Ahmet Güneştekin: Barışın yolu savaştan geçmez

Feshane’de “Kayıp Alfabe” isimli sergisini açan Ahmet Güneştekin, “Kürtlerin gerçek hayatta yaşadıkları zulme karşı durmalarını, direnmelerini mecburi kılıyor” diyor.

Ahmet Güneştekin: Barışın yolu savaştan geçmez

İrfan AKTAN


İSTANBUL - Son yıllarda belki de en çok telafuz edilen kelimelerden biri “hafıza.” Kitaplar, sanatsal eserler, anlatılar, belgeseller, makaleler habire geçmişi bugüne çağırıyor ve hafızayı tazeliyor. Çünkü kötü sonuçlanmış eylemlerden çıkarılan deneyimlerin aynı hataları tekrarlamamayı sağlaması bekleniyor. Oysa bizdekine bakılırsa geçmişin üstüne sünger çekerek yola devam edilebilir. Ama acılar olduğu yerde kalmıyor ve bugününkilerle birleşip herkes açısından bir prangaya dönüşüyor.

Sanatçı Ahmet Güneştekin, epey süredir hafıza, dil yasağı ve göç konularında büyük sergiler açarken sık sık da tepkilerle, ithamlarla karşılaşıyor. Bazıları onu “acıların üstünde tepinmekle” itham ediyor, bazıları da sanatının değerini küçümsüyor. Peki Güneştekin ne yapıyor, ne yapmaya çalışıyor?

16 Ocak’ta Artistanbul-Feshane’de açtığı “Kayıp Alfabe” sergisi vesilesiyle görüştüğümüz Güneştekin’le gördüğü tepkileri, Türkiye’de Kürt ve sanatçı olmayı, renkleri ve hafızayı konuştuk…

- 2021 yılında Diyarbakır’da “Hafıza Odası”, 2022’de İzmir’de “Gâvur Mahallesi” ve şimdi de İstanbul’da “Kayıp Alfabe” sergisi… Hafıza, göç ve dil meseleleriyle neden bu kadar ilgilisiniz?

"Aslında benim hafıza, göç ve dil yasağıyla meselem bir Kürt olarak çocukluk travmalarıma kadar gider. Buna dair ilk kapsamlı çalışmam 2012 yılında İstanbul’daki “Yüzleşme” sergisiyle başlamıştı. Dil yasağı ve göç her zaman hayatımın merkezinde olan, olmak zorunda olan meselelerdi. Bizler, öncüllerimizin eserleri sayesinde geçmişle bir bağ kuruyor, o zamanların ruhunu, acılarını, mücadelelerini bugünün ruhuna, acılarına, mücadelelerine katıyoruz. Geçmişe kayıtsız kalmamamızın nedenlerinden biri de bugünle kurduğumuz ilişkiyle ilgili. Ben çocukluğumda, bir Kürt olarak yaşadığım travmaların izlerini taşımakla yetinmiyor, bu izleri sanatıma işleyerek aktarmaya çalışıyorum. Bugün kişisel olarak bir konfor alanım olabilir ama ben bundan kaynaklanan gücü, hepimizin kişisel olarak yaşadığı toplumsal travmaların üstesinden gelmek, onlarla yüzleşmek için kullanıyorum."

'ASİMİLASYON İNSANIN BENLİĞİNİ PARÇALAYAN, ACI ÇEKTİRME HAREKATIDIR'

- Ne tür travmalardan söz ediyorsunuz?

"Bir Kürt olarak en büyük travmam, göçten ziyade dilime konan yasaklar. Bir dilin yok edilme çabası sadece insanları başka bir dilde konuşmaya zorlamak değil. Elbette insan dilsiz yaşamaz. Dilini yok ettiğinizde başka bir dille iletişim kurmaya yönelir. Dil yasakları göçü de tetikler. Çünkü dil yasağı, bir bütün olarak insanların varlığına koyduğunuz yasaklar bütünün bir parçasıdır."

- Nasıl yani?

"Dili yasaklanmak istenen insanlara farklı yöntemlerle zulüm de uygulandığı için, insanlar varlıklarını korumak üzere zaman zaman göç de eder. Asimilasyon insanların benliklerini de parçalayan, birbirleriyle, kültürleriyle ve kendileriyle olan ilişkilerini de örseleyen çok kapsamlı bir acı çektirme harekâtıdır. Yani Kürtçenin yasaklanması Kürtçe konuşmamaya zorlamaktan ibaret değil. 1980’lerde, 90’larda yapılan baskılarda dört bine yakın köy boşaltıldı, milyonlarca insan göç ettirildi. Sanatsal faaliyetim, bu tanıklıklarımın bir ifadesi aslında."

