Bu baklava, bu oyun havası, bu sergi ‘bizden’…

Bu baklava, bu oyun havası, bu sergi ‘bizden’…
Gazeteci Melike Çapan’ın Kıbrıs olaylarının ardından Gökçeada’da Rumların yaşadıklarının anlatıldığı ‘Yeniden Buluşacağız: İmroz 1964 Belleği’ adlı sergisi 24 Kasım’a kadar İstanbul Balat’taki Yuakimion Rum Kız Lisesi’nde.

Elif TÜRKÖLMEZ


Artı Gerçek - Hayatımın en büyük başarılarından biri, Kınalıada’da yaşadığım yıllarda yeni yıl soframız için yaptığım, üzeri bol tarçınlı topiklerin tadına bakan komşum madam Despina’nın, “Aynı anneminki gibi” övgüsünü almış olmaktır.

Madam Despina’nın babası anakaralı (Yunanistanlı) bir Rum, annesi Ermeniydi ve aile yakınımız olan Erol amcayla (Buzuki Erol) birbirlerine, eşine ancak filmlerde rastlanacak türden büyük bir aşkla bağlıydılar.

Gençliklerinde İsrail senin Fransa benim, Amerika senin İtalya benim, neredeyse tüm dünyayı gezip konser veren ve dinleyicileri eğlendirmek için önce kendilerini eğlendirmeleri gerektiğini bilen bu neşeli çift, İstanbul’a dönünce aynı temaşayı Kınalıada’daki evlerinin bahçesine kurdukları şenlikli rakı sofrasında sürdürür, mezesinden böreğine, balığından tatlısına tüm adayı kallavi bir sofrada ağırlar, sabaha kadar çalar söyler olur.

Üzerinden tabii yıllar geçti.

Önce Erol amca vefat etti.

Ben adadan taşındım.

Birkaç yıl önce de Despina'yı uğurladık.

Kızlarıyla tanıştığımdaysa, hem bu ‘Türk-Rum’ aşkının büyüklüğüne hem de ikisinin de hayatla nasıl da daima dalga geçen muzip karakterli insanlar olduklarına bir kez daha ayıldım.

Erol Amca ile Madam Despina’nın kızlarının adı ‘Bizden’.

Yani ne Türk ne Yunan…

Kim çağırırsa ‘Ondan…’

ELBET BİR GÜN BULUŞACAĞIZ, BU BÖYLE YARIM KALMAYACAK

Melike Çapan’ın sergisini gezerken Despina’yı, Erol amcayı, işte bu türden sınır tanımaz tatlılıklarını andım, kulağımda Erol amcanın elinden yükselen buzuki sesiyle…

Çünkü bu zorunlu göçler, insanlarla beraber yemek tariflerini, şarkıları, kalamar dolmalarını, ama işte en çok aşk ihtimallerini alıp götürdü bence.

Kalpleri uzaklaştırdı birbirinden...

İmroz 1964 Belleği sergisini hazırlayan Melike Çapan bir gazeteci, ailesi dört nesildir Fener’li. Hal böyle olunca Rum komşulara, kültürlerine, sözcüklerine, sofralarına, gülüşlerine ve gözyaşlarına aşina…

Ama aşina olmadığı bir konu var: 1964 yılında İmroz’da yaşananlar, Dereköylü Rumlar’ın göç hikayesi…

İlk kez 2018 yılında gidiyor Çapan, İmroz’a ve Dereköy’ü gördüğü anda hikayesini merak ediyor, etraftakilere sorup soruşturmaya başlıyor.

Kimseden ses çıkmayınca daha da meraklanıyor ve kolları sıvayıp doküman, fotoğraf toplamaya, sözlü tarih çalışmaları yapmaya başlıyor.

‘Aynı tanrıya yakardık, aynı masalara oturduk, aynı oyunları oynadık, bir gün yeniden buluşacağımıza inanıyorum’ dediği Rum komşularımızın hikayesini ondan dinleyelim…

Ve, bu baklava, bu oyun havası, bu oyunlar, bu fotoğraflar, bu sözcükler ‘bizden’, hepimizden, bilelim…

bir-oneri-yeniden-bulusacagiz-imrozun-1964-sergisi-ziyaretcilerini-bekliyor-fstb.webp
Melike Çapan'ın (Soldan ikinci) hazırladığı serginin açılışına Ekümenik Patrik Bartholomeos da (Soldan üçüncü) katıldı.

İmroz’un hikayesi sizin için neden ilgi çekiciydi?

İmroz'a ilk gittiğim anda bir hikayesi yoktu benim için. 2018 yılında ilk kez ziyaret ettiğim zaman tüm köylerini gezdim. Dereköy'ü görene kadar neyle karşı karşıya olduğumu pek bilmiyordum. Bu bir iş gezisi değildi açıkçası. Dereköy'ü gördüğüm an adada yaşananların idrakine vardım. Ondan sonra da araştırmaya koyuldum.

