Bir cinayetin asırlar sonraki portresi

Bir cinayetin asırlar sonraki portresi
Merve Küçüksarp bu hafta, İrlandalı yazar Maggie O’Farrell’ın Domingo Yayınevi'nden çıkan 'Evlilik Portresi' kitabı üzerine yazdı.

Merve KÜÇÜKSARP


İrlandalı yazar Maggie O’Farrell’ın kaleme aldığı ‘Evlilik Portresi’, Kıvanç Güney’in çevirisi ve Domingo Yayınevi etiketi ile raflardaki yerini aldı. O’Farrell, bu romanında Rönesans İtalya’sının gerilimli atmosferinde kocası tarafından öldürülen bir kadının hikayesini ele alırken, kadınları kalın duvarları arasına mahpus eden gelenekleri ve sevgisiz evlilikleri sorguluyor.

Maggie O’Farrell, üretken ve ülkemizde oldukça sevilen bir yazar. Yapıtları çok sayıda dile çevriliyor, hatırı sayılır ödüllere layık görülüyor. ‘Ben Ben’, ‘Sen Gittikten Sonra’, ‘Sevgilimin Sevgilisi’, ‘Nasıl Yok Oldu’, ‘Elimi İlk Tutan El’, Cehennem Sıcakları İçin Talimatlar’ ve ‘Hamnet’ onun dilimize kazandırılan yapıtlarındandır.

O’Farrell, geniş bir okur kitlesine ulaşan, Shakespeare’ın aile hikayesinden yola çıkarak ele aldığı ve eşi Agnes Hathaway’in etrafında ördüğü, 2020 yılında ise ‘Women’s Prize for Fiction’ ödülüne layık bulunan ‘Hamnet’te olduğu gibi bu romanda da bir kadının hikayesini mercek altına alıyor. Üstelik bunu yine gerçek bir hikayeden esin alarak yapıyor. Kitabın son sözünde de belirttiği gibi, 16. Yüzyılda yaşamış ve aynı zamanda Robert Browning’in “My Last Duchess” şiirine de ilham kaynağı olduğu düşünülen Ferrara Düşesi Lucrezia di Cosimo de Medici d’Este’nin sıra dışı ve az bilinen hayat hikayesinden yola çıkarak hacimli bir roman yaratıyor.

RÖNESANS İTALYASINDA

Rönesans İtalya'sının gerilimini ve atmosferini anlatan roman kocasının kendisini öldüreceğini bilen bir kadının serzenişi ile başlar. Roman ilk bakışta bir cinayet hikayesi gibi görünse de, daha derin meselelere el atar. Keza yüksek sınıfa mensup kadınların alınıp satıldığı, üreme için bedenlerinin kullanıldığı bir dünya anlatılır. Evet, bu dünyada kadınlar ekonomik açıdan sıkıntı yaşamazlar, istediklerini alır, istediklerine sahip olurlar. Bir tek şey hariç: özgürlükleri…Cinsellik ise doğurganlık için elzemdir, üremeye yöneliktir. Eğer bir kadın doğurgan değilse, o zaman hayat onun için tahammülfersa hale getirilir.

Romanın başkişisi Lucrezia, 16. yüzyılda Floransa'da Büyük Dük'ün kızı olarak dünyaya gelir. Ferrara Dükü unvanını devralacak olan Alfonso ile nişanlı olan kız kardeşi vefat edince, sözleşme gereği Alfonso ile evlenir. Kendisi henüz bir çocuktur, kocası ise on yaş daha büyüktür. O’Farrell bu bağlamda tarih boyunca, çocuk sayılacak yaştaki kızların, cinsellik hakkında bir şey bilmeden, sevgi duymadıkları, yalnızca itaat etmeleri gereken erkeklerle siyasi ittifak ya da ekonomik sebeplerle evlendirilmelerini de taşlar. Lucrezia’nın çocuk gelin olmasının kendisinde yarattığı ruhsal yaralar da satır aralarında ve onun hezeyanlarında kendini gösterir.

Evliliğin ilk zamanları o denli tahammülfersa değildir Lucrezia için. Belki bir hapishaneden başka bir hapishaneye girmiştir, buna rağmen kendini –görece- özgür hisseder. Zira Alfonso bu ilk zamanlar kendisine sevecen ve anlayışlı davranır. Lucrezia ondan etkilense de, kocasının bu çekici görüntüsünün altında başka bir adam yattığını da sezer. Günler geçmesine rağmen kocası onun için hala kapalı bir kutudur. Ondan hem çekinmekte hem de büyülenmektedir. Nitekim bu bal ayı uzun sürmez. Kendisinden varis bekleyen Alfonso zaman geçtikçe gerçek yüzünü göstermeye başlar. Lucrezia’nın hamile kalmayışı gün be gün onu öfkelendirir, ondan kurtulmayı ister ve bunu hayata geçirecek bir plan yapar.

