Efe Baştürk ile söyleşi: Bir dalgalanmanın eşiğinde estetik ve politikanın kesişimi

Efe Baştürk ile söyleşi: Bir dalgalanmanın eşiğinde estetik ve politikanın kesişimi
İlker Cihan Biner bu hafta yazar ve akademisyen Efe Baştürk'le FOL Kitap etiketiyle çıkan siyaset felsefesi üçlemesi etrafında politikadan felsefeye, kendilik estetiğinden demokrasinin verili biçimlerine kadar pek çok konuyu konuştu.

İlker Cihan BİNER


Artı Gerçek - Efe Baştürk ile politika konuşmanın iki açıdan önemi var: ilki, yazarın kendi serüveni açısından; Baştürk, antik çağlardan günümüze değin siyasetin oluşum seyrine bakarken yazdıkça derinlere dalmaktan korkmayan bir yazar.

İkincisi de, politikanın yaşamla ilişkili bağlantılarına yakından bakıp demokrasi, otorite ya da başka türlü düzenlemelerin altını çizmesi.

Bu sayede yazar, etik bir perspektif oluşturarak politikaya, estetiğe dair bir yüzey yaratıyor ve metinlerini böyle yazıyor.

Röportajda Efe Baştürk’ün kaleme aldığı tüm bu mevzuları sormayı ihmal etmeden sapa yollardan, tenha kaldırımlardan geçtik.

Yazarın geçmişten bugüne kaleme aldığı metinleri* tartışarak geleceğe dair de neler yapacağını konuştuk.

Doç. Dr. Efe Baştürk

İlk kitabınız 'Gözetimin Soykütüğü'nden FOL Kitap'tan çıkan üçlemenize (Sokrates’ten Rousseau’ya Politika Felsefesi Tarihi, Schmitten Habermas’a Çağdaş Politik Felsefe, Foucault’dan Ranciere’e Gelecek Demokrasi) kadar bütün bu filozoflar arasındaki farklar metinlerinizde nasıl vuku buluyor? Başka bir deyişle, birbirinden farklı fikir insanlarını hangi perspektiflerden ele alıyorsunuz?

Zor bir soru. Amacım hiçbir zaman filozoflar arasındaki farkları izlemek veya onları bir çizgi halinde incelemek olmadı. Ben aslında adına politika felsefesi denilen şeyin marjını geniş bir açıdan ele almanın olanakları peşindeydim.

'Platon’da Politika Düşüncesinin Soykütüğü’nde politika felsefesinin niçin Platon’un düşüncesinden başlatıldığını ele almaya çalışırken, politik felsefenin kendisinden önceki düşünme formlarının bir uzantısı ya da onların ayrı bir türü olarak geliştiğini göstermek istemiştim.

FOL Kitap’taki seri ise daha farklı bir kaygıyı taşıyor. Bu seride amacım filozofların kendilerine dolaysız biçimde kulak vermekti. Bu açıdan FOL’daki seri diğer metinlerimden çok ayrı bir yerde duruyor. Bu seride filozofları başka hiçbir yere yönelmeden yani onlar hakkındaki ikincil metinlere olabildiğince az yer vererek okumak istedim.

Kitaplarınızı kaleme alırken temel motivasyonlarınız neler?

Sanırım bunun tek bir sebebi var: Ben sadece yazabiliyorum. Yazarak kendimi daha iyi ifade ettiğime dair bir klişeyi tekrar etmeyeceğim ama yazmanın tuhaf bir hazzı var bende. Bu haz belki yazının kitaplaştırılabilir olmasıyla da ilgili olabilir, bilemiyorum.

Burada kast ettiğim şu: Konuşmanın hep bir didaktik tarafı olduğunu düşünmüşümdür. Bu anlamda Arendt’in konuşmaya atfettiği önemi fazla nostaljik ve romantik bulduğumu da söylemem gerekiyor.

Biliyorsunuz, Arendt için konuşma, ideal polis’te eşit yurttaşlar arasında vuku bulan ve karşılıklı ikna yoluyla yurttaşların birbirilerini etkileyerek 'polis’i var ettikleri bir etkinlik. Praksis ve politikanın birbirini eş-zamanlı içerdiği ve etkilediği bir eylem türü.

