Bir dil şöleni: 'Karşı Roman'
Şeref BİLSEL
Başta şiir olmak üzere hikâye ve denemeleriyle tanıdığımız Ali Ayçil, bu sefer bir romanla okur karşısına çıktı: “Karşı Roman”
Romanın, edebiyatın farklı şubelerinde nitelikli eserler ortaya koymuş Ahmet Hamdi Tanpınar’dan bir alıntıyla başlamış olması – kitabı okuyup bitirince- tesadüf değil. Ne diyordu Tanpınar: “İnsanoğlu, kaderinin tamamlayacağı yolu, bazen hayat tecrübesinin ortasından, çok güç ve çapraşık dolambaçlardan geçerek bulur.” Ayçil, kendi hayat tecrübesinden aldığı izleri, kimi zaman otobiyografik unsurları açık ederek, kimi zaman da geçmişi şimdiki zamanın içine çağırarak bize -tarihin karşısına çıkarak ve fakat edebiyatın dışına düşmeden- takip edeceğimiz düşünsel bir güzergâh çiziyor. Bu otobiyografik göstergeler Mehmet Manas üzerinden ifade edilmektedir. Romanın başkahramanı Mehmet Manas, Erzincan’da doğmuş, Erzurum’da Tarih alanında eğitim almış ve İstanbul’da yaşamaktadır. Seçilen isimlerin hiçbirinin tesadüf olmadığını sayfalar ilerledikçe daha iyi anlıyoruz.
Bir hatırlayış ve sorgulama biçimi olarak Karşılaştırmalar; iki ayrı zamanı, iki ayrı mekânı, iki ayrı karakteri yüzleştirerek sürer. Bu devinim, geçilen zamanın içinde olup bitenleri yeniden hayatımıza devreder ve içinde bulunulan zamanın çerçevesini ilerleyen her sayfada daraltarak sürer. Bir anlatım ve düşünme biçimi – birden fazla varlık ya da kavram arasındaki benzerlik ya da farklılıkları ortaya koymak için kullanılan anlatım yolu- olarak ‘karşılaştırma’ kitap boyunca bize eşlik eder. Bu eşlik çoğu zaman anlam olarak zıtlaşan ifadelerle derin bir tezatı işler. Karşılaştırmalar paralelinde gelişen bu işleyişte bir çeşit edebî topoğrafya bize eşlik eder. İfadeler yalın olduğu kadar derin; betimlemeler, göz önüne getirdiği kadar çarpıcıdır.
Diyebilirim ki neredeyse hiçbir cümle anlam ve biçim olarak hizalandığı yerin dışına çıkmamakta, gittikçe gümrah bir hâl alan söyleyiş matematiksel bir örgü içinde çarpıcı bir finalle düğümlenmektedir. Bu çarpıcı finaller, başka bölümleri yeniden duyma, okuma isteği veriyor: “Kasabaya giden yokuşla Babıali Yokuşu’nun ortasına, babamın şarampole kurban gittiği Harmanlı yoluyla Divanyolu’nun ortasına, sınıfça patlak bir topun arkasından koştuğumuz ilkokul bahçesiyle, Rümeysa’nın kaşla göz arasında kan sızan başımı okşadığı üniversite bahçesinin ortasına, yaşadığım taşra şehirlerinin hüzünlü akşam ezanlarıyla Boğaz’da atılan havai fişeklerin ortasına, Şam’daki otelin balkonuyla Stuttgart’taki çatının ortasına. Burada diye geçirdim içimden, kendime ölümüne sadakatin bir nişanesi olarak yalnızca her şeyin ortasında durmuyor, her şeyin bir ortalaması olarak da duruyorum." (s.10)
Göndermeler (telmihler) metnin arka planında ve dolayısıyla yazarın dünyasında geniş bir okuma atlasına sokuyor bizleri. ‘Tuz Yürüyüşü’, ‘Buz Yürüyüşü’, göndermeleri de romanın gündelik- ve tabii bazen toplumsal, bazen sivil itaatsizlik bağlamında- ‘eylem’ olarak romanın hareketini besliyor. İster amaçlı ister amaçsız; ister bireysel ister kitlesel her ‘yürüyüş’ hâfızayı kabartır. Şiire de gönderir bizi yazar, geçerken selam vermekten ibarettir bu göndermeler : “Kuyuya düşen çocuk niye ölmesin?” ile İsmet Özel’e; ‘karaşın’ ile sivil şair Ece Ayhan’a doğru. Şiir gerektiği yerde Ayçil şiirden kaçmıyor, söylüyor: “ (…) omzunu öptüm, omzunu sarışınlığa kapattım.” Buradan bakınca “Karşı Roman”ın birçok bölümü mensur şiir olarak da çok bereketli örnekler taşıyor, fakat anlam ve ileti şiirsel yüke heba edilmiyor. Ne söyleyeceğini bilen, kendinden önce söylenmişlerin ağır izlerine basmadan özgünlüğünü koruyabilen bir yazar Ali Ayçil.
