Hiçbir şey hayat kadar şaşırtıcı olamaz

Hiçbir şey hayat kadar şaşırtıcı olamaz
Yaşadığımız bazı deneyimler vardır ki, gerçekliğin kendisiyle bile açıklamakta zorlanabilirsiniz. Edebiyat ve genel olarak sanat, bu muammanın şifrelerini çözebilmek için yol bulmaya çalışır. Nihayetinde “hiçbir şey hayat kadar şaşırtıcı olamaz yazı hariç

Can ÖKTEMER


Netflix, Gabriel Garcia Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlık romanını uyarlayacağını ilk duyurduğunda, romanı sevenler tarafından haklı olarak itirazlarla karşılandı. Herkes kılıçlarını, oklarını ve mancınıklarını hazırlayıp sosyal medyadaki kumanda merkezlerine oturup dizinin yayına gireceği tarihi beklemeye başladılar.

Henüz yayınlanmamış bir diziye dair bu denli ters rüzgâr esmesinin en büyük nedenlerinden biri romanın sinema veya diziye uyarlanması konusundaki zorlukları diğeri de Netflix’in yıllar içinde kaybettiği prestij.

Latin Amerika’dan çıkıp dünya edebiyat tarihini derinden etkileyen büyülü gerçekçilik akımının en önemli yazarlarından biri olarak kabul edilen Marquez’in kurduğu dil zanaatı ve inşa ettiği dünyanın biricikliğini sinematografın doğrudan karşılayamayacağı malum. Bununla beraber Marquez’in romanları okurlarına biricik bir deneyim sunar. Orada karşılaştığımız hikayeler, anlatım biçimi okuma deneyimini tarifi pek de olmayan bir görsellik geçidi olarak sunar.

Yüzyıllık Yalnızlık romanı daha ilk satırlarından Macondo ülkesinin doğal güzelliklerini, kokusunu ve pastrol zenginliğini satırlarda büyüleyici bir şekilde anlatır. Bu anlamda roman her bir okura farklı bir deneyim sunar. Özellikle yazarın bir başka başyapıtı Kolera Günlerinde Aşk’ın sinema uyarlamasını hatırlayalım. Flash TV yaşlandırma tekniğini bile mumla aratacak kadar kötü makyaj, kötü sinematografiyle kötü uyarlamalar listesinin başına geçmişti.

Netflix’in Yüzyıllık Yalnızlık’ı nasıl yorumlayacağı, görselleştireceği ve romana olan sadakatinin nasıl olacağı merakla ve öfkeyle bekleniyordu. Kötü uyarlama Netflix surlarına atılacak domates, ortalama bir uyarlama ise sosyal medya övgülerine mahzar olacaktı. Geçtiğimiz haftadan itibaren yayınlanmaya başlanan dizi bize nasıl bir dünya sunuyor peki?

Dizinin yönetmen koltuğunda Alex Garcia Lopez ve Laura Mora Ortega oturmuş. Başrollerinde ise Claudio Cataño ve Jackie Quinones gibi oyuncular var. Başta reji olmak üzere senaristler, oyuncular ve yapım ekibinde diziyi hakkını vererek uyarlama konusunda tedirginlikleri olduğu söylenebilir. Her bir karede Marquez’in dünyasına yaklaşabilmek için bir hayli çaba sarf etmişler.

Machado’nun kuruluşu, doğa, Latin Amerikan’ın kültürel dokusunu olduğu gibi sunmaya çalışmışlar. Bu tedirginlik yaratıcı alanı biraz kısıtlamış ve ekibi garantici bir yöne sürüklemiş. Örneğin üst anlatıcı kullanarak, Marquez’in pasajlarından bölümler okunması, hikâyedeki fantastik unsurların görsel numaralar yapmadan gösterilmesi, dünya kurulumundaki noksanlar olarak görülebilir. Her şeyin tamamen sözle açıklanması, Macondo’nun pastoral zenginliğinin görselleştirilmesindeki zayıflıklar da romanla dizi arasında bir mesafe oluşmasına neden olmuş. Halbuki görsel sanatların sahip olduğu anlatım marifetiyle Marquez’in kurduğu büyülü dünyayı anlatabilmenin bir dolu yolu var.

Geçtiğimiz yıl Iñárritu’nun çektiği Bardo filmini hatırlayalım. O film de sırtını büyülü gerçekçilik akımına dayıyordu. Söz yerine imge ve semiyolojik göndermelerle dünyasını anlatıyordu. Dizide de buna yakın bir takım görsel oyunlar var ama bunun bir roman uyarlaması olduğu düşünülürse çok daha orijinal ve sanatsal bir yaklaşım olması gerekmez miydi? Hal böyle olunca duygu geçişleri benim dünyamda pek karşılık bulamadı maalesef. Şimdi bu satırların sahibi olarak doğrudan romanın tarafını tutan, uyarlamasının imkânsız olduğuna dair bir ön yargıya sahip huysuz ve muhafazakâr biri düşünebilirsiniz beni. Belki de haklısınızdır ama roman ve sinema arasındaki ilişkide taraflar keskindir bunu biliyoruz. Lakin, uyarlayan tarafın yeni bir şey koymasını ve romana dair yeni fikirler üretmesini beklerim. Sinema tarihinde böyle örnekler mevcut. Uyarlanması Marquez’den bile zor olarak görülen Laurence Stern’in Tristram Shandy – Beyefendi’nin Hayatı ve Görüşleri filmini hatırlayalım.

İşin özü dizi Netflix standartlarına göre kötü değil ama roman karşısındaki tedirginlik seriye yansımış. Ekibin romana dair sadakatinden şüphemiz yok. O konuda çok hassas ve titiz bir çalışma yapılmış ama işte dünyanın görselleşmesinde ve sunulmasında sorunlar olduğu da aşikâr. Bu da çok daha iyi olabilecek bir uyarlama fırsatının kaçmasına neden olmuş kanımca. Netflix’teki hayatımız biraz böyle geçiyor sanırım hep bir yarım kalmışlık hissi hep çok daha iyi olabilirmiş duygusu.

Marquez, Yüzyıllık Yalnızlık’ı nasıl yazdığını aktarırken çocukken gördüğü şeyleri edebiyat aracılığıyla nasıl anlatacağı üzerine uzun yıllar kafa yormuş. Toprak yiyen kız kardeş, geleceği gördüğünü iddia eden büyükanne… Marquez’in evi gerçek olamayacak kadar gerçek dışı bir evrenin parçasıymış.

Kendi ifadesiyle: “Büyükannem, en acımasız şeyleri, kılını bile kıpırdatmadan, sanki yalnızca gördüğü şeylermiş gibi anlatırdı bana. Anlattığı öyküleri bu kadar değerli kılan şeyin, onun duygusuz tavrı ve imgelerindeki zenginlik olduğunu kavradım. Yüzyıllık Yalnızlık’ı büyükannemin işte bu yöntemini kullanarak yazdım.” Kitaba dair bu özet aslında her şeyi özetliyor. Marquez’in insanlık tarihine sunduğu bu kitabın okura sunduğu deneyim de dünya da her haliyle biricik. Bu yüzden roman hep ayrı bir yerde kalacak, uyarlamalar da kişisel beğeniyle sınırlı olacak.

Hayatta yaşadığımız bazı deneyimler vardır ki, gerçekliğin kendisiyle bile açıklamakta zorlanabilirsiniz. Edebiyat ve genel olarak sanat işte bu muammanın şifrelerini çözebilmek için bir yol bulmaya çalışır. Nihayetinde “hiçbir şey hayat kadar şaşırtıcı olamaz yazı hariç”

Öne Çıkanlar