Bir gün Lucrezia ve Alfonso birlikte at sırtında maiyetlerindekiler olmaksızın tenha bir ormana konaklamaya giderler. Birlikte baş başa yemek yedikleri sırada Lucrezia, kocasının onun ölmesini istediğin fark eder. Zira kendisi ondan beklenen misyonu henüz yetirememiş, Alfonso'ya bir varis doğuramamıştır. Kocasının yeniden evlenebilmesi için ölmesi gerekir. Ona bakarken birtakım düşüncelere gark olur.

GEÇMİŞE DÖNÜŞ

O’Farrell, Lucrezia’nın ölüm, evlilik ve kocasına dair girift düşünceleriyle metni örerken, geçmişe döner ve Lucrezia'nın annesinin hamile kalışı ile başlayan bir dizi olayı anlatmaya başlar.

Lucrezia’nın annesi Eleonora bir gece, kocası ile sarayın harita odasında birlikte olurlar ve daha sonra kızının karakterinde gördüğü ve diğer çocuklarında olmayan kimi özelliklerin –maceracı ve inatçı kişiliğinin- cinsel birliktelik sırasında buradaki haritalara bakmasından kaynaklandığını düşünür. Bu cinsel birliktelikten bahsederken O’Farrell aynı zamanda evlilik müessesindeki kadının itaatkar tavrına ve bedenini zamanla nasıl alınıp satılan bir eşya gibi gördüğüne de değinir:

Cosimo işe koyulurken, onu hiç reddetmediğini düşünüyor Eleanora. Etmeyecek de. Evliliklerinde sözünün kendi konumundaki eşlerden daha fazla geçtiği pek çok alan var. Ona sorarsanız, sahip olmasına izin verilen sayısız özgürlüğün ve gücün karşısında, vücuduna sınırsız erişim hakkı tanıması çok küçük bir bedel.”

Lucrezia gerçekten de diğer kardeşlerinden farklıdır. Yaşadığı saraya ve hayata uygun değildir. Geceleri, kardeşleri ve bakıcı Sofia ile paylaştığı odasından kaçar, sarayın dehlizlerinde dolanır. Gündüzleri saraya gelen öğretmenlerinden dersler alır. Resim çizme konusunda oldukça yeteneklidir ve zaten içindeki gücü ve hayal dünyasını sanat ile ifade etmeye teşnedir. Sanat bir nefes borusudur onun için zira her ne kadar Lucrezia’nın büyüdüğü saray oldukça müreffeh olsa da, o ve kardeşleri bu sarayın taş duvarları arasında kalmaya mahkumdurlar. O’Farrell, Lucrezia’nın etrafındaki renkleri, dokuları ve ayrıntıları, Rönesans dünyasını canlandıran bir yoğunlukla metinde tasvir eder.

Lucreniza asi ve huzursuzdur da. Babasının hayvanat bahçesindeki vahşi hayvanlarla ilgilidir. Bilhassa saraya getirilen kaplan romanda kızın içindeki vahşiliğe ve güce dair önemli sembollerden biri olur. Lucrezia bir gün sarayın bodrum katındaki hayvanat bahçesinde tutulan kaplanla karşılaştığında, bu sembolizm doruğa çıkar. Kendini karanlık bir kafese kapatılmış kaplana yakın hisseder. Nihayetinde Hamnet'in Agnes'i gibi, Lucrezia da kendisine dayatılan acımasız ve karanlık bir kafesin içinde mahpus kalmıştır.

O'Farrell, dilimize çevrilen yeni romanı ‘Evlilik Portresi’nde, tıpkı ‘Hamnet'te olduğu gibi, tarihin unuttuğu ya da bambaşka anlattığı kadınların hikayesini, kendi sesleri, kendi dilleri ile yeniden yaratmaya koyuluyor, edebiyatın aracılığıyla başka bir tarih yazabilmenin mümkün olduğunu göstermeye çalışıyor. Kadınların bir zamanlar kocalarının mülkü gibi görüldüğünü, evliliklerin sevgisiz, gelenekler gözetilerek yapıldığında ne gibi trajedilere sebep olacağını da kocası tarafından öldürülen bir kadının hikayesi eşliğinde anlatıyor.

Öne Çıkanlar