Ayşe Kulin: Biz asıl biyolojik savaşların başlamasından korkalım

Ayşe Kulin: Biz asıl biyolojik savaşların başlamasından korkalım
Merve Küçüksarp, Modern Türkçe Edebiyatın önemli isimlerinden Ayşe Kulin ile yeni romanı 'Yarın Yok'u Artı Gerçek için konuştu.

Merve KÜÇÜKSARP


Artı Gerçek - Edebiyatımızın usta kalemi Ayşe Kulin’in yeni romanı 'Yarın Yok' Everest Yayınları etiketiyle geçtiğimiz günlerde yayımlandı. Ayşe Kulin okurlarının karşısına bu kez distopik bir romanla çıkıyor. Sürükleyici üslubuyla okurları yüzlerce yıl sonrasına doğru yolculuğa çıkarıyor ve dünyanın muhtemel ahvalini anlatmaya başlıyor.

Ayşe Kulin, yeni kitabında, Mira’nın yarenliğinde okurları zamanda yolculuğa çıkarırken, bir yandan da bugünkü tüketim toplumunun ve hırsları için çevreyi tarumar etmekte beis görmeyen iktidarların dünyaya verdiği tahribatı, gitgide yozlaşan insani değerleri taşlıyor. Bütün bu tahribatın sonraki kuşaklara miras kalacak olası sonuçlarına dair bizleri düşünmeye davet ediyor. Ayşe Kulin ile yeni romanı, çevre krizi ve siyaset üzerine Artı Gerçek için konuştuk.

Yarın Yok, Ayşe Kulin okurlarını şaşırtan distopik bir roman. Bu romanı yazma fikrinin nasıl doğduğundan bize bahseder misiniz?

Bu romanı yazma fikri son yıllarda dünyamızın yaşamakta olduğu doğal afetlerin artmasından kaynaklandı. Gün geçmiyor ki dünyanın dört bir yanından gelen sel, deprem, tayfun, söndürülemeyen orman yangınları, volkanik patlama haberleriyle sarsılmayalım. Cehennemi görmek için ahrete göçmeye gerek kalmadı. Bu da bana, dünyada sürdürülmekte olan gelir dağılımındaki eşitsizlik ve pek çok ülkede adalet yoksunluğundan çile çekenlerin ahından mı bütün bunlar başımıza geliyor, sorusunu sorduruyor.

Romanda günümüzden yüzlerce yıl sonra insanları tehdit eden bir virüsle savaşmakla görevlendirilen Mira’nin zamanda yolculuğuna tanık oluyoruz. Dünyanın günümüzden yüzlerce yıl sonra bürüneceği halleri de esefle izleyerek… Gerçekten de romandaki gibi bir dünya mı bekliyor bizleri?

Aşırı israf, doğayı sürekli istismar etmek, suları kirletmek, yüz katlı binaların temelleriyle yer altı dünyasını (evet, yer altında da bitki kökleri, solucanlar, sürüngenler, karıncalar, börtü böceklerle bir yaşam var), savaşlarla yeryüzünü tarumar, uçaklar ve jetlerle gökyüzünü rahatsız etmek... Tüm bunların bir fiyatı olacak elbette ama en kötü senaryoyu savaşlardan vazgeçemeyenler yazacak. İnsanoğlu en büyük günahı olan hırsı yüzünden kendi soyunu kendi icadı bombalarla sonlandırmaya doğru gidiyor.

Dünyamızı bekleyen bu kem ihtimallerde en büyük sorumluluk kimin? Bir aydın, bir yazar olarak neler söylemek istersiniz bu konuda?

Bu felaketlerin sorumluları, gözü bir türlü doymak bilmeyen siyasi liderler ve onları yönlendiren gölge- yön vericiler ki, kapitali ellerinde tutan birkaç çok zengin aile ve holdingdir bunlar. Bir yazar olarak siyasi konularda söz hakkım yok, ancak yazdıklarımla farkındalık yaratmaya çalışabilirim, hepsi bu.

Bundan elli yıl önce bilim insanlarının uyarıları yeterince yankı bulmuyordu. Oysa şimdi iklim krizleri, afetler ve salgın hastalıklarla yüz yüze insanlık . Buna rağmen niye insanoğlu/insankızı hala kendi bindiği dalı göz göre göre kesiyor?