Kitabın geçmişle gelecek, merkezle periferi, ahlâkla ikiyüzlülük, tarihin efendileri ile ezilenleri… kısacası egemenlerle kıstırılanlar arasında kurduğu sorgu köprüsü şu ifadede karşılığını buluyor: “Sarışınlık ve esmerlik, tarih ve karşı tarih; Tanrı’nın hiçbir zaman müdahale etmediği ebedi yazgımız oldu bizim.”
Tam burada Bertholt Brecht’in: “Yedi kapılı Teb şehrini kuran kim?/ Kitaplar yalnız kralların adını yazar./ Yoksa kayaları taşıyan krallar mı?” diye başlayan “Okumuş Bir İşçi Soruyor” şiirinden bir bölümü okumak lazım: “Atlantis'te, o masallar diyarında bile,/ boğulurken insanlar uluyan denizde bir gece yarısı,/ bağırıp imdat istedilerdi kölelerinden./ Hindistan'ı nasıl aldıydı tüysüz İskender?/ Tek başına mı aldıydı orayı?/ Nasıl yendiydi Galyalıları Sezar?/ Bir aşçı olsun yok muydu yanında onun?/ İspanyalı Filip ağladı derler/ batınca tekmil filosu./ Ondan başkası acaba ağlamadı mı?/ Yediyıl Savaşını İkinci Frederik kazanmış ha?/ Yok muydu ondan başka kazanan?”
Ayçil’in tarihe bakışı ile şiirdeki ‘Okumuş İşçi’nin bakışı paralellik gösterir. Bu bakış, tarihin yıkıcılığı ve egemenlerden yana yükseltilişi karşısında ‘sıradan insan’ın hizasından edebiyat üzerinden söz almanın koyulttuğu bir bakıştır. Roman kahramanı Mehmet Manas ‘sıradan’ bir insandır. Orhan Veli’nin şiirindeki ‘Süleyman Efendi’nin ve Sait Faik hikâyelerinde omzuna çarparak geçtiğimiz ‘sıradan’ insanların dünyasına aittir; fakat Mehmet Manas, yazardan aldığı otobiyografik unsurların, ruhî portrelerin gücüyle ‘birey’ olarak ele alınır; tip değil bir karakter olmasına rağmen sevinçleri, kederleri, çelişkileri sadece kendisine ait değildir. Birey üzerinden toplumsal bir eleştirinin öznesidir Mehmet Manas. Çoğunluğun iyilik, doğruluk, güven, eğitim, temizlik kumaşlarına sarıp sarmaladığı ‘kasaba’ imgesinin örtüsünü indirmekten, bu imgeyi bozguna uğratmaktan, köhnemiş taşra âdetlerine karşı yaylım ateşten çekinmez:
“ Beni insanlar değil kurtlar, tilkiler, yabandomuzları, boz ayılar uğurladı. ‘Hadi git buralardan,’ denilerek hem de. Liseyi bitirir bitirmez bir misyoner gibi öğrencilerini meşreplerine çekmeye çalışan vasat öğretmenleri, ağız dolusu küfürle konuşan kasaba ahalisini, sinekleri, kasap çengellerine asılmış pis etleri, pis tuvaletleri, miskin kahvehaneleri, kaba gülüşleri, ter kokularını bırakıp git buradan.” (s.26)
Ali Ayçil, konvansiyonel roman anlayışını belirleyen yapı unsurlarını ( Yer/mekân, olay örgüsü, karakter, zaman, anlatıcı) üslûbun sağlamlığını hepsinden öne çekerek yerinden ediyor. İki ayrı mekânı (Erzincan- İstanbul) sabit tutarak zamanı ve karakterleri bu mekânların atmosferine ustalıkla yerleştiriyor ve bizi de Mehmet Manas’ın ‘Savunması’nın hazırlığının içine ekliyor. Biz de Mehmet Manas’la birlikte yürümeye, geçmişe gitmeye, kısacası zaman karşısında kendimizi ölçüp biçmeye başlıyoruz. Kronolojik biçimde akıp gelen zamanın olaylar üzerinden bir yerde üst üste binmesini sağlıyor. Bu birleşme/ buluşma hâli roman boyunca sürüyor. Hâfıza ile coğrafya da böyle buluşuyor. Kıstırılmış, içine doğduğu normlar, alışkanlıklar, olgusal bilinç tarafından ihata edilmiş insanın resmî tarih, egemen ideoloji karşısındaki sorgulamasıdır "Karşı Roman". Bu sorgulamayı, zaman içinde kabaran an’lardan doğan yüzleşmeler sağlamaktadır. Bireysel yahut toplumsal travmaları görüp onlara belli bir mesafeden eleştiri getirebilmek de bu yüzleşmeye dolayısıyla "Karşı Roman"a dâhil.