Ahmet Güneştekin: Barışın yolu savaştan geçmez - Resim : 1

'1925’DEKİ ŞARK ISLAHAT PLANI 2025’TE DE DEVAM EDİYOR'

- Son günlerdeki “süreç” üzerine Kürtlerin anadil hakkı talebi tekrar tartışılıyor. Barış karşıtları bu hakkın tanınmasının ülkeyi böleceğine dair propaganda yapıyor. Kürtçe yasağının Kürtler üzerindeki tesirini nasıl anlatırsınız?

"Türkiye’nin önde gelen siyasetçileriyle, iş insanlarıyla, entelektüelleriyle bir araya gelip sohbet ettiğimde, bazılarının, biz Kürtlerin dilimizle, kültürümüzle ilgili hiçbir sorunumuz yokmuş gibi davrandıklarına şahit oluyorum. Üstelik bu insanların bizim adımıza “sizin hiçbir sorununuz yok” kararı verebilmesi insanın içini acıtıyor. Bunun karşısında ya biat edip “evet, haklısınız, hiçbir sorumuz yok, biz Kürtler çok rahatız” dersiniz, veya karşı durur, direnirsiniz. Kürtlerin gerçek hayatta yaşadıkları, onların zulme karşı durmalarını, direnmelerini mecburi kılıyor. Aksi halde kendi varlığını inkâr etmiş, diline takılmış kilidi kabullenmiş olursun. Oysa bir Kürt olarak anadilime konan yasakların, Kürtlere uygulanan baskıların travması benim çocukluğumda başlamadı. 1925’ten itibaren Şark Islahat Planı ve onunla şekillendirilip cumhuriyet tarihi boyunca sürdürülen politikalar, 2025 yılında Kürtçenin TBMM kayıtlarına “bilinmeyen dil” olarak yazılmasıyla hâlâ devam ediyor."

- Sizin kişisel tarihinizde bunun yansıması nasıl oldu?

"1966 doğumluyum ve ben 14-15 yaşlarındayken Batman henüz bir kasaba kadardı. Bir hastane, birkaç tane de sağlık ocağı vardı. Babam Türkiye Petrol Rafinerileri’nde (TP) işçiydi. Annem 11 doğum yapmış, yedi çocuk yaşatmıştı. Ben altı numaraydım ve sık sık hastalanan annemi hastaneye ben götürürdüm. Tek kelime Türkçe bilmeyen anneme hastanede uygulanan muamele benim için travmadır. Biz daha doktor odasına girmeden, kapıdaki müstahdemler “sakın Kürtçe konuşmayın, yasak, ceza alırsınız” diye uyarırdı. Bizi uyaran kişi Kürt, içerideki doktor Kürt, yanındaki hemşire Kürt, hasta da Kürt. Ama ortak dilimizi konuşamıyoruz. Kürt doktor Türkçe “annenin ne hastalığı var” diye soruyor. Ben annemin kulağına Kürtçe fısıldayarak “dayé nexweşîya te çiye?” diye soruyorum. Annem Kürtçe fısıldayarak derdini anlatıyor. Ben de Türkçeye çevirip doktora aktarıyorum. O oda içinde biz bütün Kürtler, devletin koyduğu yasak yüzünden böylesi utanç verici bir süreç yaşıyoruz."

'KÜRT OLMAK, KÜRT KALMAK DIŞLANMAYI BERABERİNDE GETİRİYORDU, BU HÂLÂ BÖYLE'

- Herkesin Kürt olduğu bir odada Kürtçe konuşsanız ne olurdu ki?

"Devlet öyle bir ihbarcılık mekanizması oluşturmuş ki, insanlar birbirine güvenemiyor. Doktor hemşireden, hemşire odacıdan, her üçü bizden korkuyor, biz de onlardan korkuyoruz. Daha çocuk yaştayken buna benzer acı ve örseleyici deneyimlerin bugün bir sanatçı olarak yaptığım işlere sirayet etmemesi mümkün mü? Şimdi “Kürtler bile Kürtçe konuşmuyor, o halde bu dil talepleri saçma” diyorlar. Oysa en azından benim çocukluğumda, doktor odasındaki atmosfer bütün bölgede egemen kılınmıştı. Hiçbirimiz düzgün bir Türkçe bilmediğimiz halde, kamusal alanda Türkçe konuşmaya zorlanıyorduk. Okulda Kürtçe konuşmamız yasaktı, Türk öğrenciler ise bizim Türkçemizle alay ediyordu. Yani ne yapsan o aşağılanmadan kurtulamıyordun."

