok teşekkür ederim. Kendi ufak direniş alanlarında cılız, gizli ya da yüksekçe sesiyle kaçındığı muhatabını içten içe çağıran karakterler var öykülerde. Kaçınma hali aslında onları münzevi yapan şey ama köşelerine sinerlerse unutulacaklarından da korkuyorlar. İz bırakma arzusu içindeler. Öykü kişilerinin bir türlü alt edemedikleri görünme ihtiyaçlarını kendilerince ifade etmelerini istedim. Sadece karakterlerin değil öykünün de kendi dilini, sesini ve notasını bulmasına gayret ettim. Öykülerin konusu, karakterleri, kurguları ya da mekanları birbirinin “denden”i olmamalıydı. Tematik çeşitliliğin fark edilmesini önemsedim. Diğer yandan öykülerin beynimle sol elim arasındaki aynı kaynaktan çıktığı belli olmalıydı. Bakış açımı geniş tutmaya çalışırken kalemimi zorladım. Çabamın sonucunda koroda detone bir sesin olmadığını şimdi sizden duymak beni ziyadesiyle memnun etti.
3- “Mavi, Müdire ve Diğerleri” ve “ Sivrisinekler Bunu Beğendi” öykülerinde yazıya ve hatta yazara da müdahil olan bir ses var ki, okurun dikkatini dağıtmadan bu eşikten atlamak zordur, öykü yazmak senin için bu tür denemelere girişmek anlamına da geliyor galiba, ne dersin?
Aslında deneme yapmak amacıyla yola çıkmadım. Zihnimdeki kurguyu en iyi şekilde verebilecek türlü yolların peşine düştüm. Türkçe bu anlamda çok esnek ve muazzam bir potansiyel taşıyor. Dilin olanaklarını ve olanaksızlıklarını etüt ettim. “Mavi, Müdire ve Diğerleri”nde emir kipi kullanmak, öykünün patron karakterine çok yakıştı. Tekniği, kurguyu dik tutan bir omurga olarak görüyorum. Kullandığım her fiilin, cümle yapısının, zaman kipinin ya da noktalama işaretinin normal görevi dışında öyküye hizmet eden bir işlevi olmasına takıntı derecesinde dikkat ediyorum.
“Sivrisinekler Bunu Beğendi”yi - haydi cesur bir öyküyü diyeyim- yazmayı çok istedim. Süreçte evli bir kadın ve erkek çocuk annesi olarak çok zorlandım. Toplum içindeki rollerimden arınıp kalemimi özgür bırakamadığımı fark ettim. Yazdım, sildim, üstüne yazdım, bilgisayara değil parşömene yazıyor olsaydım elimde bir palimpsestle kalakalmış olurdum. Öykünün üstüne üstüne giderken her defasında otosansürle burun buruna geldim. O zaman dominant olan otosansüre gerekli alanı açmalıyım dedim ve onu öyküde serbest bıraktım. Derken karşıma anlatıcının bana benzemesi tuzağı çıktı. Çukurun etrafındaki engebeli alanı dolaşıp karakteri yapılandırdım. Ete kemiğe bürünen yazar-anlatıcının karşısına geçip baktığımda o artık benden oldukça farklı biriydi. İşte o zaman rahat bir oh çekebildim ve öykünün bittiğine kanaat getirdim.
Elastik yapı olan dilin içinde ilerlemeye çalışırken öyküler kendilerini biçimlendirdi. Kaleme alırken kendi kaderlerini kendileri yazdı diyebilirim. Doğal akışa dikkat kesildim ve bunu yansıtmaya çalıştım. Sizin de işaret ettiğiniz gibi okurun dikkatini bölüp kafasını karıştırmadığımı umuyorum.
Başta herhangi bir etiket altında yazmayı hedeflemedim ve çabalarımın sonucunda ortaya bu tarz öyküler çıktı. Belki öykülerde deneme yapmadım ama onlarla çokça cebelleştiğim kesin…