Görüyor, duyuyor ve yazıyor: Sabiha Sertel’in mücadelesi
Adalet ÇAVDAR
Tuncay Birkan hangi kitaba el atsa, merakımın ve heyecanımın sınırlarını zorlar. Onu tanıyan herkes gibi, ben de onun edebiyat ve matbuat dünyasının derinliklerine inen bir arkeolog olduğunu düşünürüm. Edebiyata ve tarihe gösterdiği özen, bizler için hem ilham kaynağı hem de bir ustalık dersidir. Her haliyle bize hocalık ettiği için ona ne kadar teşekkür etsek az.
Tuncay Birkan’ı tanımayanlara kısaca şöyle anlatabiliriz belki. O sadece bir çevirmen ve editör değil; aynı zamanda Türk edebiyatına yeni pencereler açan titiz bir araştırmacı. Çeşitli yayınlarda denemeleri ve yazıları yayımlandı.
Yayına hazırladığı ya da katkıda bulunduğu kitaplar için yazdığı arka kapak yazılarının ve önsözlerin tiryakisi olduğumu belirtmeliyim. Refik Halid Karay’ın daha önce hiçbir kitabına girmemiş yazılarını derleyerek 18 kitaplık devasa bir Memleket Yazıları dizisi oluşturdu; bu dizinin ardından Adnan Adıvar, Sermet Muhtar Alus, Vâlâ Nureddin Vânu ve Haldun Taner’in yazılarını da aynı özenle gün yüzüne çıkardı. Metis Yayınları’ndan çıkan "Dünya ile Devlet Arasında Türk Muharriri" (1930-1960) ve "Sol: Evin Reddi" gibi kitaplarıyla da tarihe çok önemli kayıtlar düştü.
Eylül ayında ise Tuncay Birkan’ın özenle hazırladığı, Sabiha Sertel’in çarpıcı yazılarından oluşan "Görüyoruz, Duyuyoruz" kitabı Metis Yayınları etiketiyle okurla buluştu.
Sabiha Sertel, 1895’te Selanik’te dünyaya geldi. 1919’da, eşi Zekeriya Sertel ile birlikte çıkardığı Büyük Mecmua ile başladığı gazetecilik hayatı, onu Cumhuriyet, Resimli Ay, Resimli Her Şey gibi birçok yayınla buluşturdu. Ancak, kariyerinin en zorlu ama aynı zamanda en çarpıcı dönemini Tan gazetesinde yaşadı. 4 Aralık 1945’te matbaasının devlet destekli bir grup tarafından yıkılması, onun mücadelesinin bir dönüm noktasıydı.
Türkiye’de “ilk kez yargılanan kadın gazeteci”, “en çok yargılanan” ve “en çok yazı yasağı getirilen” unvanlarının sahibi oldu. Gazetecilik yapamadığı zamanlarda bile yazmaktan ve yayınlamaktan vazgeçmedi. Ansiklopediler hazırladı, yaptığı çevirilerle sosyalizmin klasik eserlerini Türkçeye kazandırdı. 1950’de Türkiye’den ayrılmak zorunda kalıp hayatına sürgünde devam etse de, 1930'lardan itibaren üyesi olduğu TKP’de aktif rol almayı sürdürdü. 1968’de Bakü’de hayata veda etti.
Kitaba geçmeden önce, Tuncay Birkan’ın Sabiha Sertel: Mirası, Güncelliği başlıklı sunuş yazısı okuru adeta hazırlıksız yakalıyor. Birkan, Sertel’in ulaşabildiği tüm metinlerini titizlikle gözden geçirirken Sertel’in kendi otobiyografisindeki kronoloji hatalarını bile bulup düzeltiyor.
Birkan, Sertel’in yazılarının hâlâ güncel olduğunu vurguluyor ve onun gazetecilik mesleğini icra ederken takındığı cesur ve yenilikçi duruşu hatırlatıyor. Bu özelliği en çok Sertel’in kadın hakları, sosyal adalet ve basın özgürlüğü gibi konularda ortaya koyduğu güçlü bakış açısında görüyoruz. Öyle ki, söz konusu yazıların her biri bugünü anlamak isteyenlere etkili birer yol haritası olarak da okunabilir.
Tuncay Birkan'ın Sunuş yazısı, yalnızca Sertel’in yazılı eserlerine değil, onun toplumsal hareketlerdeki aktif rolüne de ışık tutuyor. II. Dünya Savaşı döneminde ve sonrasında, Sertel’in baskıcı bir rejime karşı halkın yanında durarak nasıl bir “aydın gazeteci” modeli yarattığını detaylarıyla ele alıyor. Kadınlara yönelik baskı politikalarına karşı feminist bir duruş sergileyen Sertel, aynı zamanda milliyetçilik ve devlet otoritesine yönelik eleştirileriyle de dikkat çekiyor.