Nedir Dereköy’ün önemi?

Dereköy 1964'ün hafızasıydı. Her bir taşı her bir ağacı ve yıkılmış evleriyle... Sonraki senelerde adayı sürekli ziyaret etmeye, insanlarla iletişim kurmaya devam ettim. Sohbetler havadan sudan gittiği sürece çok güzeldi. Konu 64'e geldi mi herkesin suratındaki ifade değişiyordu. Bir anda geçiştiriyorlardı muhabbeti. Buna ister korku deyin ister unutma isteği... Temelinde hepsi vardı. Korkunun verdiği bir sindirilmişlik ve unutmak arzusu…

Ve siz de gazeteci refleksiyle, bu unutuluşu kayıt altına almak istediniz…

Bence Rum toplumu adına unutmak çok riskli. Demografik olarak giderek düşüşe geçen bir nüfus var. Üstelik ağırlıklı yaşlı bir nüfus. Bu hafızanın bir an evvel kayıt altına alınması gerekliydi. Ben de kolları sıvadım. Yıllardır Türkiye'deki Yahudi, Ermeni, Rum, Süryani, Keldani toplumları için sayısız haber yazdım. Bir noktada bu gerçeği daha fazla insana anlatmamız gerektiğine inandım ve bu bugün bir sergi halini aldı. Ve sonuçtan da gayet müspetim. Her gün konuyla ilgisi olmayan, hatta İmroz'u hiç bilmeyen onlarca insanı bu sergide ağırlıyorum. Her gün mekâna gelerek soru soran herkese yanıt veriyorum. Çünkü artık toplumların tanışması gerekiyor. Bunun için hala geç değil bence.

berge-imroz-1-dusuk.jpeg
Sergi mekânı olarak seçilen Yuakimion Rum Kız Lisesi'nin otantik atmosferi sergideki eserlerin hakiki çarpıcılığına katkı sunuyor.

İmroz’dan göç edenlerle beraber neler kaybolmuş?

İnsan gitti mi beraberinde kendine ait ne varsa götürür. Geriye taş duvar kalır. Kültür kimliğimizin en önemli parçası. İnsan giderse o da gider. İmroz'da da böyle oldu. Rumlarla beraber onların da kültürü gitti. Kalanlar da kapılarını sıkı sıkıya kapattı. Koskoca adaya sessizlik ve kimsesizlik çöktü. Panayırlar sustu, fırınlar söndü... Ta ki bugüne kadar. Son senelerde okulların açılması geri dönüşü de beraberinde getirdi. 7 binden 200'e düşen nüfus şimdi 700'e çıktı. Ve kendi kültürlerini sürdürebilmek adına çok güzel uğraşlar veriyorlar.

Bazen belirli, sınırlı, çerçeveli olan kimliklerden söz ederken hata yaptığımızı düşünürüm. Siz de Rum dediğimizde ezbere konuştuğumuzu, İstanbullu Rumlarla Atinalı Rumlar’ın pekâlâ aynı olmadığından söz ediyorsunuz. İstanbullu Rumlar’ın mutfağı daha zengin mesela, biraz saray mutfağı… Yeniköy’den Atina’ya giden Rumlar’ın oranın mutfağına burun kıvırdığını biliyorum… Hakan Yücel’in Rum kimliğinin mekânsal olduğuna dair anlattıkları çok ilgi çekici, biraz anlatır mısınız bu konuyu bize?

İstanbul ve İmrozlu Rum olmayı şehir ve ada üzerinden ayırır Hakan Yücel. Ve kimliğin mekânsallığına vurgu yapar. Bu kentli, adalı ya da mahalleli olmayı kapsar. Mekân kimlik oluşumu için önemli bir kaynaktır ama bu özellik Rumların DNA’sına işlemiş adeta. Bugün az sayıda kalan Rumlarda da aynı özelliği görmek mümkün. Onlar kentleri ve adalarıyla beraber bir kimlik kurar hala. Aidiyetleri yüksektir. Gidenlerin birçoğunun da hasreti bu yüzdendir.

Rumlar bu toprakların insanı. Kimi İstanbul’dan kimi Anadolu’dan… Konuştukları dilin 10 kelimesi Yunanca ise 3 kelimesi Türkçe’dir. Yemekler, gelenekler, görenekler Yunanistan’dan daha farklıydı. Özellikle Atina ile uyuşmazlık bu yönde. Semtte sokağa çıktıkları an birbirini tanıyan insanlar yok. Arada iki kelam Türkçe konuşan yok. Buradan giderken bir valiz ve 20 dolara gitmişler. Sıfırdan hayat kurmak zorunda kalıyorlar. Buradaki gibi orada da pek hoş karşılanmıyorlar. Bir yerde Yunan gavuru bir yerde Türk tohumu. Yeniden aidiyet kurmak zor.

berge-arabian-imroz-2.jpeg
Çapan, sergiyi hazırlarken sayısız belge taramış. İmroz'daki hayvancılık, çiftçilik ve ticaret hayatının canlılığına dair pek çok kayıt toplamış.

