Melike Koçak: 'Kendimi hem var kılarak hem silerek; hem hiç hem kuş olarak…'
Melike Koçak, 'Hiçkuşu'nu anlattı: Şiiri, kısa kısa öyküyü, kısa filmi çok severim. Dibe, derine dalmaya davet ettiklerini düşünürüm. İşaretler bırakırlar. Okuyanı, izleyeni rahat bırakmaz, sürekli canlı, diri tutarlar... Benim için yazmak biraz bu, böyle. Sezdirmek, onun yolunu aramak, bulmak.
Yeni bir güne uyanmak bile yeni ve kötü bir haber alacağımız korkusuyla endişe yaratmaya başlamışken edebiyattan, edebiyatın iyileştiriciliğinden falan bahsedecek değilim. Kartalkaya Grand Kartal Otel’deki yangın hepimizi yaktı geçti de diyemiyorum maalesef. Çünkü otelin külleri arasından çıkan ihmallerin haddi hesabı yok. Yanı sıra tatmin etmeyen resmi açıklamaları, sorumluluk almamak için topu birbirine atma yarışlarını, azıcık bir vicdan ya da utanma olmadığı için istifa etmeyi akıllarından bile geçirmeyenleri de ailece hayatını kaybedenleri, kalanların ağıtlarını da yüreğimiz parça parça izliyoruz. Üzgün olduğumuz kadar da öfkeliyiz, umarım bu öfke en azından bundan sonrasında insan hayatını hiçe sayanların hesap vermesini sağlar.
Bu hafta yazmaktan ve okumaktan başka uğraşı, ilacı, tutkusu olmayanlara sorduğum 3 sorunun muhatabı ilk öykü kitabı Hiçkuşu’yla (Can Yayınları) dikkatleri çeken Melike Koçak.
Seni önce edebiyat öğretmeni olarak tanıdım, sonra öyküler romanlar üzerine yazdığın incelemeler, ele aldığın metni tavaf ederken yararlandığın geniş kaynakların izini sürdüm... Boyuna yakındığımız nitelikli edebiyat eleştirisi kalmadı şikayetlerine sen nasıl bakıyorsun?
Klişe olacak ama, gerçekten çok katmanlı bir mesele bu. Dağılmadan, dağıtmadan ifade etmeyi deneyeceğim. Biri şu, sorumluluk almaksızın şikâyet etmenin sevildiğini, bilinen, ezber edilenin dışına çıkılmaya pek de teşne olunmadığını düşünüyorum. Bugün yazılanlar değerlendirilirken indirgemeci yaklaşımlar, sosyal medya görünürlüğü, her yazara farklı uygulanan yayınevi satış-pazarlama politikaları, çeşitli ilişkiler, ağlar... edebiyat ve dil içi yaklaşımdan daha belirleyici. Bunlar birleştiklerinde müthiş bir gürültü çıkarıyor. Bu da metni teorik çerçeveden sökmek ve ondan yeni parçalar dokumak zahmetine katlanan okurların, yazarların, akademisyenlerin sesini, cümlesini farklı okuma, bakış, duyuş biçimlerini yutuyor.
Bazen bir romana odaklanan, pek çok yazarın o romanı tavaf ettiği kitaplar bazen teorik bir çerçevede birden çok yazarın/eserin tavaf edildiği kitaplar hazırlanıyor, yayımlanıyor. Bunlar eskiye nazaran daha fazla. Pek çoğu edebiyata etik ve estetik boyutuyla yaklaşan eleştirilere, incelemelere yer veren çalışmalar. Kaldı ki bu kitaplarda yer alan/almayan yazarları –incelemeci, eleştirmen, araştırmacı...- başka mecralarda görme, dinleme, okuma imkânımız da var bugün. Ama elbette iz sürmek, bu “zahmete” katlanmak gerekiyor. Hatta keşke yazarlar bu izleri sürse, emekleri verse. İlla kendi metnimizle ilgili bir eleştiri yazılması gerekmiyor. Başka romanlar, öyküler, şiirlerle ilgili yazılmış eleştiri/inceleme/ değerlendirme yazılarına da kulak verirsek dilin, biçimin, üslubun toprağını havalandırma, onları hallaç pamuğu gibi atma imkânı bulabiliriz belki. Bulamaz mıyız?
