Selim İleri'nin ardından... 'Kalbim onlara ne çok şey borçlu!'

Biliyorum ne aldığınız onca ödül ne devlet sanatçılığı yalnızlığınızı seyreltemedi… Ama yine biliyorum ki o yalnızlık yazdırdı size bunca eseri, her biri için ayrı ayrı teşekkür ederim, benim de kalbim size ne çok şey borçlu, güle güle Selim Bey.


Kara haber kalbime taş gibi oturmadan az önce bir yazar arkadaşımla edebiyatla ilişkimizin ne kadar öznel olduğundan konuşuyorduk. Öyle kuş kondurmalık bir muhabbet değil artık herkesin malumu olmuş konular: Çok satanlarla çok okurlar arasındaki sırat köprüsünden, roman ya da öykü yazarlarının görünme telaşına kapılmadan kitaplarını tanıtmalarının neredeyse imkansızlığından, ‘piyasa koşullarına’ dayanabilmek, yazmaya devam edebilmek için geçindirecek iş arayışlarının ruhumuzda açtığı yaralardan, falan filan… Bir an ikimiz de sustuk. İçimizi alelacele dökeceğiz diye kalabalık kafenin gürültüsünü duymaz olmuştuk. Ben saatlerdir orada olduğumuzu unutmuş gibi etrafımdaki insanlara baktım, bu türden bir suskunlukla görebileceğim mesafede değillerdi… Oradan hızla uzaklaşmak için telefonuma sarıldım. Her zamanki hüzünlü bakış, çocukluk hafızamda bile yeri olan o elin çenenin altında kendinden başka dayanağı yokmuş gibi destek oluşu… Fotoğrafın altında güle güle yazıyordu, kim kimi nereye yolculuyor diye biraz daha dikkatle baktım. Olacak şey miydi ölümden en çok söz eden bir yazarın ölmesi… Olsa olsa yaşamı daha çok sevebilmek için ölümü başucunda tutmuştur, daha çok çalışmak için başından savıp durmuştur… Değildi, Selim İleri ölmüştü.

Aramıza bıçak gibi giren suskunluğu yutup da evlere dağılacak gücü bulamadık hiçbirimiz. Yan yana olmayı, onu şarkılarla uğurlamayı, onun adını ünleye ünleye göğe bakıp kadeh kaldırmayı yeğledik. Çok yakınında olup, fazla mesaiye gerek olmadan da bulunabilecek kesin bilgiydi bu; Selim İleri de böyle isterdi. Gözlerimiz dolu dolu “Ahde Vefa” albümünü açtık, avaz avaz bağırdık; biliyorduk çünkü giderken de duyardı o bizi…

Nihayet evime, kütüphaneme döndüğümde indirdim tek tek kitaplarını, geçtim karşısına… Bir külliyata değil sadece bir ömre baktım uzun uzun, akşamın başındaki mızırdanmalarımızı düşündüm; yazdıkça yazan, okumaya doymayan, daktilonun sesi, kağıdın kokusu olmadan yaşayamayan bir yazarın ardında bıraktığı boyum kadar kitapların her birinin hem okur hem de yazar olarak beni nasıl eğittiğini, büyüttüğünü hatta avuttuğunu hatırladım satırların arasına yeniden daldığımda… ve elbette unutmadım “yaşadınız öldünüz bir anlamı olmalı bunun” derken neleri kastettiğini…

Ondan öğrendiğim en önemli şeylerin başında edebiyat tarihimizde yeri olan, olmayan edebiyat emekçilerine söz vermek, kadri bilinmemiş olanları yeniden gün yüzüne çıkarmak konusundaki uğraşı ve inadı gelir. Hem kendi yazacaklarına hem de yazılanlara aynı heves ve heyecanla sarılmak, yıllar içinde havlu atmadan, yılmadan buna devam etmek bile başlı başına alkışa şayandı… Öyle ki Selim İleri, tek başına milli eğitim bakanlığına yetecek bir müfredata sahipti; onun sitayişle işaret ettiği eserlerin hiçbirinden eliniz boş dönmezdiniz, kendi külliyatının dışında sevdiği romanları bir kitapta toplamış, o altın sayfaları okurlarına armağan etmişti.

“Her romancının ereği ille de beğenilmek değildir ama yazarlarımız eserlerini bizler için, okuyalım diye kaleme almışlardır… Yüzyıl önce yazılmış bir romanın kişileri, gönlünüzü dinleyin, kimileyin çevremizdekilerden çok daha yakındır bize. İlerideki sayfalarda şöyle bir görünüp izler bırakarak kaybolacak Bihter’ler, Suad’lar Hakkı Celis’ler Mümtaz’lar bende hâlâ yaşıyor. Günler var ki, onlarla buluşuyor, onlarla görüşüyor, onlarla söyleşiyorum. Kalbim onlara ne çok şey borçlu.”

Ömer Lütfü Akad’ın deyimiyle ‘yanık deriyle güneş altında kala kala” yazdı; belki de bundandı ne yazsa içimizi sızlatması. Bundan sonra ben ve benim gibi okurlarınız da Kemal’lerle, Yurdanur’larla, Nezihe ve Süheyla Hanımefendilerle ve elbette siz olmadan öksüz kalmış İstanbul’la, Bodrum’la gönlümüzde yaşayacaksınız Selim Bey… Biliyorum ne aldığınız onca ödül ne devlet sanatçılığı yalnızlığınızı seyreltemedi… Ama yine biliyorum ki o yalnızlık yazdırdı size bunca eseri, her biri için ayrı ayrı teşekkür ederim, benim de kalbim size ne çok şey borçlu, güle güle Selim Bey.


FİGEN ŞAKACI - 1971 İstanbul doğumlu. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. 1989 yılında gazeteciliğe başladı, çeşitli gazete ve dergilerde muhabirlik, köşe yazarlığı yaptı. Televizyona dizi senaryoları yazdı. İş Bankası Kültür Yayınları'ndan Her Doğum Bir Mucizedir ve Mizah Zekânın Zekâtıdır adlı iki nehir söyleşi kitabı yayımlandı. Üçleme olarak tasarladığı roman serisinin ilk kitabı Bitirgen 2011'de (ilk baskısı Everest Yayınları'ndan), ikincisi Pala Hayriye 2013'te yayımlandı. Üçleme- yi Hayriye Hanım'ı Kim Çaldı? (2017, İletişim Yayınları) kitabıyla tamamladı. Pala Hayriye kitabındaki "Pişti" hikayesinden uyarladığı "Topuklu Terlik Süt Yapar" tiyatro oyunu Aysa Prodüksiyon tarafından 2017'de, Şogen Film tarafından 2019'da sahnelendi ve aynı isimle kitaplaştırıldı (Mitos Boyut Yayınları). Kesekli Tarla (2020, öykü) ve HınçAhınç (2024, roman) adlı kitapları İletişim Yayınları tarafından yayımlandı.

Selim İleri edebiyat Roman yazar