- Batman’da Türk öğrenciler var mıydı?

"Tabii, petrol rafinerisi kurulduktan sonra Türkiye’nin dört bir yanından mühendisler, yöneticiler gelmişti. Babam da rafineride çalıştığı için, ben de TP’nin okulunda okuyordum. Öğrencilerin yarıdan fazlası Türklerden oluşuyordu. Aramızda sadece dil bariyeri değil, sınıf bariyeri de vardı. Biz lastik ayakkabıyla, eski-püskü kıyafetlerleydik, onlar kundura ayakkabıyla, yeni kıyafetlerle gelirdi okula. Aramızdaki fark barizdi. Çocuk halimizle ya onlara gıpta eder, ya kendi halimizden utanır, onlar gibi Türkçe konuşmaya çalışır, yahut gizlenirdik. Ve biz daha çocuk yaşımızda bütün bu psikolojik veya fiziksel baskıyı kimliğimize yönelik asimilasyon politikalarından dolayı yaşardık. Kürt olmak, Kürt kalmak dışlanmayı da beraberinde getiriyordu. Yanlış anlaşılmasın, bunlar benim geçmişimde kalmış değil, hâlâ böyledir. Bakınız, kendisi Kürt olan Bekir Bozdağ, Kürtçe söz alan bir Türk milletvekilinin sesini kapatıyor ve onu Türkçe konuşması konusunda uyarıyor. Daha ne anlatayım!"

'SANATÇI BAĞIMSIZLIĞIMI KORUMAK İÇİN ELİMDEN GELENİ YAPTIM, YAPIYORUM'

- Özellikle son zamanlarda Kürt çocukların anadillerini öğrenemediği, asimilasyonun tehlikeli boyutlara ulaştığı söyleniyor…

"Bunun sebebi Kürtlerin çocuklarına dillerini öğretmemesi değil. Sonuçta şimdiki çocukların ebeveynleri ve onların da ebeveynleri bu baskıyla büyüdü. Az önce bahsettiğim gibi, bu politika bir süre sonra kendi dilinden utanmak, kimliğini gizlemek ve giderek güçlünün yanında konumlanmak gibi korkunç bir psikolojik duruma yol açıyor."

- Siz bundan azade misiniz?

"Hiçbirimiz değiliz, ama ben bu konudaki farkındalığımı hep korudum. Bana yönelik sayısız ithamda bulunuldu ama bugüne kadar herhangi bir siyasi güce, kuruma, kuruluşa, lobiye yaslandığıma dair hiç kimse tek bir kanıt sunamadı. Ailemden dolayı yıllarca AKP’yle ilişkilendirildim, ama benim AKP’yle hiçbir zaman, en ufak yakınlığım olmadı. Sanatçı bağımsızlığımı korumak için elimden geleni yaptım, yapıyorum."

'GEÇMİŞİM BANA "HAKİKATİNİ UNUTMA, BAŞKA KİMLİĞE BÜRÜNEMEZSİN" DİYOR'

- Şu anda hem sınıfsal, hem sosyal olarak bambaşka bir yerde bulunmak, kimliğinizle ilişkinizi nasıl etkiliyor peki?

"Ekonomik ve sosyal olarak belli bir konfor alanım olsa da, kimliğim ve kimliğimden dolayı yaşadıklarım, beni sorumluluğa itiyor."

- Nasıl yani?

"Yani geçmişim bana “hakikatini unutma, senin kimliğin budur ve başka bir kimliğe bürünemezsin” diyor.