Halbuki ben konuşmaya hiçbir zaman bu gözle bakamadım. Bir anlatıcının ve dinleyicinin olduğu yerde, hele bir de mekansal yerleşime özgü düzenlemeler varsa, burada kaçınılmaz olarak bir eşitsizlik ilişkisi doğar. Fakat bu eşitsizlik sadece bir iktidar asimetrisi olarak anlaşılmamalı; konuşmacı ile dinleyiciyi birbirinden ayıran bir eşitsizlikten bahsediyorum.

Konuşmacının kendisine yüklediği ekstra anlam ile dinleyicinin kendisini gösterme çabasının karşılıklı gerilimleri konuşma dediğimiz şeyi bağlamından koparıp onu polemiğe dönüştürüyor.

Bu yüzden konuşurken kendimi çok rahat hissedemiyorum sanırım. Konuşurken sözlerin elimden avcumdan kaçıp büsbütün farklı bir tonlama almasından kaygılanıyorum sanırım.

Konuşmanın bir anda karşıdakine bir şeyleri dayatma hakkına veya yetkisine alan açan bir eylem olduğunu, daha doğrusu böyle bir potansiyeli barındırdığını düşünüyorum.

Bu yüzden yazarken temel motivasyonum, karşımdakine herhangi bir şeyi dikte etmeden konuşabiliyor olduğumu bilmemden ileri geliyor sanırım.

Hakikat sonrası popülizm çağında siyaset felsefesi serileri yayınlamak bu rejimler altında yaşayan toplumlarda yayıncılık açısından hangi sorulara yanıt bulmayı amaçlıyor? Böyle bir perspektiften felsefe yayıncılığının sorumluluğu var mı?

Yayıncılık sorumluluğu dediniz. Burada yayıncılık ve yayıncılar adına söz almam takdir edersiniz ki doğru olmaz. Bunca derin krizlere rağmen hala üretim kaygısı taşıyan yayınevlerine teşekkür etmekten başka çaremiz yok.

Meselenin başka bir tarafı şu: yayıncılara -ya da yazarlara, vb.- mağaranın dışındaki hakikati temaşa etmiş filozof imgesi yüklemenin çok da doğru olduğunu düşünmüyorum.

Çünkü bu misyon, onlardan beklentiyi o kadar yanlış bir yere sevk ediyor ki; bir anda kitlenin cazibesi ya da kitleye didaktik yaklaşma sorumluluğu ile karşı karşıya kalıyorlar.

Her yazılarında, konuşmalarında ya da hareketlerinde halkı aydınlatma görevinin, bilincinin ve hatta hazzının tuzağına çekilebiliyorlar.

Oysa mesele, her zaman için öncelikle anlamaktır; anlatmak bir tercihtir ve bu tercihe sorumluluk gibi ahlaki bir ödev yüklemek, filozofu felsefeden uzaklaştırır.

Felsefeye ya da felsefi düşünmeye politik bir görev addetmenin entelektüelliğin şartı olarak sunulması fikrine karşı olmadığım gibi, bunun tersinin de korkaklık ya da konformizm olarak adlandırılmasına karşıyım.

Çünkü felsefeyi politik sorunların çözümü için bir uğrağa indirgemek, onu mağaranın içine hapsetmek anlamına gelir. Oysa felsefe, dışarıyı aramakla ilgilidir; ama bu bir tür kayıtsızlık girişimi olarak anlaşılmamalı. İçerisi, yani politik dünya, her şeyin bir biçime ve kimliğe sokulduğu yerdir.

Burada kanı ve hakikat iç içe geçer ve bu yüzden felsefe daima bu ikisi arasındaki gerilime uzaktan bakmalıdır.

Bu yüzden filozof mağaranın dışına çıkmalıdır, onu devamlı içeride olmaya zorlayan tüm baskılara karşı bunu yapmalıdır.

Anladığım kadarıyla iki farklı politikadan bahsediyorsunuz burada. Kente yazgılı bir politika ile kente dışarıdan bakmaya, onun kimliklendirmelerine karşı direnen bir politika. Bu ikisi arasındaki kopuşların ya da gerilimlerin politik felsefede izleri nelerdir?

Direnmekten ziyade, ona karşı hep soğuk kalan eleştirel bir tavır diyebiliriz. Çünkü direniş sözcüğü öylesine büyülü bir sözcük ki, içeriğinden bağımsız bir anlama bürünme riskini beraberinde taşıyor. Ama evet, mesele daima bizi isimlendiren veya dünyamızı biçimlendirerek bize belirli kavrayışları dayatan söylemsel düzenlere karşı tetikte olmakla alakalıdır.

