Ev, kimlik ve zaman: Şenay Şentürk'le 'Mutsuz Evlerden Önce' üzerine
'Mutsuz Evlerden Önce' SRC Kitap'tan çıktı. Şentürk, "Kitabın karakterleri, tahakküm ilişkisini içeren ve köleleştiren “hapis alanı mutsuz evler”i yıkıp, özgür ilişkiyi içeren, kölelikten azat eden “özgürlük alanı mutlu evler”i kurmaya çalışıyorlar" dedi.
Demet ÇALTEPE
Şenay Şentürk’ün kıvrak dili ve zengin düş dünyasıyla kurduğu sekiz öyküden oluşan "Mutsuz Evlerden Önce" adlı kitabı, SRC Yayınları tarafından yayımlandı.
Kitap, okurlarını geçmiş ve geleceğin iç içe geçtiği metinlerle zamanda ve mekânda bir yolculuğa çıkarmayı vaat ediyor. Her bir öykü, farklı zaman dilimlerinden ve mekânlardan geçerek, bireylerin içsel dünyalarındaki derinlikleri ve toplumla olan çatışmalarını gözler önüne seriyor.
Şentürk, öykülerinde zamanın doğrusal akışını bozan bir kurgusal yapıyı tercih ederek, geçmişle geleceğin paralel bir şekilde iç içe geçmesini sağlıyor. Bu anlatım tarzı, okura bir zaman yolculuğunun içsel bir keşfini sunarken, karakterlerin kimlik arayışlarını ve toplumsal yapılarla olan ilişkilerini derinlemesine inceleme fırsatı veriyor.
Kitapta, bireylerin toplumsal cinsiyet ve aile yapılarıyla olan ilişkilerini ele alan güçlü temalar ön plana çıkıyor. Mutsuz Evlerden Önce’deki karakterler, toplumun dayattığı kimliklerle mücadele ederken, aynı zamanda içsel dünyalarındaki arayışlarını sürdürüyorlar. Bu öyküler, aile yapısının ve "ev" kavramının bireysel düzeyde, kimlikler üzerindeki etkilerini sorgularken toplumsal cinsiyet rollerine dair derinlemesine bir bakış sunuyor. Şentürk’le kitabın kurgusal yapısını, toplumsal cinsiyet ve aile yapılarındaki dönüşümü, "ev"in anlamını ve karakterlerin içsel yolculuklarındaki nesnelerle kurdukları ilişkiyi tartışmak üzere keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.
- Kitaptaki karakterler farklı zaman dilimlerinden ve mekânlardan geçerek geçmişle gelecek arasındaki yolculuklarla aslında kendi kimlikleriyle yüzleşiyor. Bu kurgusal tercih ve zaman kavramıyla ilişkinizi nasıl tanımlarsınız?
Öyküde zaman seçimi, öykünün niteliği ile doğru orantılı. Bu nedenle dikkat edilmesi gereken unsurların başında geliyor bence. Zamanı mümkün olduğunca tasarruflu kullanmak elzem. Zamanı ne kadar kısa tutarsak, anlatmak istediğimiz konuyu derinleştirmek, karakterlerin iç dünyasını irdelemek, sadece kendileriyle değil, onları toplum gerçekleriyle de yüzleştirme fırsatımız oluyor. Bunu yaparken klasik bir hikâye anlatıcısı konforuyla olayları kronolojik sırasıyla anlatmak elverişli gibi gözükse de, karakterin iç dünyasını irdeleme konusunda yetersiz kalıyor. Bu nedenle kurguda geçmişle geleceğin kol kola ilerlemesini tercih etmemin, hem benim hem okurun işini kolaylaştırdığını düşünüyorum. Doğrudan anlatımın tatsızlığını da ortadan kaldırıyor. Öykü yazarken amacımız okura doğruyu ya da yanlışı işaret etmek değil. Ben tarafsız bir anlatı sunmaya çalışıyorum. Ayrıca karakterlerin şimdiki zamanda yaşadıklarını algılama biçimi ve verdiği tepkileri neden-sonuç ilişkisi ile inceleyebilmek için akronik zamanda anlatmak çok daha anlamlı. Kurguda metinler arası zaman geçişlerini en net kullandığım öyküm “Nereye Böyle” adlı öyküm oldu. Şimdiki zamanda akan öykü, bir önceki ve bir sonraki anlatıda neredeyse denk biçimde geçmişle bir arada akıyor.