Hatırlayalım. Yakın geçmişten. Öykülem dergisi, artık yok. Eşik Cini, İmge Öyküler, Sıcak Nal, o muhteşem Şerh ve Pasaj dergileri. Yoklar. Buralarda nefis eleştiri yazıları yayımlanıyordu. Yaşatamadık. Şimdilerde çoğunlukla kişisel bloglarda tam da belki istenen nitelikte, biçimde hatta yer yer Fethi Naci’yi de hatırlatan eleştiriler yazılıyor. Kimi zaman okurlar ama kimi zaman da şairler, yazarlar yazıyor bunları. Peki ne oluyor? Ya görülmüyor, duyulmuyor ya yok sayılıyor ya da kavga gürültü küslük. Bana kalırsa şikâyet edilmekle beraber kimse ne yazılana bakıyor, onu buluyor ne de sahiden talep ediyor. Bir de tabi güvenmiyoruz. Yazılana değil, yazanın hangi saikle o “eleştiri”yi yazmış olabileceğine dair türlü şüphe kımıl kımıl ediyor içimizde. Meselenin gerçekten edebiyat olup olmadığını, buluştuğumuz zeminin edebiyat olup olmadığını bugün artık hiç bilemiyoruz.
Peki yazanın, yazdığının gösteri/pazarlama nesnesine dönüştüğü bir zamanda hangi eleştiriden, nasıl bir eleştiriden söz ediliyor acaba? Yok olan ne? Beklenen, arzu edilen, eksikliği duyulan ne tür bir metin? Özdeğerlendirme/kişisel görüş aktarımı tonlu hızlıca yazılıveren tanıtım yazıları ile kan ter gözyaşı demek olan eleştiri/inceleme yazılarını birbirinden ayırabiliyor muyuz? Şikâyetin öznesi kim? Okur, yolunu sosyal medyada buluyor artık. Bu, böyle. Oralara müdahale eden bir “eleştiri” mekanizması mümkün mü? Peki yazar eleştiri mi istiyor, kitabının görülüp duyurulup tanıtılmasını mı? Başka bir açıdan inceleme, değerlendirme, eleştiri türleri arasındaki sınırlar epeyce belirsizleşmedi mi? Böylesi pek çok nitelikli metnin ve yazarının gözünün içine baka baka yok’ta ısrar mı edeceğiz? Bence okuyanın da yazanın da son derece yalnız olduğu bu panayırda iç seslerimize, seslerine güvendiklerimize sarıla sığına yol alacağız. Kalabalığın uğultusu ve gürültüsünü değil de o cılız sesi, sessizliğin, boşluğun sesini duymaya çalışacağız. Bu, bazen de o eleştirmenin sesi olabilir.
Hiçkuşu ilk omzuma konduğunda sözcüklerin yanı sıra seslerle bu kadar güçlü bir anlatım ve atmosfer yaratmandan, metnin derdini sezdirme biçiminden çok etkilenmiştim. Yazma yolculuğuna öyküden devam edersen bu sesleri daha çok duyacak mıyız senden?
Bunları duymak ne güzel. Teşekkür ederim. Yazarken de yazılanda da gevezeliği hiç sevmiyorum. Şiiri, kısa kısa öyküyü, kısa filmi çok severim. Dibe, derine dalmaya davet ettiklerini düşünürüm. İşaretler bırakırlar. Okuyanı, izleyeni rahat bırakmaz, sürekli canlı, diri tutarlar. Rehavete kapılmaya müsaade etmezler. Benim için yazmak biraz bu, böyle. Sezdirmek, onun yolunu aramak, bulmak. Daha çok boşluklar bırakmak. Okuru o boşlukla baş başa bırakmak. Hadi boşluğa, karanlığa, o yok’a bakalım demek. Okur adına/için düşünüp hazır bir algı/bakış sunmamak. Onun duygularına oynayıp da şıppadanak özdeşlik kuracağı hikâyeleri anlatıvermemek. Onu böylesi hikâyeyle avcumun içine alıp kendime bağlamak istemem mesela. Metinle okur arasında -her öyküyle farklı olsa da- mesafe fena gelmiyor bana. Belki şöyle de, bir mutlak ortaya koymamayı tercih ediyorum. Buna muktedir değilim çünkü, olmamalıyım da. Yazmak bana bu hak ve haddi vermiyor olsa gerek.
Ve evet yazma yolcuğuma öyküden devam ettim. Tomris Uyar 1991 yılında TRT’de katıldığı bir programda şöyle söylemiş: “Öyküyü, merkezkaç bir sanat olduğu için seviyorum. İnsan hayatının bir ânını yakalamanın insan hayatının başını, ortasını ve sonunu yakalamaktan çok daha önemli ve çok daha aydınlatıcı olduğuna inanıyorum.” Ben de bunu çok seviyorum. Orasından burasından şurasından ama bir andan yakalamak. O ânın peşinde koşmamak bir de. O geliyor, seni buluyor. Çok yerde söyledim. Cemil Kavukçu öykü yazmayı kedi sevmeye benzetir. Yanınıza geldi sevdiniz sevdiniz, gitti mi daha da gelmez der. Mealen böyle söyler yani. Ben de öykü/hikâye peşinde koşmaktan değil de bana geldiği o ân onun başını okşamaktan yanayım. Bu benim o gelecek kedilere hep açık bir ben olmamı da sağlıyor. Onlarla gelecek sese, bakışa, duyguya... o ânların kendisine de.