Bunun için de politika felsefesi sadece polisin sahnesini düzenlemekle ilgili değildir; ondan evvel bir kendilik düşüncesi gerekir.

Polis’e karşı politikayı tarif ederken etik ve estetik formları öne çıkarıyorsunuz sanırım?

Eğer söz ettiğiniz bir kendilik estetiği ise, şüphesiz evet. Antiklerin ‘kendine özen gösterme’ şeklindeki düsturlarında fark edileceği üzere, estetik sadece dış dünyayı algılamanın değil, daha ziyade kendine [dışarıdan] bakmanın, kendini tartmanın özel bir biçimidir.

Ama bunun ikili bir yönü olduğu muhakkak: yani bir taraftan kendime kendi dışımdan bakarak kendimi tam da baktığım yere göre, onun buyrukları uyarınca biçimlendiririm, yani bir tabiyet yaratımı sürecidir bu.

Diğer taraftan, kendimi, bulunduğu yerden ayrıştıran, onun saf ve içsel hakikatini gözler önüne seren bir bakış vardır.

Bu bakış yoluyla dünyanın biçimlendirmesine karşı savunulacak ve bu anlamda dünya ile aramıza konulacak mesafenin başlangıç noktası saptanabilir.

Bu nokta, polis'e karşı eleştirel ve demokratik bir politikanın olanağını sunar. Çünkü polis, sadece mekanın örgütlenmesi değildir, mekanı oluşturan şeyleri ve özneleri yönetmektir.

Kısaca polis, yönetimi olanaklı kılan yönetme mantığının harekete geçirilmesi anlamında, şeylerin ve öznelerin yönetilebilir hale getirilmeleridir.

Bu yüzden polis, politikanın isimlendirerek çalışması halidir: kimliklendirme, kategorilendirme, ayrıştırma, vb. bu yönetim mantığının bir tezahürüdür.

Polis'i istikrarlı kılan şey, bu isimlendirmeleri tahakkümden ayrı şekilde dayatabiliyor oluşudur. Foucault, deliliğin tıbbi bilimlerin gözünden inşa edildiğini söylerken bu noktayı vurgulamak istiyordu.

Deli, epistemolojik bir kategori değildir yalnızca; en geniş anlamda, yani politik bağlamda, kendisi adına konuşma yetkisi elinden alınmış olandır. Bunu en geniş düzeyde düşündüğümüzde, karşımıza çıkan şey salt tabiyete indirgenemeyecek bir mahrumiyettir.

Bu kendi adına konuşamayan insan, kendine kendi gözüyle bakma olanağından da mahrum olan insandır.

Bu sadece deliler ya da geniş anlamda “anormaller” için geçerli değil herhalde?

Şüphesiz öyle. Zaten Foucault’nun yapmak istediği şey, tam da bunu göstermekti: yani modern iktidar düşüncesi, buna modern devletin kuramsal temellerini oluşturan modern politik düşünceyi de dahil edersek, dışlama ilişkilerini “bilimsel” gerekçeler üzerine kurgular gibi gözükürken, bu ilişkileri keyfi biçimde politik alana taşıyabilmektedir.

Bu yüzden delilerin başına gelen şey aslında “normal” insanın her gün karşılaştığı şeylerdir. Foucault okul ile tımarhaneyi benzeştirirken bunu söyler aslında. Çünkü derine indiğinizde, her birimizin konuşmasını önceden yöneten prosedürlerin ya da konumların olduğunu fark edersiniz.

Modern özgürlük, kişinin yerleştirildiği yere göre hareket etmesini bir ideal olarak sunar.

Örneğin liberallerin meşhur bireycilik doktrini, kişi kendini bir homo economicus olarak görebildiği sürece işler.

Burada bireyin kendi dışından söylemsel olarak tarif edildiğini görüyoruz. Birey, kendisini yapılandıran bu söylemsel tertibatlara uygunluk gösterdiği sürece “birey” adını alır.

O zaman politika dediğimiz şey biraz da kendi adımıza konuşma olanağının ya da hakkının bir arayışı mı? Bu, politikayla demokrasiyi buluşturan da bir bağlam sanırım?