Ben yirmi yaşlarımı sürerken, yani altmışlı yılların başında, Roma Raporu yayınlanmış, dünyadaki tarımın sürekli artan nüfusu beslemesi mümkün olmadığından, çareler üretmek için uyarılmıştık. Doğum kontrolü çarelerden biriydi. Tıpkı bugün olduğu gibi muhafazakâr kesim ayaklanmış, soyumuzu tüketmek istiyorlar savıyla türlü eylemler yapmıştı. Sonuçta uçkuru tutmak yerine suni gübre devreye girdi, bir yerine beş veren suni tohumların mahsulleriyle beslenerek kanserden ve daha önce tanışmadığımız bir sürü hormonsal hastalıktan kırıldık. Siyaset, hırs ve cehalet kol kola yürüdükçe, insanoğlunun işi zor, insan-kızının işi daha da zor!

'BİYOLOJİK SAVAŞLARIN BAŞLAMASINDAN KORKARIM'

Pandemi dönemi pek çoğumuzun dünyayı, iklimi ve geleceği sorguladığımız bir dönem oldu. Sizin için de böyle bir yanı var mıydı?

Benim için o dönem çifte kavrulmuş lokum kıvamındaydı, tadından yenmiyordu(!) Covid19’un patlamasından on gün önce, bana kalça protezi takılmıştı. Bir an önce ayaklanabileyim diye evime gün aşırı fizyo-terapist geliyordu. Bırakın onu, haftada bir temizliğe gelen yardımcım dahi gelemez oldu. Ben yeni ameliyattan çıkmış protez kalçamla yemek faslını, eşim temizliği ve sokak alışverişini üstlendi. Nefeslenebilmek için ancak pencere açabildik. O dönemde değil geleceği sorgulamayı, birkaç ay sonra ne halde olacağımızı bile düşünmek istemedim.

Ufukta yeni pandemiler olabilir mi?

Pandemiler hiç bitmeyecek hatta giderek artacak çünkü savaş hastalıkları tetikler. Afrika açlıktan kırılıyor, kuzeyimizdeki ve dünyanın pek çok bölgesindeki savaşlar doludizgin sürüyorken, dünyada sağlıklı yaşam mümkün mü? Biz asıl biyolojik savaşların başlamasından korkalım.

Romanda toplumsal yozlaşma meselesini de ele alıyorsunuz. Ülkemize dönersek geçmişten bugüne toplum nasıl bir değişime uğradı?

Yunan hayranı İngiliz siyasetçi Lyod George, Kurtuluş Savaşını kazandığımızda bizi bitirmeye ant içmişti. 70’li yıllarda yer altında şekillenmeye başlayan Böl-Yönet veya Cahil Bırak-Yönet sistemi, İngilizlerden Amerikan istihbaratına devredildi, Türkiye’deki kifayetsiz muhterislerin cebi dolduruldu, plan başarıya ulaştı ve böylece bugünlere geldik. Sen mışıl mışıl uyu ey halkım!

Romanda “Demek ki doğduğumuz coğrafya kaderimiz değilmiş!” diye bir cümle var. Bugün yoksulluk, yoksunluk ve cehalet karşısında umudunu kaybetmiş gençlerimiz tam da aksini düşünürken, siz ne söylemek istersiniz?

Doğduğumuz coğrafya değil, seçimimiz kaderimizdir. Parayı her şeyin üstünde tutanlar, oyunu parayı bastırana veriyor. Umudunu kaybeden gençlik de yurt dışına kaçıyor. Neymiş, kader coğrafyamız değil, seçimlerimizmiş!

Esrana’nın çocuğunu kaybediş hikayesinde erkek dayanışmasını karakterinizin ağzından taşlıyorsunuz. Günümüzde erkek dayanışması var mı? Kadınlar buna direnebiliyorlar mı?

Erkek dayanışması, erkek zorbalığı, erkek taassubu... Tüm bunlar erkeklerin kadının cinsel gücü ve doğurganlığı karşısındaki çaresizliğinden kaynaklanıyor. Ah Freud, gel de anlat, irşat et hepimizi! Kadınlar dünya var olduğunda beri, kurnaz iseler ipleri çaktırmadan elinde tutuyor, Doğrucu Davut’salar dayağı yiyip oturuyor, isyan ederlerse de, özellikle bizim ülkede öldürülüyorlar. Ha, bir de örgütlenerek direnen kahraman kadınlar var. Onlar da sık sık coplanıyorlar. Maalesef, böyle!

Peki ya edebiyat? Sizce yüzlerce yıl sonra insanlar yine kitap okuyacak mı, Shakespeare’den bahsedecekler mi?

Shakespeare’den yüz yıl sonra da söz edecekler elbette, en azından İngiltere adındaki ülke tiyatrosuz, tiyatro da Shakespearesiz olamaz! Ama yüzlerce yıl sonra kitabın bugün ki formatında okunacağını hiç sanmıyorum. İnsanların roman okumaya vakitleri de kalmayabilir, kim bilir ne sorunlarla uğraşıyor olacaklar.

Öne Çıkanlar