1964’de İmroz’da ne oldu?

Mübadele karşılıklı yapılan nüfus göçüne denir. Biz bunu Yunanistan ile 1922 yılında yaptık. Bu mübadele kapsamında İstanbul, İmroz ve Tenedos Rumları ayrı tutuldu. Yunanistan’da da Batı Trakya Müslümanları’nı kapsamıyordu. 1922’de yapılamayan 1964’te yapıldı. İstanbul’da resmi bir sürgün kararı verildi Yunan tebaalı Rumlar için. Ancak adada daha farklı bir politika izlendi. Orada nüfusu göçe zorlayacak bazı ‘tedbirler’ alındı. Önce ana dilde eğitim yasaklandı, okullar kapandı. Tarımla geçinen halkın arazileri istimlak edildi. Bu kez halk hayvancılığa yönelince hayvan ithalatı yasaklandı. Yetmedi, açık cezaevi kuruldu. Mahkumların geceleri serbest bırakılmasıyla şiddet olayları baş gösterdi. Bir halkın dilini, ekmeğini alır sonra da canına kast ederseniz ne yapar? Kaçar. Birer birer bir gece yarısı sandallarla karşı kıyılara geçti insanlar.

İmroz, 1964’e kadar kendine yeten bir ada. Her köyün içinde fabrikalar var. Peynir, şarap, zeytinyağı, un… Kadınlar kendi yetiştirdikleri hayvanlardan dokuyor gömleklerini. Meyveler, zeytin bol. Dağlara kadar ekili tüm ada. Buranın halkı tarımla haşır neşir köylü bir halk. Parayı esas dışarıdan çalışmaya giden kazanıyor. Afrika’ya, Yunanistan’a, İstanbul’a gidiyor çalışmak için. Genç kızlar İstanbul’da evlere yardımcı olarak gönderiliyor ki parasını biriktirsin babası ona ev yapsın. Çünkü adada kızın çeyizi evdir. Bu da Poli’li (İstanbullu) Rumlarla aralarında bir sınıf çatışmasına neden oluyor. Ne yazık ki aralarında böyle mekânsal ve sınıfsal bir çatışma var. Ama günümüzde bu çatışma pek kalmadı. Zaten ne kadar nüfus kaldı ki…

Sizin kökenleriniz nereye dayanıyor? Rumlarla ilişkiniz nedir?

Dört nesildir İstanbulluyum. Köklerim Karadeniz’e dayanıyor ama oraya karşı bir aidiyetimiz yok. 1920’lerde göçüp gelmiş büyükler. Yerimize yurdumuza dair bize aktarılan bir kültür yok. Sadece evde hamsi tuzlama ve lakerda olurdu, kıştan kurulurdu. Tek bildiğimiz bu. Ne yemeği ne de kültürü… 1920’li yıllardan beri Fener’deyiz. Anne tarafımda baba tarafımda. Babaannem ve anneannem çocukluk arkadaşı. Aile evimiz hala durur. Anneannem ve babaannemde de gördüğüm mekanlarına bağlılıktı. Onlardan bana geçen de bu sanırım. Ben de Fener’den hala kopamıyorum.

Anneannemin arada söylediği birkaç Yunanca kelime hatırlıyorum. Rum komşularından öğrendiğini söylerdi. Bir de 1955’te Rum komşularına bayrak verdiklerini söylemişti evlerine saldırmasınlar diye. Bizim zamanımıza geldiğimizde tek tük Rum yaşar mahallede. Anneannemin komşuları çoktan gitti. Bugüne kadar yazdığım her yazıda ya da bugün bu sergide Rumlar kadar kendi hafızamızı da kayıt altına alıyorum. Hikayelerimiz ortaktı. Aynı masalara oturduk, aynı tanrıya yakardık, aynı oyunları oynadık. Şimdi bir gün yeniden bulaşacağımıza inanıyorum. İşte bu sergi de bu yüzden var.

Sergi 24 Kasım'a dek İstanbul Balat’taki Yuakimion Rum Kız Lisesi’nde. Gidin görün, sergiden çıkınca Balat'ın Rum mimarisinin en güzel örnekleriyle dolu sokaklarında dolaşırken kayıp zamanın izleriyle buluşun...

Öne Çıkanlar