Hakan Kökcü: 'İlkgençliğinde paramparça olmuş bir jenerasyonuz'
Hakan Kökcü ‘Kemikler ve Komşuluklar’ı anlattı: "Hem yazma etütlerinde hem de yaşamda sürekli olarak “evden kaçma” fikri kafamı kurcalıyor. Ama şunu söyleyebilirim ki, benim için evden kaçmak sonu değil, tam tersine yolu ifade ediyor."
Yazarların ilk kitaplarıyla evin içini kurcalaması, aile arasına dalıp ortalığı talan etmesi yabancısı olduğumuz bir şey değil. Hakan Kökcü de ‘Kemikler ve Komşuluklar’ (Epona Yayınları) kitabında bu güzergâhtan yol almış. Doksan iki doğumlu olduğu için ona genç yazar dersem kendimi de kuşağımı da üzerim ama onun kendi dönemiyle ilgili anlattıklarını da can kulağıyla dinlemenizi tavsiye ederim.
Gaston Bachelard ve ünlü eseri 'Mekanın Poetikası’na yaptığın göndermelerden evle bir derdin olduğu belli. Öyküleri okurken ev bir kafes ya da bir hapishane gibi canlandı gözümde. Bundan sonra yazacaklarında “evden kaçmayı” düşünüyor musun?
Evet, aslında hep düşünüyorum. Hem yazma etütlerinde hem de yaşamda sürekli olarak “evden kaçma” fikri kafamı kurcalıyor. Ama şunu söyleyebilirim ki, benim için evden kaçmak sonu değil, tam tersine yolu ifade ediyor.
Kemikler ve Komşuluklar’ın evlerini inşa ederken de bu kaçma dürtüsüyle hareket ettim. Bachelard’ın Mekanın Poetikası’nda kovuktan konuta sıraladığı düzenle yazmaya, gündelik olanı, beraberinde gelen sıkıntıları da evin içinde ya da tam üstünde konumlandırarak, insanın evle olan karmaşık ilişkisini ve dar çemberini ele almaya çalıştım. Karakterlerim hep bir odada sıkışmış, gitmeye teşne ama bir şekilde kalakalmış kişilerdi. Tıpkı Bachelard’ın dediği gibi, gözlerini evden önce evrene dikmiş ama küçük odalarda var olmaya çalışan insanlar.
Ev hem bir sığınak hem de bir kapan olabiliyor. Kişiye güvenli bir mikrokozmos sunarken, bir yandan da sınırlar koyar. Bu yüzden evin inşası üzerine çokça düşünüyorum. Mekân için kırılmalar yaratmak, farklı formlar tasarlamak yazarken en keyif aldığım şeylerden biri. O yüzden gelecekte evle ilişkim nasıl şekillenir, bu konuda net bir şey söylemiyorum ama şu an için yazarken de yaşamda da sıklıkla evi ve kaçmayı düşünüyorum.
Öyküler arasında gidip gelirken hep 13 yaşında kalmış bir çocuğun gözünden görüyor, onun anlattıklarını dinliyoruz hissi geçti bana. Özellikle Beklenen öyküsündeki gibi bir de hastalık, çoluk çocuklar arasında bile bir yalnızlık… Ne dersin?
Bir çocuğun gözünden dünyayı görmek gibi bir his uyandırması, edebi bir tercihten ziyade, bir kuşağın deneyimlediği kayıpların ve kırılmaların izlerini taşıyor. Her kuşağın kendine ait tutunacak dramatik bir hikayesi var, ancak benim gibi doksanların başında doğanlar için durum biraz farklı.
Bizim kuşağımız, sadece hüzünlü. Yer yer kendi içimizde devşirme hikâyeler yaratmaya çalışsak da, aslında biz çocukluğunu güzelce ama geçici bir şekilde yaşamış, ilk gençliğinde paramparça olmuş bir jenerasyonuz. İşte o arada kalan bir çocukluk var ve biz de sanırım sıkça ve gizlice buna öykünüyoruz.
Beklenen de aslında belli bir son için yaşanan ya da daha doğru bir ifadeyle akan hayatı deneyimleme arzusunu anlatıyor. Hastalıkların, ölümlerin ve sıkışmışlıkların arasında hiçbir şey yapmama arzusu taşıyor. Toplumsal beklentiler yer yer yerine getiriliyor ama dürtüsel davranışlar yok. Hastalığa, sona karşı genel bir bekleme hali var. Bence bu bekleme ve akan hayata kapılma hali tam da benim jenerasyonumun deneyimini anlatıyor.