“Onlar tarihti diye söylendim biz karşı tarih, kasaba tarihti ben ve kurtlar karşı tarih; biri bir çocuğu ölüme gönderiyor, diğerleri ölüme gönderilen çocuğun kıyısından geçiyordu. Benim yeniden yürümeyi seçmem, ansızın kalkıp bir savunmaya yeltenmem, kasabalılara değil, kurtlara ve öbür yabani hayvanlara şükran borcumu ödemekten başka bir anlam taşımıyor. Savunma bütünüyle bu minval üzerinde yapılacak ve bittiğinde kasaba kendisinde savunulacak en küçük bir irfan kırıntısı bile olmadığını anlayacak.” (Arka kapak yazısından)
Kitap, yazarın anlatacaklarına uygun biçimde ‘kasten’ ( bile bile, zihinde tasarlayarak) daraltılmış hacminin düşünsel yoğunluğuyla bir felsefi metin olarak da okunabiliyor. Bize yaklaştıkça çürüyen ve böylece yığılarak ilerleyen tarihin karşısına durmadan devinen, kendi etrafına döndükçe tazelenen miteolojik unsurları yerleştirir. Annesinin anlattığı “Henkür menkür” anlatısı bu hareketliliği sağlar. Anne ile sevgilisi Berna temelde bir ‘sığınak’ görevi üstlenir. Berna, uğultunun, sesin söze döküldüğü, kapalı içsel odaların yanında açıldığı, aynı zamanda haz duyulan güvenilir bir liman.
Asteğmen olarak görev yapan kahramanımız gündüzleri güvenli bir bölgeye çekildiğinde çantasında taşıdığı ve sonunu merakla beklediği ‘ Bizanslı Âşıklar’ adlı kitaptan bölümler okumaktadır. Henüz nişanlanmış olan habercisi Bertan’ın bir çatışmada vurulup düştüğünün resmidir: “Ateş birden kesildi, yanı başımdaki Bertan’a doğru uzandım. Çamlıcalı kızın âşığını yokladım, hiçbir hayat belirtisi yoktu. Bizanslı Âşıklar’ın kalan sayfalarını ertesi gün yırtıp attım. Kitabın sonunu ebediyen kendime menettim ve onu eksik sayfalarıyla koruma altına aldım.” (s.52)
"Karşı Roman"la birlikte rastgele ele geçirilmiş bir kitap okumuyoruz, cümle nasıl kurulur, söz sanatları -özellikle ‘teşbih’ ve ‘tezat’- nerede devreye girer, kurulan cümleler arasındaki ahenk ne tür bir müziğin altında mayalanır, fizikî ve ruhî portrelerin gücüyle ‘sıradan’ biri nasıl kalabalıklardan ayrıştırılır gibi sorulara cevap veren bir ‘retorik’ kitabı okuyoruz. Bu vesileyle sadece nitelikli okurların değil, dil tadına meyyal, kurgusal metinlerle uğraşan hikâyeci ve romancıların da başucunda tutması gereken bir eser "Karşı Roman".
“Güneş bir kasabanın üzerinde batarken insanların kederine keder eklenir. İnan kepenkler, erkenden yalnızlığa çekilen meydan, yılgın sokaklar ve ıssız bahçeleriyle kasaba karanlığın içinde öyle büyür ki, artık kendisini taşıyamaz olur. Bazı içli adamlar karanlığın büyüttüğü boşluğa dayanamadıkları için, akşamları meyhanenin yolunu tutarlar. Rakı kokuları, sigara dumanları arasında her masada bir söz cenneti kurulur. Gece kasabanın üstünde duran aydan herkes korkar biraz, büyük bir yalnızlığı açığa çıkarmasından huzursuz olurlar. Orada uykular ölümlü, sevişmeler bütün bu yalnızlıktan öç alır gibi kaba, kısa ve hırıltılıdır. Çocuklar, bu hırıltıları akşam annelerinden dinledikleri masal devinin sesi zannederler. Sonra güneş, bir gün öncenin kaderini yeniden başlatır.” (s.117)
Kitapta, birçok bölüm, kitabı kapatıp uzaklara bakmamıza vesile oluyor. Uzaklara bakma isteği doğuruyor. Uzaklar dediğimiz insanın içinde saklı elbet. Sanki binlerce sayfadan oluşan bir külliyatın, kendimizden dünyaya doğru külliyen yürüyüşün sıkılmış bir yumruğa benzeyen önsözü gibi. Bastırılmış ve sorgusuz sualsiz kapatılmış siyasî, tarihsel, dinsel, cinsel hareket alanlarının metropolde yürüyüşe, havalandırmaya çıkartılması gibi. Kitabı okuyup bitirince, bu sağlam metnin sadece edebiyat ortamımız için değil, Nuri Bilge Ceylan sineması için de bir dil şöleni olabileceğini düşündüm.