İki kıştır şehirde -ki benim için şehir uzunca süre sadece İstanbul olagelmişti- yaşamıyorum. Işıltıya, gürültüye, insana uzak; yabana ve kendime yakın, gittikçe daha da yaklaştığım bir yerdeyim. Şehirde üzerime yapışan bakışlardan, seslerden, dokunuşlardan ve olmam beklenen ben’den uzakta çıplağım ve kendimleyim. Boşluğa, karanlığa, kaçana bakıyorum gözlerimi dikip. Bunlara kulak kesiliyorum. Yeni öykülerimi işte burada, böyle yazdım.
Murat Yalçın’ın o nefis kitabı Dalga Boyu’ndaki Beklemede isimli öyküsünden şu cümleyi not etmiştim geçenlerde: “Yazmak, içini dışına taşırmak, başkalarının da erişebileceği yere koymaktı.” Ben de başkalarından uzakta içimi dışıma taşırdım bu sefer. Ama elbette başkalarının erişebileceği yere koyuyorum şimdilerde. Bakalım hangi sesleri sesledim, duyurdum; hangi sesler duyulsun istedim? İtiraf edeyim, ilkinden daha heyecanlıyım.
'Kuş doğuran karınca' öyküsündeki grafik anlatım, 'İncir, Çıtırt, Bal' ya da 'Şakkıdı da Şakkıdı'; öyküleri senin poetik/politik niyetlerini ya da metne katmayı tercih ettiğin tatları çok net anlatıyor. Ne dersin?
Bu öyküleri yazdıktan, hatta Hiçkuşu kitap olarak basıldıktan da sonraydı sanırım Georges Didi- Huberman’ın Grizunun Kokusunu Almak kitabını okuyordum. Orada ses bandından ve üç sesten söz ediyordu Huberman. Resmi sesler-iktidarın sesi, nesir sesi-eleştirel-ses, şiir sesi-keder sesi. Bu o günden beri aklımdan çıkmıyor. Denediğimi adlandırmaya yaklaşmıştım sanki Huberman’ı okurken. Ben bu seslerin zihinde, bedende, dilde, duyularda, duygularda birbirine karışarak, sızarak gezinmesini deneyimlemek ve bunu yazmak istemiştim. Bu o poetik/politik niyetlerin taşıyıcısı, göstereni olsa gerek. Öbürüyse bu seslerin taşıdığı; ki o da katmayı tercih ettiğim tatlar olabilir mi? Bazen, belki çokça kollektif acı, bir kendi oluş sancısı ama dirime dair minik de olsa illa işaret, ses bırakan; kimi zaman, evet nadiren muzip.
Leylâ Erbil, Sevim Burak, Ferit Edgü benim bu sözünü ettiğimin âlâsını yapmışlardır tabii. Ama ben tam da bugündeki bir özne/öznelik/öznellik içinden bunu nasıl yapacaktım? Nilüfer Güngörmüş’te okumuştum, sanırım Sanatçının Kendine Yolculuğu’ndaydı, ses kundağı. Ben de bu kundağa eklenen, ilişen, yerleşen... tüm bu seslerle tecrübelerimi, onları kendi sesimle buluşturarak ya da ondan geçirerek nasıl gösterecek, duyuracaktım? Kendimi hem var kılarak hem silerek. İşte hem hiç hem kuş olarak. Bu önceden karar verip ya da sorup cevabını bulup girdiğim bir yol değildi elbette. Cevabını en çok yürürken ve yazarken buluyor ya da bulmaya yaklaşıyordum, yine dilin, edebiyatın içinde.
FİGEN ŞAKACI - 1971 İstanbul doğumlu. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. 1989 yılında gazeteciliğe başladı, çeşitli gazete ve dergilerde muhabirlik, köşe yazarlığı yaptı. Televizyona dizi senaryoları yazdı. İş Bankası Kültür Yayınları'ndan Her Doğum Bir Mucizedir ve Mizah Zekânın Zekâtıdır adlı iki nehir söyleşi kitabı yayımlandı. Üçleme olarak tasarladığı roman serisinin ilk kitabı Bitirgen 2011'de (ilk baskısı Everest Yayınları'ndan), ikincisi Pala Hayriye 2013'te yayımlandı. Üçleme- yi Hayriye Hanım'ı Kim Çaldı? (2017, İletişim Yayınları) kitabıyla tamamladı. Pala Hayriye kitabındaki "Pişti" hikayesinden uyarladığı "Topuklu Terlik Süt Yapar" tiyatro oyunu Aysa Prodüksiyon tarafından 2017'de, Şogen Film tarafından 2019'da sahnelendi ve aynı isimle kitaplaştırıldı (Mitos Boyut Yayınları). Kesekli Tarla (2020, öykü) ve HınçAhınç (2024, roman) adlı kitapları İletişim Yayınları tarafından yayımlandı.