Birkan, Sertel’in hayatında karşılaştığı zorluklara geniş bir perspektiften bakarken, onun özgürlük, adalet ve eşitlik konularındaki kararlılığını da vurguluyor. Sunuş yazısında öne çıkan bir diğer önemli detay ise, Sertel’in Tan gazetesine yapılan 1945 baskını sırasında yaşadığı travmatik deneyim. Bu olay, onun basın özgürlüğü mücadelesinin en zor anlarından biri olmakla birlikte Türkiye'de devletin medyaya yönelik tavrını ve bu tavrın sürekliliğini anlamak için ayrıntılarıyla incelenmesi gereken önemli bir tarihi vaka.
Birkan, Sertel’in özel hayatına dair bazı detaylarla okurunu şaşırtmayı da ihmal etmiyor. Örneğin, Sertel’in yazılarını sık sık eşi Zekeriya Sertel’e okuması ve aralarındaki tatlı tartışmalar… Zekeriya’nın, Sertel’in tarihsel ayrıntılarda fazla titiz davrandığını söylemesi üzerine Sabiha’nın yazılarını ona okumayı bırakması gibi küçük ama anlamlı ayrıntılar, Sertel’in mesleki azminin yanı sıra eşiyle arasındaki ilişkinin temel dinamiklerini ortaya koyuyor.
Okura asıl garip hissettirense, Sertel’in kimi cümlelerinin, paragraflarının bugündeki karşılıklarını düşünmek. Şu aşağıdaki paragrafların yankılarını bugünün haberlerinde, yazılarında, toplumsal, siyasi ve ekonomik sorunlarımızın konuşulduğu her mecrada bulmak o kadar mümkün ki.
“Hastanelere müracaat eden insanların, yaralarından kanlar akarak, hayat dilenmek için başlarını sürdükleri hastanelerden, paranız yok, burası hususi hastane diye kapı dışarı edildiğini işitiyoruz. Hastane cebi dolgun bir adamın veya birkaç adamın malı olabilir. Fakat her şeyden evvel doktorluğun bir insani, bir de içtimai tarafı var…”
(Sayfa 52)
“Ormanlara saldıran yabancı ellere, gasıp [gaspedici] ellere karşı köylü karşı durmuş ... Bundan tabii ne olabilir? Fakat bu mümanetin [direnişin] karşısında ‘Köylü memleketin efendisidir’ diyen kanun ve o kanunu çiğneyen adam ‘Köylü memleketin uşağıdır’ demiştir. Çünkü, şirket yalnız onun sâyini istismar ile kalmamış doğrudan doğruya malına dahi tesahup etmiştir [el koymuştur]. Bu sarih tecavüzün karşısında, köylünün hakkını müdafaa edecek hükümet adamı, kanun adamı, elindeki jandarma ile onun üstüne saldırmış.”
(Sayfa 68)
“Bu toprağın üzerinde vergi veren her ferdin yaşamağa ve ölmeğe hakkı vardır. Basil dö Kohlar saltanatını yıkmak, vergiyi alanların borcu, fakat bu ordunun sokaklara fırlattığı ölüm bekleyicilerine hastane kapılarını açmak da cemiyetin borcudur. Cemiyet, kum gibi dağınık ferdlerin meydana getirdiği bir adetler yekûnu değildir. Cemiyet, ferdleri teşkilat altında toplayan, bu ferdlere hayat emniyeti veren mekanizmadır…”
(Sayfa 66-67)
Sabiha Sertel, dönemin Türkiye’sinde sınıf çatışmaları, işçi hakları ve yoksulluk gibi meseleleri doğrudan ele alarak, devletin sosyal sorumluluklarını yerine getirmesini talep ediyor. Yukarıda alıntıladıklarım üç ayrı yazının bölümleri. Kadın ve çocuk işçilerin fabrikalarda maruz kaldığı sömürüye dair yazıları, kitap boyunca karşımıza çıkan en güçlü temalardan biri. Sertel, toplumsal adaletsizlikleri açığa çıkarırken, toplumun en kırılgan kesimlerinin yaşadığı zorluklara dikkat çekiyor.
Türkiye’de feminizmin şekillenmesinde öncü isimlerden biri olarak, kadınların toplumdaki yeri konusunda güçlü bir sorgulama yapıyor. İlk yazılarında kadın haklarını savunurken, ilerleyen yıllarda bu mücadeleyi toplumsal adalet perspektifinden ele alıyor. Başlangıçta kadınların hak mücadelesini öncelerken, zamanla kadın hareketini burjuva ideolojisinin bir parçası olma eğilimi göstermesi dolayısıyla eleştirmeye başlıyor.