"Fakat 2021’de Diyarbakır-Sur’da açtığınız “Hafıza Odası” sergisi sürecinde size yönelik eleştiriler tam da bu yöndeydi. Yani kimliğinize, halkınıza dair gerçeklikten uzaklaşmakla, en hafif tabirle oradaki hakikati görmezden gelmekle suçlanmış, büyük de tepki almıştınız…"

"Ulaştığı sınıfsal konforu, elde ettiği maddi varlıkları muhafaza etmek için Kürtlüğünü gizlemek zorunda hisseden, bu sistemle didişmek yerine ona uyum sağlayan çok insan var. Ama kimse bana bu konuda bir ithamda bulunamaz. Hayır, benimki, bulunduğum sınıfa kendi kimliğimi kabul ettirme ve bu şekilde var olma ısrarıdır. Güçlendikçe kimliğime, dilime, tarihime ve kültürüme daha da yakınlaşıyorum. Sonuçta bizi kimliğimizden uzaklaştıran en büyük unsurlardan biri elimizden alınmış gücümüz, kırılmış özgüvenimiz, örselenmiş benliğimiz."

'MAHALLEM BANA "ONLARA TAKILMA", DİĞER MAHALLE "ÖZÜNDEN KOP DA GEL" DİYOR'

- Fakat bu söylediklerinizle pratiğiniz arasında bir çelişki yok mu? Sonuçta sizi Kürt çevrelerinden ziyade, çok daha geniş ilişki ağları içinde, “Beyaz Türklerle” görüyoruz…

"Benim varlığım kimliğimden ibaret olmadığı gibi, çevrem de belli bir kesimden ibaret değil. Belli bir siyasi çizginin de mensubu değilim. Evet, çevremde Kürtler kadar Beyaz Türkler de, sermaye çevreleri de var. Çünkü yaptığım sanatla bu insanlar ilgileniyor. Beyaz Türklere “sanatıma ilgi göstermeyin, resimlerimi almayın” mı diyeyim? Bakın, Diyarbakır sergisi sırasında ben nasıl ki kendi mahallemden linç yediysem, onlar da kendi mahallelerinde “Diyarbakır’da, bölücü unsurlar taşıyan bu politik adamla ne işin var” denilerek linç edildiler.

- Kimlerden söz ediyorsunuz?

"Gazeteciler, iş insanları, sosyeteden isimler… Aslında ben de iki taraflı baskı altındayım. Benim mahallem “onlarla takılma” diyor, diğer mahalle “özünden kop da gel” diyor. Bazıları ise “sen bir Kürt’sün ve ancak lokal bir alanda, kenarda takılabilirsin, bu alanın merkezinde bir Kürt olamaz” diyor. Kamusal bir figür olduğunda insanlar seni ya sadece kendisinden veya sadece karşı taraftan görmek istiyor. Bence esas sınav bu. Ya çekilmek istendiğin alana sıkışırsın veya buna itiraz edersin. Diyarbakır sergisi sürecinde maruz kaldığım linç bu açıdan da önemli bir örnektir."

Ahmet Güneştekin: Barışın yolu savaştan geçmez - Resim : 2

'HALKIMIN ACILARI ÜSTÜNDEN KAZANABİLECEĞİM TEK ŞEY DAHA FAZLA LİNÇ EDİLMEK'

- Nasıl bir örnek?

"Elliye yakın ülkede işleri sergilenmiş, neredeyse cumhuriyet tarihinin tamamındakinden fazla eseri uluslararası koleksiyonlarda yer almış ve “elimdekini kaybederim” korkusuna kapılmadan Kürt kimliğini sahiplenen bir sanatçı kendi toprağında, kendi memleketinde bir sergi yapıyor ve iki tarafın da lincine maruz kalıyor. Birilerinin yazıp çizdiğinin aksine, halkımın yaşadığı acıların üstünden kazanabileceğim tek şey daha fazla hedef gösterilmekten, daha fazla linç edilmekten ibaret."

- İnsanların acıları henüz tazeyken Diyarbakır-Sur’da niye sergi açtınız?

"Halkımın ilgisine mazhar olmayı istemek bencil bir davranış olabilir ama benimki aynı zamanda bir sanatçı olarak sorumluluk almaya çalışmak. Yoksa başkalarının yaptığı gibi ulaştığım olanaklara gömülüp yaşamımı sürdürebilirdim. Ama hayır, bir Kürt olarak gerçekliğimi, nerede olursam olayım, yanımda taşıyorum. O sergide ben 1980’lerden beri halkımın yaşadığı acıları hatırlatmak, insanlarımızla kucaklaşmak, bir nevi dertleşmek istedim. Faili meçhulleri, işkenceleri, asimilasyonun izlerini kendi sanatımın diliyle herkese göstermek istedim. Yoksa Sur’da insanların acıları hâlâ taptazeyken sergi açmak benim kariyerime ne katacak Allah aşkına!"

