Pelin Buzluk’la 'Yer Değiştiren Sular' üzerine: 'İlk kitaptan beri politik öyküler yazdım'
Oğulcan ÖZGENÇ
ANKARA - Pelin Buzluk’un Yer Değiştiren Sular isimli dördüncü öykü kitabı İletişim Yayınları etiketiyle okuyucuyla buluştu. Önceki kitaplarıyla Selçuk Baran Öykü Ödülü ve Sait Faik Hikâye Armağanı gibi önemli ödüller alan Buzluk, Yer Değiştiren Sular’da “kayıp” temasının peşinden gidiyor.
Öykülerinde kurduğu atmosferle ve karakterlerle; yoksulluğa, çaresizliğe, kadına yönelik şiddete temas eden Buzluk, “Gözaltında kayıpların, tutulamayan yasların, cinayetlerin, katliamların coğrafyasında imgelemimin epeydir bu temalarla meşgul olmasını pek de yadırgamamaya karar verdim” diyor.
Dördüncü öykü kitabınız Yer Değiştiren Sular, İletişim Yayınları etiketiyle çıktı. Yedi senenin ardından yeni bir öykü kitabı. Tüm öykülerde; kaybolma, terk edilme, yok olma izlekleri hâkim. Öyle ki bu izlekler, kitaba adını da veriyor. Neden bu izleğin peşinden gittiniz?
Bu izleklerin, temaların peşinden ilk gidişim değil aslında. Deli Bal’dan, hatta öncesinden beri, ele alış biçimim, dilim, kurgu düşüncelerim değişse de özellikle “kayıp” benim için hep ilginç bir tema olageldi. Hemen aklıma gelenler arasında Saklambaç, Kemikler, İbrahim Dağı gibi öyküler buna örnek gösterilebilir. Neden diye ben de soruyorum. Bütün cevapları alabildim mi kendimden, bilmiyorum ama otobiyografik tarafı bir yana, gözaltında kayıpların, tutulamayan yasların, cinayetlerin, katliamların coğrafyasında imgelemimin epeydir bu temalarla meşgul olmasını pek de yadırgamamaya karar verdim.
‘KURGULARIN YOLU YASLA VE KAYIPLA ŞEKİLLENİYOR’
Öykülerinizde beden temasının da işlendiğini görüyoruz…
Bu kitapta bedenle ilgili düşüncelerin, bir bedenden ibaret oluşumuzun ve bu bilgiye ilk kezmiş gibi bakan bir imgelemin ürettiği kurgular var. Bu kurguların yolu yasla ve kayıpla kesişiyor. Dostluk, arkadaşlık, dayanışma ve aşk temalarıyla harmanlanıyor. Böylece karakterlerin sürdüğü düşsel yaşantıya eşlik eden duyguların yalnız keder veya yalnız neşe gibi bir dikotomiye* indirgenemeyeceğini, okuma deneyimi boyunca okurun imgeleminde de bu spektrumun bir noktasından diğerine hareket edilebileceğini düşünüyorum, öykü dünyasının ve karakterlerin inandırıcılığını da bu değişkenlikte görüyorum.
Bu öykü kitabınızda da atmosferlerin çok güçlü biçimde kurulmuş. Örneğin bir otobüs yolculuğu ya da ölü bedenlerin bulunduğu bir dere kenarı… Öykülerinizin atmosferini kurarken nasıl çalışıyorsunuz?
Öykülerin kurgu düşünceleri düşsel fotoğraflarla ya da sahnelerle gelişiyor. Defterime aldığım notlar, bu anları, sahneleri kendime tarif etmek içindir genelde. Öykülerimi yazmaya başlamadan önce değil, yazma esnasında kurarım. Defterdeki hangi sahnenin hangi öykünün parçası olabileceği yazarken belirlenir. Aynı şekilde, yazma esnasında öykünün yaşam dünyasını, atmosferini “görürüm”, ne kadar iyi görebilirsem sözcükler aracılığıyla o kadar inandırıcı bir inşa gelişebilir. Yaşam dünyasını var eden en ayırt edici ayrıntıları gösteririm, sözü uzatmak da o dünyayı görmeye, orada bir yaşantı sürmeye engel olabilir çünkü.
‘ŞİDDETE UĞRAMIŞ HER BİR BEDEN BİRİCİK’
Toplumsal birçok meseleye değindiğinizi görüyoruz yeni kitabınızda. İnşaat işçisi olarak çalışan atanamamış öğretmenler, kadına şiddet… Öte yanda da hafızasına değindiğiniz karakterler. Örneğin, “Şu Anda Buradasınız” öykünüzdeki Neval, Halepçe Katliamı’nın fotoğraflarıyla büyümüş bir karakter.
Öncelikle, öykü yazarken niyetimin toplumsal meselelere değinmek olmadığını söylemek isterim. Yani bu öyküleri toplumsal meselelere değinmek amacıyla yazmıyorum. Yüz yıllardır bütün bu vahşetin ortasındayız ve benim hayal gücüm de orada işledi/işliyor. İlk kitaptan beri politik öyküler yazdım. Üslubum, dilim, anlatımım değişti elbette.
Peki, karakterleriniz gerçekliklerini nereden alıyor? Nasıl kurguluyorsunuz karakterlerinizi?