“Başvekil B. Celâl Bayar, Ajans ekonomik finansiye müdürüne verdiği bir mülakatta Kemalizmin ekonomik doktrinini tarif ederken, ‘sosyal ‘ben’ ferdi ‘ben’e galiptir’ diyor. Bu tek cümle dahi Kemalizmin sosyal cephesini izaha kâfidir. Kemalizm şahsi teşebbüslerle, mülkî şahsiyete taraftar olmakla beraber, umumi menfaatleri şahsi menfaatlere feda etmez. Kemalizmi, liberal demokrasilere benzetenlerin hatası burada mıdır? Liberalizm, demokrasi hudutları içinde halka, umumi menfaatlere hizmet için bir yer vermekle beraber, en büyük kuvvetle şahsi menfaatleri müdafaa eder. On dokuzuncu asrın ‘Laissez faire’ [Bırakınız Yapsınlar] doktrini, doğrudan doğruya serbest ticarete ve şahsi ticaretin en hudutsuz himayesine dayanır. Devletin ticaret yapmasına karşı olan bu hücum, sade ve bu ferdî menfaatleri himaye içindir. Esas gayesi fert, mütemmim [tamamlayıcı] gayesi cemiyettir.”
(Sayfa 133-134)
Milliyetçilik ve Kemalizm’e dair eleştirel bir bakış açısı da geliştiren Sertel, Cumhuriyet’in erken dönem reformlarını desteklemekle birlikte, devletin otoriter yönlerini ve işçi haklarını göz ardı eden politikalarını da sorguluyor. Bu ideolojik farklılıkların yarattığı içsel çatışmayı, yazılarında net bir şekilde hissetmek mümkün. II. Dünya Savaşı esnasında faşizme karşı geliştirdiği duruş, onun anti-faşist ve sosyalist bir toplum düzenine olan inancını yansıtıyor. Halkı faşizme karşı bilinçlendirme çabası, yazılarında giderek daha belirgin hale geliyor.
“İşte Nadir Nadi ve diğerlerinin bu dışardan ithal ettikleri faşist markalı hürriyeti, kolipostalla geldiği yere iadeyi çalışıyoruz. Sabiha Zekeriya aldanmıyor. Hürriyetin hiçbir zaman ne dışardan, ne içerden ne de bu hürriyetin imtiyazını ellerinde tutanlardan bir bayram hediyesi gibi halka dağıtılacağına bir an bile inanmamıştır. Hürriyet markasız ve firmasız bütün insanların müşterek malıdır. Onu biz almak için çırpınıyoruz, Nadi Nadiler de vermemek için. İkimiz de vazifemizi yapıyoruz.”
(Sayfa 151)
Onun sert ve dolaysız üslubu, en çok da toplumsal eşitsizlikleri ele alırken kendini gösteriyor. Devletin ve sermaye sahiplerinin ikiyüzlülüğünü açıkça eleştiren Sertel’in dili sade ama etkileyici; güçlü betimlemeler ve doğrudan anlatımıyla okuru içine çekiyor. Bu nedenle, okuyucular üzerinde derin bir etki bırakmayı ve toplumsal bilinci artırmayı başarıyor.
Bütün bu detaylarla, Görüyoruz, Duyuyoruz, Sabiha Sertel’in toplumsal sorunlara dair cesur ve derinlemesine bakışını bir kez daha hatırlatırken, Türkiye’nin siyasi ve sosyal yapısına, bu yapının ve bugün hâlâ devam eden sorunlarının nasıl oluştuğuna dair bir perspektif sunuyor. Sözün kısası bu kitap, Sertel’in mirasını günümüz okurlarına aktaran, etkileyici bir koleksiyon olarak tanımlanabilir.
100 yıldır bu memlekette bazı şeylerin değişmediğini görmek acı verici. Aynı hak mücadeleleri, aynı eşitlik talepleri için çaba göstermeye devam ediyoruz.
“Umutsuz konuşma, o zamanlarda Sabiha Sertel neler başarmış, okuduğunu anlamadın mı?” diyeceksiniz.
Haklısınız. İşe başlayacağımız yerlerden biri de Cumhuriyet kurulduğu andan itibaren verilen mücadeleleri gerekirse en başından bir daha etüt etmek ve mücadele saflarını tarihin farkındalığıyla sıkılaştırmak olmalı. Kolay değil, ama kıymeti zorluğunda belki de...