ZORLU DÖNEMDE HAFIZAYI DEŞMENİN BEDELİNİ DİYARBAKIR’DA ÖDEDİM

- Peki niye bu kadar tepki aldınız?

"Zorlu bir dönemde hafızayı deşmenin bedeli var ve ben Diyarbakır’da bu bedeli ödedim. Fakat Diyarbakır sergisinde bir çok şey benim dışımda gelişti. Bana Diyarbakır Ticaret Odası’ndan sergi açma teklifi geldiğinde, bunu memnuniyetle kabul ettim. Sonuçta büyük bir organizasyon söz konusu olunca, şehrin bütün dinamikleri harekete geçti, çok sayıda STK elbirliğiyle buna destek oldu. “Meral Akşener’in çelenginin orada ne işi var” diye tepkiler aldım mesela. Ticaret Odası haklı olarak bütün siyasi çevreleri, muhtemelen MHP’yi bile davet etmiştir. Fakat benim dışımda gerçekleşen bir çok şeyde linçin muhatabı ben oldum. Meral Akşener’den benim ne haberim olacak? Niye davet edeyim! Davet sahibi ben değilim, Ticaret Odası. Ben zaten davet eden değil, davet edilenim. Türk, Kürt bir çok gazeteci davet edildi ama sanki sadece Ertuğrul Özkök, İsmail Küçükkaya gibi birkaç isim varmış gibi gösterildi. Ben kimseyi kollarından tutup Diyarbakır’a getirmedim. Üstelik gelmeleri ve görmeleri iyi bir şey. Herkes, her şeyi görmeli. Ben Özkök’le arkadaşım diye onunla aynı fikirleri taşıyor olamam ki! Medeni iki insan olarak konuşuruz, tartışırız, hepsi bu. Birbiriyle aynı ortamda bulunmayı bile reddeden farklı fikirdeki insanlarla kurduğum ilişki, beni onlarla fikirdaş yapmaz ki."

'BENİM ESERİM RENKLİ TABUT ÖNÜNDE FOTOĞRAF ÇEKTİRENLER DEĞİL, TABUTUN KENDİSİ'

- Yani yaptığınız işlerle insanların fikirlerini değiştirmeye çalışırken, zihinsel, sınıfsal, kültürel, politik açıdan birbirinden tamamen farklı insanlarla aynı anda ilişki kurmanın mümkün ve doğru olduğunu mu söylüyorsunuz?

"Ben sanatımla fikir değiştirmeye değil, anlatmaya çalışıyorum. Herkes bu anlatımdan farklı sonuçlar, fikirler çıkarabilir. Kimileri çıkıp “Kürtleri incittin”, kimileri “Türkleri incittin” diyor. Herkesin herkesi incittiği bir coğrafyada ben incitmek değil, onarmak istedim sadece. Ama ben her iki taraftan da incitildim. Renkli tabutlar sergisi önünde fotoğraf çektirmiş insanlar. Ben buna nasıl engel olabilirim ki? Benim eserim tabutların önünde fotoğraf çektiren insanlar değil, tabutların kendisi. 1500 kişinin geldiği bir sergi açılışında insanların davranışlarından değil, eserlerimden sorumluyum ben. Herkese tek tek, “bu eser faili meçhulleri anlatıyor, önünde fotoğraf çektirilirken gülünmez” diyemem ki. Guernica resminin altında, “bu İspanya’da yaşanan vahşeti anlatıyor, önünde selfie çekmeyin, gülmeyin” diye yazıyor mu?"

'ÖLÜM SİYAHLA ÖZDEŞLEŞTİRİLEBİLİR AMA ÖLENİN BIRAKTIĞI İZ VE MİRAS SİYAH MI?'

-Renkli tabutlardan oluşan “Çürüme” isimli işinizde acıyı estetize etmekle de eleştirildiniz. Buna yanıtınız nedir?