Dişil bir dil kullanılmasına rağmen, kadınlar hep mağdur sanki… Üstelik kabuklarını kırmaya, ‘Çarşamba ya da Perşembe’ öykündeki Sevim gibi oradan çıkmaya da niyetleri yok. Tabii yoksulluk da cabası… Yazarken gözünü başka nerelere dikiyorsun?
Kemikler ve Komşuluklar’da göçmüş ve yeni yerlerine alışmaya çalışan kadınlar üzerine düşündüm. Kitaptaki karakterlerin çoğu da göçmüş ve orada tutunmaya çalışan kadınlar. Bu kadınlar, büyük göçle de yolculuklarını tamamladıklarını düşünüp gitmek eylemini tamamen akıllarından çıkarıyor. Bu yüzden yaşamın onlara sunduklarına kanaat ediyorlar. Öğretiler, övgüyle bahsedilen bazı gelenekler kadınları öyle bir hale bürüyor ki yeni bir hayat fikri onları korkutmaktan ziyade, akıllarına bile gelmiyor.
Mağduriyet de bu noktada eyleme değil kültüre göre şekilleniyor. Ben de bu kültürü ve beraberindeki mağduriyeti, genellikle üzüntüyle ele alınan bir yerden değil, daha çok sessiz ama öfkeli bir yerden tartışmak istedim.
Sevim tam da bu tartışmanın ortasında yer alan bir karakter. Günleri karıştıracak kadar rutinde kalmış biri. Bugün günlerden ne sorusunu sıklıkla soruyor. Evin içinde sıkışmışlığı, gündelik işlere verdiği büyük önem ve özveri onu tam olarak yansıtıyor ama susturuyor da. Düşünmeye, bir plan yapmaya vakti kalmıyor. O yüzden gitmek aklına dahi gelmiyor. 'Çarşamba ya da Perşembe’ gidememe ile kalamama arasında bir yerde tam da gelenekten gitmeyi akıllarına getiremeyen kadınları anlatıyor.
Gitmek, ölmek, unutmak ve ev, kabuk, gelenek üzerinde çokça düşündüğüm başlıklar. İnsanı oluştururken de dar çemberinden, ilişkilerinden, yediği yemekten ya da hayalindeki meslekten uzaklaşamıyorum. Yazarken de hep önce çemberi kurarak yazmaya başlıyorum. Bu çemberde yazarken, hem kişisel hem de toplumsal anlamda özgürleşmenin mümkün olup olmadığını sorgulamak ve bu sorgulamayı, sadece bireysel değil, toplumsal bir eleştirinin de parçası olarak yapmak beni kızdırıyor, heyecanlandırıyor. Sanıyorum, bir süre daha bu dar çemberde olacağım.
FİGEN ŞAKACI - 1971 İstanbul doğumlu. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. 1989 yılında gazeteciliğe başladı, çeşitli gazete ve dergilerde muhabirlik, köşe yazarlığı yaptı. Televizyona dizi senaryoları yazdı. İş Bankası Kültür Yayınları'ndan Her Doğum Bir Mucizedir ve Mizah Zekânın Zekâtıdır adlı iki nehir söyleşi kitabı yayımlandı. Üçleme olarak tasarladığı roman serisinin ilk kitabı Bitirgen 2011'de (ilk baskısı Everest Yayınları'ndan), ikincisi Pala Hayriye 2013'te yayımlandı. Üçleme- yi Hayriye Hanım'ı Kim Çaldı? (2017, İletişim Yayınları) kitabıyla tamamladı. Pala Hayriye kitabındaki "Pişti" hikayesinden uyarladığı "Topuklu Terlik Süt Yapar" tiyatro oyunu Aysa Prodüksiyon tarafından 2017'de, Şogen Film tarafından 2019'da sahnelendi ve aynı isimle kitaplaştırıldı (Mitos Boyut Yayınları). Kesekli Tarla (2020, öykü) ve HınçAhınç (2024, roman) adlı kitapları İletişim Yayınları tarafından yayımlandı.