- Kitaptaki metinlerdir yandan toplumun dayattığı kimliklerle savaşan bireylerin hikâyelerine diğer yandan da arzu ve şiddet ilişkilerine dair derinlemesine bir bakış sunuyor. Bu temalar üzerinden toplumsal cinsiyet ve aile yapılarındaki dönüşümü nasıl yorumlarsınız? Mutsuz evler, aslında bireylerin içindeki mutsuzlukları mı yansıtıyor?
Toplumun dayattığı kimliklerle savaşmak, bireylerde neredeyse bipolar diyebileceğimiz tuhaf kişilik bölünmelerine sebep oluyor. Toplum içinde kendisinden beklendiği gibi yaşamayı sürdüren bireyler, hayata gizlice geçirebildikleri benimsenmemiş ya da kabul görmemiş fakat kişiliklerinin parçası olan, duygusal ya da biyolojik tercihleriyle zaman zaman baş edebildikleri, bazen de edemedikleri ikinci yaşamlarını bir şekilde sürdürüyorlar. Ev kavramı Ortadoğu toplumlarında doğrudan aile ile eşdeğer olduğundan gerçek kimlik evin içine giremiyor. Çünkü toplumda kabul görenle, evde kabul gören olgular birbirine denk düşüyor. Dolayısıyla bireyler evlerin içinde bir bütün olarak var olmadıkları için mutsuzlar. Toplumsal kimlikler aileyi, aile de toplumsal kimlikleri pohpohladığından, aile yapılarında zamanla olması beklenen değişim, dönüşüm gerçekleşemiyor. Mesela, toplumda yükseltilmeye çalışılan homofobi üzerinden konuyu ele alsak bile yanılmadığımızı görürüz.
- Yazının ve dilin, nesnelerle kurduğu ilişki hakkında ne düşünürsünüz? Soruyu biraz daha açacak olursak kitabın karakterleri varlıklarını kurarken yaşadıkları dünyadaki nesneleri nasıl anlamlandırıyorlar?
İnsan, belli bir nesneler evreni içinde doğuyor ve yaşıyor. İçinde doğup yaşadığı nesneler evreni ile kaçınılmaz olarak ilişki ve iletişim kuruyor. Sanat ise, insanın nesneler ile kurduğu estetik ve duygusal ilişki-iletişim biçimi. Dolayısıyla sanat, aslında insanın, kendisini kuşatan nesneleri bir tür anlamlandırma eylemi; onlara olumlu veya olumsuz, güzel veya çirkin, iyi veya kötü anlamlar yüklemek. Nesneler ile kurulan ilişki ve iletişim ise, kaçınılmaz olarak hem nesneler evrenini hem de bilinci-iradeyi yani insanın kendisini etkiliyor, değiştiriyor ve dönüştürüyor. Tabi ki benim kurguladığım karakterlerim de, içinde yaşadıkları nesneler evreni ile kaçınılmaz olarak ilişki ve iletişim kuruyorlar ve bunu yaparken hem kendilerini hem kendilerini kuşatan nesneleri etkiliyorlar. Benim karakterlerim, tahakküm ilişkilerinden kopup özgürleşmek isteyen bireyler. Bu nedenle kitaptaki karakterler, “tahakküm - özgürlük” ikilemi yani “tahakküme karşı özgürleşme mücadelesi” bağlamında nesneleri anlamlandırıyorlar ve kendilerini yeniden kurmaya çalışıyorlar: Tahakkümü içeren nesnelerden ve ilişkilerden uzaklaşmaya çalışıyorlar, özgürlüğü içeren nesnelere ve ilişkilere yöneliyorlar. Ve tabi ki bunu yaparken, hem nesneler evrenini hem kendilerini değiştirip dönüştürüyorlar. Bunu en net biçimde yansıttığım öyküm; “Kimsesiz Anneler Saati”. Şafak vaktinde evlerden kaçan kadınların şarap, dans, karanlık, sokak hayvanları ve renklere yükledikleri anlamlar, bu kavram ve nesnelerle kurdukları ilişkilere yükledikleri anlam tutsaklığa karşı özgürlüğü çağırıyor.