"Bunu defalarca izah ettim. Acıyı da, coşkuyu da renklerle anlatıyorum. Bunu da bilinçli olarak değil, kültürümün bende bıraktığı izlerden dolayı yapıyorum. Tabutları siyaha boyamayı akıl edemediğim mi sanılıyor? Ruhumun her zerresine kadar kendi kültürümle yetiştim ve kendi kültürümle öleceğim. Benim işlerimdeki renkleri annelerimizin Newrozlarda giydikleri kıyafetlerde, ellerindeki eşarplarda, Kürt coğrafyasındaki çiçeklerde görebilirsiniz. Müziğimizde de, sözlü kültürümüzde de taşınıyor bu renkler. Ben yetiştiğim kültürden dolayı ne sevinci, ne acıyı siyah ve beyaz olarak görüyorum. Yeşili, sarıyı, kırmızıyı, moru, tüm renkleri sanatımda kullanıyorum. Ölüm siyahla özdeşleştirilebilir ama ölenin bizde bıraktığı iz, bize bıraktığı miras, anılar siyah mı? Ölüm sadece bedenin göçmesidir ama gidenlerin anıları bütün renkleriyle bizde kalır. O yüzden ölenin tabutuna çeşitli renklerden çiçekler konur. Genç kızların tabutları beyaz duvakla, çatışmada ölen Kürt gençlerininki yeşil, sarı, kırmızı renklerle örtülür. İslamcılar kayıplarının tabutlarına yeşil örtü serer, askerlerin tabutuna kırmızı-beyaz bayrak konur. Ölen kişi defnedilip toprakla örtüldükten sonra yaptığımız ilk şey, üzerine çiçek koymak, o toprağı renklendirmek."

- Tabutları bu yüzden mi renkli yaptınız?

"Elbette. Ayrıca o tabutlar sadece Kürt coğrafyasında öldürülenleri temsil etmiyor. İlk başta bunu bir video enstelasyonu olarak hazırlamıştım ve sergide o video da vardı. 81 vilayet ve bin ilçenin kayıpları işleniyordu aslında. Her bir tabutun üzerinde şehirlerin plaka numaraları ve sayılar yazılıydı. Hangi şehirde kaç faili meçhul cinayet, kaç kayıp yaşanmış, bunları gösteren bir eserdi."

Ahmet Güneştekin: Barışın yolu savaştan geçmez - Resim : 3

'ÇABAMI ELEŞTİREBİLİRSİNİZ AMA LİNÇ, İTHAM, SUÇLAMA NE KADAR ADİL?'

- Kayıpları temsil eden tabutların, kurukafaların, tabelaların ve işlerinizin neredeyse tümünün bu kadar renklerle dolu olmasının nedeni ne? Renkler her şeyi anlatmaya yeter mi?

"Yaşar Kemal’in yıllarca Anadolu’yu karış karış gezerek halk söylencelerini toplayıp edebiyatını yaratması gibi, ben de yaklaşık yirmi yıl boyunca Türkiye’yi dolaşıp her bir yörenin renklerini, desenlerini sanatımın temeli haline getirdim. Çünkü önüme hep renkler çıktı. Bu coğrafyada acı kadar coşku, özlem, umut, sevgi ve diğer tüm insani hisler renklerle işleniyor. Farklı bölgelerde desenler, nakışlar farklı olabilir ama renkler aynı. Bizi buluşturan da bu renklerdir. Dediğiniz gibi, tabutlarda kullandığım renklerin aynısını kayıpların isimlerini taşıyan tabelalara işledim. “Tahir Elçi Adalet Sarayı”, “Taybet Ana Ormanı”, “Ceylan Önkol Anaokulu”, “Savaş Buldan Mahallesi”, “Musa Anter Edebiyat Evi”, “Hrant Dink Basın Sitesi”… Her bir kaybın ismini farklı kamusal alanlara vererek hafızayı diriltmeye çalıştım. Tabutlar ve tabelalar yasın siyahını değil, kaybettiklerimizin renkli anılarını temsil etsin istedim. Benim bu çabamı eleştirebilirsiniz ama saldırmak, linç etmek, itham etmek, suçlamak ne kadar adil?"

'İNSANIN AİLESİNE BİLE DERDİNİ ANLATAMAMASI DUYGUSUNA KAPILDIM'

- Diyarbakır serginizdeki bir tabutun Surlardan aşağıya atılması karşısında ne hissettiniz?