Evet, kesinlikle. Demokrasi, dikkat ederseniz, demos’un, yani aslında toplumun en alt kesimi olarak ifade edilen ve bu anlamıyla da sözü en az ciddiye alınan kesiminin iktidarı olarak isimlendirilir. Peki bunu günümüzde olanaklı kılan şey nedir? Çok basit, demos’u temsilcileri aracılığıyla görünür kılmak ya da onları bizatihi bu temsilcilerinin ağzından konuşturmak. Demokrasiyi anti-demokratik kılan şey tam da bu: Demokrasi, halkın sesinin sessize alındığı ve onların yalnızca temsilciler aracılığıyla konuşturulduğu rejimin adı.

Oysa demokrasi, adını tam da temsil fikrini dışlamasıyla alır. Üstelik demokrasiyi demokratik kılan şey, temsilin geçersiz kılınması değildir yalnızca; kendi adına konuşma hakkı elinden alınmış olanlara, yani sözü değer görmeyenlere söz hakkının yeniden verilmesidir. Bu anlamda, demokrasi, bir taraftan eşitsizliği görünür kılar, diğer taraftan da bu eşitsizlik yoluyla kurulu düzeni dışlananlar lehine yeni baştan düzenler.

‘Gelecek Demokrasi’ adlı kitabınızı günümüz siyaseti ile ilişkili hangi açılardan inceleyebiliriz?

'Gelecek Demokrasi', eğer kısaca özetlemem gerekirse, polis'e indirgenmiş bir politika düşüncesine karşı ya da ona alternatif bir politik felsefenin izini sürüyor. Bunun, günümüz siyasal dünyasında temsile indirgenen bir demokratik siyasetin eleştirisi için önemli olduğu kanısındayım. Demokratik siyaset bugün kamuoyu yoklamaları yoluyla sessize alınmış kitlelerin önlerine konulan önceden belirlenmiş yargılar arasında seçim yapmaya zorlandıkları prosedürel bir süreçten ibaret hale gelmiş durumda.

Oysa mesele demokrasiyi demokratikleştirmenin olanaklarını aramaktır; temsile indirgenmiş bir kimliğe kayıtlı olmaktan kurtulan, kendini bizzat kendine ait bir dilin dünyası içinde sunma imkanına sahip olan bir demokrasiyi düşünebilmektir.

Daha açık olmak gerekirse, Foucault’nun söylediği gibi, mesele kendiliğin yapılandırılmış ve biçimlendirilmiş olduğunu görmek, bunu kavramak ve sonrasında kendiliğin içkin halini keşfederek yeni bir öznelliği yaratabilmektir.

Polis'e karşı politika, biraz da polisin içinde onun bir bileşeni olarak imal edilen benliklere karşı kendiliği bulmak ve onu deneyimleme olanaklarının arayışıyla ilgilidir. Politika felsefesini günümüzde estetikle buluşturan ya da onu estetik bir meseleye dönüştüren şey kanımca budur.

Geleceğe dair kitap projeleriniz var mı?

Şu an için sanırım uzun bir zaman alacak bir projeyle meşgulüm. Politikayı sanatsal bir form olarak ele almanın tarihsel ve düşünsel kaynaklarını incelemek istiyorum.

Estetik düzeyde tasarlanmış bir imge olarak politikayı ele alan kaynaklara ve düşüncelere yöneldim bir süredir. Buradan ciddi bir çalışma çıkar mı bilmiyorum ama umuyorum ki yazmak için bana ilham verecek.

*Efe Baştürk’ün kaleme kaldığı kitaplar;

- Gözetimin Soykütüğü/Foucault’dan Deleuze’e Postmodern Bir Arkeoloji (Kalkedon Yayınları-2016)

- İçkinlik Demokrasisi/Deleuze ve Politik Felsefe (Norgunk Yayınları-2018)

- Biyonoetika’nın Doğuşu/Aristoteles Düşüncesinde Etik, Politika ve Canlı Yaşamın Yönetimi (Phoenix Yayınevi-2019)

- Platon’da Politik Düşüncenin Soykütüğü (Pinhan Yayıncılık-2019)

- Açılma/İki Leviathan Okuması (Runik Kitap-2020)

- Sokrates’ten Rousseau’ya Politika Felsefesi Tarihi (FOL Kitap-2021)

- Schmitten Habermas’a Çağdaş Politik Felsefe (FOL Kitap-2022)

- Foucault’dan Ranciere’e Gelecek Demokrasi (FOL Kitap-2023)

Öne Çıkanlar