- Sizce "ev" kavramı ne anlama geliyor? Ev, hem fizikselliğiyle hem de duygusal olarak bir tür hapis alanı mı, yoksa bireylerin özgürleşmesi için bir alan mı? Bu çelişkili ilişkiyi öykülerinizde işlerken nasıl bir anlatım dili seçtiniz ve bu dili yaratırken ilham aldığınız yazarlar var mı?
Ev veya aile, başlı başına ne hapis ne de özgürleşme alanı. Hapis alanını yaratan şey, tahakküm ilişkileri; Eğer ev/aile içinde tahakküm ilişkisi varsa elbette orası, insanın (özellikle kadının ve kız çocuklarının) özgürleşmesini engelleyen, insanı kişiliksizleştiren, köleleştiren bir hapis alanı. Ne yazık ki günümüzde evlerin çoğunluğu, bireyi (özellikle kadını ve kız çocuklarını) ezen tahakküm ilişkilerini içeriyor, çünkü evleri üreten kapitalist sistem ve ataerkil kültür tahakkümün ta kendisi. Dolayısıyla kitaptaki karakterler, aslında başlı başına evden/aileden değil, tahakküm ilişkisinden mustaripler. Bu nedenle kitabın mutsuz karakterleri, tahakküm ilişkisini içeren ve köleleştiren “hapis alanı mutsuz evler”i yıkıp, özgür ilişkiyi içeren ve böylece kölelikten azat eden “özgürlük alanı mutlu evler”i kurmaya çalışıyorlar.
Öte yandan ev bizim toplumumuzda aileyle eşdeğer tutuluyor. Hem fiziksel hem duygusal bağlamda birliktelik gücü temsil ediyormuş gibi görünse de bireyselliği baltalıyor maalesef. Buradan hareketle ailenin birlikteliğinin kutsal sayılması yanlışların ortaya konmasını da zorlaştırılıyor. Gelenekselliğin dışına çıkıldığında ise bireyselliğin özgürce ortaya konabildiği, kaçıp saklandığımız, toplumun dayattığı kimliklerimizi kapının dışında bırakabildiğimiz yegâne yer olarak işlenebiliyor öykülerde. Yalnız kalınabildiği oranda özgürleştiren, çoğaldıkça yalnızlaşılan kapalı bir kutu aslında. Dolayısıyla bazı öykülerimde ev kısmen özgürlük alanı sağlasa da hem içinde bulundukları toplumun, hepimiz gibi içinde bulundukları ekonomik durum, hem toplum normlarının parçası oldukları için ve karakterlerim bu toplumun kişileri olduklarından birçoğunda ev tutuklu kaldıkları hücrelerden farksız. Bazı karakterler yalnızlığın içlerinde çoğalttığı duygusal boşlukla, yaşadıkları sıkıntılarla boğuşurken, bazıları ailenin ve toplumun dayattığı kimlikleriyle mücadele ediyorlar. Her iki taraf da mutsuzluğun kaynağının “ev” olduğunu sanıyor. Oysa içinde yaşadığımız kapitalist düzende hem fiziksel hem de duygusal olarak içinde sığınabilecekleri bir evleri yok aslında.
Bazı öykülerimde yalın akıcı, doğrudan anlatım tercih ederken, bazılarında imgelerin ve temas ettikleri nesnelerin, renklerin içinde gezinerek dolaylı anlatım tercih ettim. Her öykünün kendine özgü bir dili var bence. Öykü bunu kendisi yaratıyor. İlham aldığım yazarlar yok ama çok severek okuduğum yazarlar var elbette. Leyla Erbil, Aslı Erdoğan, Füruzan bunlardan bazıları. Çağdaş öykü yazarlarından okumadığım neredeyse yok gibi.
- Okurlarınızı bekleyen yeni öyküleriniz var mı?
Evet, yeni öyküler yazıyorum. Birikiyorlar, biriktikçe de beni endişelendiriyorlar. İlk kitaptan sonra işimin zorlaştığını düşünüyorum. Daha özgün, daha çarpıcı hikâyelerin peşinden gitmek kolay değil.