"Ben sanatçıyım, bana dokunmaman gerekir. Geçtiğimiz günlerde ünlü Kürt komedyen Bavê Teyar, bir SİHA saldırısıyla Tişrin Barajı’nın önünde öldürüldü. Herkesin içi parçalandı. Sanatçıya dokunmayacaksın. Bugüne kadar sayısız Kürt sanatçı hedef alındı, hapse atıldı, sürgüne zorlandı. Keza pek çok Kürt sanatçı hayatta oldukları sırasında kendi mahallelerinin ithamlarına maruz kaldı ve ancak öldükten sonra yüceltildi. Zaten çok zor koşullarda, baskı altında üretebilen sanatçımızı bu kadar kolay harcamamalıyız. Yanlışımı eleştir, yaptığım şeyin sanat olup olmadığını tartış. Ama eleştirini fiziksel bir saldırı olarak yapmamalısın. Neticede insanın kendi ailesine bile derdini anlatamaması nasıl bir duygu yaratıyorsa, Diyarbakır’da o duyguya kapıldım.

'SOYLU DA BENİ HEDEF GÖSTERDİ, ÇÜNKÜ HAFIZAYI DİRİLTMEYE ÇALIŞTIĞIMIN FARKINDAYDI'

- Sergiye gelenlerden ne tür tepkiler altınız?

"Anneler gelip sarıldı bana, beraber duygulandık. Elinde bastonuyla sergiye gelmiş annelerin kıyafetlerindeki renklerin aynısını taşıyordu işlerim. Yasta giyilen siyah kıyafet hayatın durmasını, sekteye uğramasını temsil ederken, renkli kıyafetler yeniden canlanmayı, yaşama yeniden tutunmayı temsil eder. Ayrıca Diyarbakır’da maruz kaldığım linç tek taraflı, sadece mahallemdekilerden ibaret değildi. Ülkenin en karanlık dönemlerinden birinin içişleri bakanı Soylu da beni ilk hedefe koyanlardan biriydi. Çünkü yapmaya çalıştığım şeyin bir yüzleşme, hafızayı diriltme çabası olduğunun farkındaydı. Mahallemden gördüğüm tepki beni çok üzdü ama iktidardan gelen baskı, doğru yerde olduğumu gösteriyordu. Nitekim İzmir’deki “Gâvur Mahallesi” sergisini daha da cesaretle yaptım. 3,5 milyon ziyaretçiyle dünya sanat tarihinin en çok gezilen sergisi oldu “Gâvur Mahallesi”. Ama orada herhangi bir linçle karşılaşmadım."

'SUR SERGİSİ HALKIMA YAPILANLARA BİR İTİRAZ, BİR İSYANDI'

- Bu da bize, acıların henüz taze olduğu yerde sanatsal faaliyet yapmanın iyileştirici olmayabileceğini göstermiyor mu? Sonuçta “Gâvur Mahallesi” bir asır önceki mübadeleyi anlatıyordu ve o acıların yarası kabuk bağladı. Ama Diyarbakır’da, 2016 sonrası olayların acısı hâlâ taze…

"Eğer bunu bir veri olarak kabul edersek, Diyarbakır’da, Van’da, Hakkâri’de, Mardin’de, Şırnak’ta, Batman’da hiçbir zaman sanatsal faaliyet yapılamazdı. Düğünler yapılamaz, renklerin bir araya geldiği Newrozlar kutlanamazdı. Çünkü bizde acılar hep taze kaldı. Hiçbir acımız dinmedi. 1990’larlarda siyasetçisinden gazetecisine, üniversite öğrencisinden köylüsüne, iş insanından aktivistine kadar yüzlerce, binlerce insanımız katledildi, kaybedildi. İki tarafın şehitlerinin yakınlarının acıları mı bitti? Hangisinin acısını unuttuk da, Uğur Kaymaz’ın, Ceylan Önkol’un, Taybet İnan’ın, Hacı Lokman Birlik’in ve daha yüzlercesinin acısını unutalım. Ben acıyı unuttuğum için değil, acıyı çektiğim için Diyarbakır’daydım, Sur’daydım, olay mahallindeydim. Yoksa sergi açacak başka mekân mı yoktu Diyarbakır’da! Sergimi Sur’da açmamın kendisi, halkıma yapılanlara bir itirazdı, bir isyandı."

'HALAY ÇEKMEK ACILARIN ÜSTÜNDE TEPİNMEKSE, KÜRTLERİN YÜZ YILDIR HİÇ HALAY ÇEKMEMESİ GEREKİRDİ'

- “Acılarımızın üstünde halay çektiler” diyenler haksız mıydı?