Karakterler gerçekliğini zaten gerçek olandan alıyor. Atanamayan öğretmenin inşaat işçisi olması bir klişeye dönüşmüş durumda mesela, kadına şiddet de öyle, “yeni” değil, artık kimseye ilginç gelmiyor. Ancak her bir yoksulluk, her bir çaresizlik, şiddete uğramış her bir beden biricik. Ben sözcüklerle kurduğum dünyada, okurun katılımını da sağlayarak bu biricikliğe hayat vermek istedim, klişelerin, istatistiklerin ardında görünmez olan insanı ilk kez görülecekmiş gibi göstermeyi amaçladım. O nedenle gerçeklikten değil de, sahicilikten bahsetmek, bir yazar olarak benim payıma düşeni layıkıyla yapıp yapmadığımı anlamaya yarayacaktır. Onun cevabı da okurda. Okur, acaba kurduğum düşsel yaşantıları inandırıcı buldu mu? Klişelerin ardındaki insanı görebildi mi?
‘ÜSLUP VE ANLATIMIMI BELİRLEYEN ŞEY SADECE TEMALAR DEĞİL’
Böylesi büyük, kronik toplumsal meselelere değinmek, üslubunuzu ve anlatım biçiminizi ne yönde etkiliyor? İlk eseriniz Deli Bal’da daha sembolik bir anlatım vardı. Bu, diğer öykü kitaplarınız Kanatları Ölü Açıklığında ve En Eski Yüz’de de gördüğümüz üzere dönüştü. Bu dönüşümü nasıl değerlendiriyorsunuz?
İmgelemim her zaman bir şekilde “büyük, kronik toplumsal meselelere” temas etti. Üslup ve anlatımımı belirleyen şey sadece temalar değil aslında. Yer Değiştiren Sular’da imge yoğun bir dil kullanmadım, vuruculuğu sadelikte aradım, buna çabaladım. Her bir kitabın dili, anlatımı, üslubu, kurguya yaklaşımı yazıldığı dönemdeki ilgilerimi, yazma uğraşıma, öykü türüne yaklaşımımı yansıtıyor.
‘İLK ÖYKÜ KİTABIMDA SEMBOLİK, SOĞUK BİR DİL KULLANMIŞTIM’
Örneğin ilk öykü kitabım Deli Bal’da bile isteye sembolik, soğuk bir dil kullanmıştım, diyalogları her bir karakter kendi kendine konuşurmuş gibi yazmıştım. Kanatları Ölü Açıklığında yayımlandığında neden Deli Bal’dakiler gibi öyküler yazmayı sürdürmediğimi soranlar da, bu ikinci kitabı bir “ilerleme” olarak görenler de olmuştu. Birkaç öykümü öne çıkarıp o damarı izleyeceğimi umduklarını söylediklerini hatırlıyorum. Aynı şekilde En Eski Yüz’ün dilini daha yetkin bulanlar da, fazla imgesel olduğunu söyleyenler de oldu. Şimdi de Yer Değiştiren Sular’la ilgili farklı yorumlar gelecektir elbette. Ben sadece bu dönüşümün farkında olduğumu, bunun devam etmesini dilediğimi söyleyebilirim. Yazma uğraşımda sürekli yeni bir şeyler denemeye niyetliyim ve bu uğraşın daima öğrencisi olmak istiyorum.
‘KADINLARI VE LGBTİ+’LARI HETEROSEKSÜEL ERKEK YAZARLAR EZBERDEN YAZDILAR’
Önceki öykü kitaplarınızda da kadınların hikayelerine yer vermiştiniz. Yer Değiştiren Sular’da da öyle. Abla öyküsünde kadına şiddeti, Baki Bey Diye Biri isimli öykünüzde ise mesleğini yerine getirmeye çalışan ve bunu yaparken zaman zaman toplumsal cinsiyet normlarının ördüğü duvarlarla karşılaşan “Şerlok Ayhan”ı görüyoruz... Neden önemli kadınların hikayelerini yazmak?
Kadın öykülerini kadınların, LGBTİ+ öykülerini LGBTİ+’ların yazması, başka bir deyişle öznenin imgeleminin kurduğu düşsel dünyanın görünürlüğü elbette çok önemli. Tarih boyu kadınları ve LGBTİ+’ları çoğunlukla heteroseksüel erkek yazarlar, heteronormativitenin sınırları içinde, yeterince derinleştiremeden, neredeyse ezberden yazdılar çünkü. Benim için de benzer bir durum var, bir “yer vermek” meselesi değil, içinde, kalbinde, ta kendisi olduğum bir kimlikten söz ediyoruz sonuçta. Bu kimliğin maruz kaldığı her şey beni zaten ilgilendiriyor. Bununla birlikte, örneğin Abla adlı öykünün sadece kadına yönelik şiddeti işlediğini söylemek haksızlık olur. Baki Bey Diye Biri de aynı şekilde, sadece toplumsal cinsiyetin çizdiği sınırları işleyen bir öykü değil bana sorarsanız. Öykülerin dünyası tek bir tema çerçevesinde kurulmuyor, herhangi bir temayı öne çıkarmanın bizi sınırlı bir okumaya götüreceğini düşünüyorum.