"Eğer kasten kötülük yapmak istemiyorsanız, bana bu ithamda bulunmazsınız. 2015 sonrası, onca acıya rağmen Newrozlarda halay çekilmedi mi? Eğer halay çekmek acıların üstünde tepinmekse, Kürtlerin yüz yıldır hiç halay çekmemesi gerekirdi. Bozkurt işareti yapıp duvarlarında “geldik, yoktunuz” diye yazanlara karşı Sur’da “Yoktunuz” eserini sergilemek mi acının üstünde tepinmek? Kürtlerin korkunç işkencelere maruz bırakıldığı, okuma yazma bilmeyenlere elli farklı ırkçı, militarist marş öğretildiği 5 No’lu Cezaevi vahşetine karşı enstelasyonları göstermek mi acılara saygısızlık? Diyarbakır Cezaevi’nde işkence görenlerin bedenlerindeki ve ruhlarındaki izler geçti mi ki, sadece şu anki acılarımız taze olsun? Cumartesi İnsanları’nın acıları taze değil mi?"

'BARIŞACACAĞIMIZI BİLİYORSAK, BUNA SAVAŞLA ULAŞILAMAYACAĞINI DA BİLMELİYİZ'

- Siz henüz ismi konmamış yeni “sürece” nasıl yaklaşıyorsunuz?

"Önceki sürece hepimiz bir şekilde destek vermiş ve açıkçası barış umuduna kapılmıştık. Diyarbakır Cezaevi’nin müze olması söz konusuydu ve Yaşar Kemal’in evinde de çeşitli isimlerle birtakım görüşmelerimiz olmuştu. Diyarbakır’da dünya çapındaki sanatçılarla birlikte sergi açmayı planlamıştık. Fakat her şey tepetaklak oldu. İktidarın 2015 sonrası pratiği de bugüne dair umutlarımızı söndürdü. Barıştan söz edildiğinde içimde fırtınalar kopar, çözüm ihtimali belirdiğinde büyük heyecana kapılırım. Bunun için üzerime düşen bir görev olursa, heyecanla yaparım. Barışmak savaşmaktan daha büyük bir maharettir. O mahareti gösterebilmeliyiz. Eninde sonunda barışacağımızı biliyorsak, buna savaşla ulaşılamayacağını bilmeliyiz. Barış için savaşılmaz, konuşulur, anlaşılır. Hapiste siyasi rehine olarak tutulan insanlar pazarlık konusu yapılmamalı. Dürüst ve cesur olunmalı. Ama ne yazık ki barış umudunun bir kez daha siyasi hesaplara malzeme edilmesinden korkuyor, o yüzden yeni sürece herkes gibi ben de temkinli yaklaşıyorum."

'BELKİ DE BARIŞ, ENKAZA KULAK VERDİĞİMİZDE BAŞLAR'

- Belki de yüzleşme, belki de barış, bu sesleri işitmeye, birbirimizi duymaya, bu cesareti göstermeye çalıştığımızda başlar. 16 Ocak’ta açılışını yaptığınız “Kayıp Alfabe” sergisinin temel mesajı ne?

"Bu ülkede farklı kültürler, diller ya yok sayıldı veya yok edilmeye çalışıldı. Benim anadilim olan Kürtçe de bu politikalarla sınanmaya devam ediliyor. Yok edilmeye çalışılan kültürleri, dilleri, renkleri sanatıma işleyerek yarına taşımak istiyorum. “Kayıp Alfabe”de yok edilmek istenen, yasaklanan dilleri buluşturmaya çalıştım. Baskının ezici gücüyle dillerin varlık mücadelesini kayaların altındaki kitaplarla anlatmaya anlatmaya çalıştım. Paslı metallerle, ses enstelasyonlarıyla sözlü kültürün her şeye rağmen varlığını korumaya çalıştığını göstermek istedim. Yine faili meçhulleri, kayıpları hatırlatıyorum. Diyarbakır sergisindeki “Yoktunuz” eserini hendek çatışmalarından kalan enkaz parçalarıyla oluşturmuştum. Şimdi ona deprem enkazından parçaları da ekledim. Hendek çatışmalarından da, depremden de geriye kalan nesnelere kulak verdiğinizde, ölenlerin, öldürülenlerin “biz ölürken yoktunuz” diye seslendiğini duyarsınız. Biz hep yıkım alanından kaçarak, oraya bir daha dönmeyerek, unutarak acılarla baş etmeye çalışmışız. Belki de yüzleşme, barış, yıkım alanına dönüp enkaza kulak verdiğimizde, birbirimizi duyma cesareti gösterdiğimizde başlar."