Ölümsüzlüğün lirik hikayesi: Athanatos
Sinan Savaş ZARAKOLU
ARTI GERÇEK- Yeni bir edebiyat dili nasıl aranır? Kendi zevkleri mi, mesele ettikleri mi yoksa pop olanın negatifini bulma inadı mı düşürür yazarı bu dertli yola? Yoksa bu anti-pop denilen de başka bir mecranın popüleri midir? Heves edilen şey, bu şekilde kaleyi tersten kuşatarak, başka bir kestirme yoldan, "ben"i liste başı yapmak mıdır yine ve yeniden? Yoksa bambaşka arayışlar mı gebe bırakır eseri yeni bir edebiyat diline ve dolayısıyla kalemin sahibini.
Mahir Ergun’un Athanatos (Ölümsüz) adlı kitabını sizlerle beraber değerlendirirken bu soruların işin en başında ortaya atılması maksatlıdır. Çünkü özünde bu eserde hepimizden önce yazarın kendisi kendi ile bu hesaplaşmayı yapmış bulunmaktadır. Her üç hikayede (Zamanın Kuytusunda, Görüş, Athanatos)ve karakterlerin tümünde vücut bulan müthiş bir kavga. Athanatos bizi tuhaf bir sürece şahit bırakıyor, kalem kendi kalemi ile kavga ederken bundan bağımsız vücut bulan karakterlerin peşinde bireyin, çağın ve coğrafyanın en acı dertleri ile bir kez daha yüzleşiyoruz.
ZAMANIN KUYTUSUNDA
Popüler kitap eleştirilerinde karşılaşmışsınızdır. Kimi eserler için "çok lirik bir dili var" denilir. Peki, lirik dil denilen tüm zamanlarda aynı dil midir? Evet, Zamanın Kuytusunda da bizi lirik bir dil karşılıyor.
Ancak bu anlatı hiç oyalanmadan bizleri bir ikilik, denize doğru bakan anakaralı ile adalı arasındaki fark ile baş başa bırakıyor.
"Fakat tuzlu suyun yüzeyine uzanmış bir kara parçasında yaşayan için her şey çok başkadır."
Mahir Ergun ile kalemi arasındaki kavganın birinci perdesine hoş geldiniz. Zamanın Kuytusunda’ki lirik dil tasvir ettiği yorumladığı ada ile özdeşleşir. Nice dijital veri ile her anlamda kuşatılan şimdiki zaman gerçekliğinin var olmadığı geçmişte lirik bir dilin eşlik ettiği detaylı tasvirler bir tercihten öte bir ihtiyacın karşılanmasıydı da diyebiliriz. Zamanın Kuytusunda ise bu dil aslında "esas karakter"in dünya denilen kaosa karşı benliğini muhafazaya aldığı adayı inşa etmek içindir. Eski zamanın açıklama çabasına tezat bu tek kişi, benliğini koruyan duvarları bu dil ile oluşturur. Adanın ötesinde denizin de anakaranın da farkındadır, ama o adalıdır. Lirik dil adalıyı alı koyan duvarların meşruiyeti içindir.
"Fakat biz rıhtımdaki çocuklardık ve kanatlarımız vardı. Henüz yılgınlık salgılamaya başlamamıştık, kozamızda çürümek için çok erkendi. Ve bir çocuğun uçkun düşlerinin aşamayacağı menzil, mağlup edemeyeceği kuvvet yoktur."
Mahir Ergun pek ala hepimizin içimizde inşa ettiği adaları anlatmaktadır, önce korunak gibi gözüken sonra adım adım korkularımızdan denizlerle çevrelenen. Ve her öyküde olduğu gibi kör düğümün kılıcı da bir yerlere gizlenmiştir. Mahir’in öyküsünde bu, aslında hiçbir deniz ile boy ölçüşemeyecek küçük su parçası, stereoskop içinde bir resim olup saklanmış bir nehirdir. Denizler dolusu korku bolluğuna karşı küçük ve tekil bir amaç gibidir bu nehir. Acaba nehrin gerçekliğine inanıp da onu bulmak ya da ona varmak için yola düşmüş bir adalı var mıdır?
GÖRÜŞ
Hayat içinde bulunduğunuz haller ne kadar anormal olsalar dahi size normalliğini dayatır. Hepimiz yaşadığımız acayipliklerin profesyoneli olup çıkarız. Kurban, fail, oyun masası ve krupiyeler çatısı altında yer aldığımız casino ile beraber olağanlaşır. Her durumda masa kazanır ve ne de kolay "c’est la vie" deyiveririz. Olağanlığa saklı acayipliği görünür kılacak kontrast, resme dahil olan bir adalı sayesinde mümkün olur.
1990’lara kadar cezaevlerinde görüş kapıda askerlerin tuttuğu defterlerle yürütülürdü. Ziyaret edilecek kişi ile soyadı tutmayanlar teyze çocuğuyum derlerdi, belki de gelenlerin kimliklerini kayıt altına almak için kim bilir, itiraz edilmeden gelen buyur edilirdi. Aileler ve tanıdıklar ile beraber, bir çeşit dayanışma faaliyeti babında bir birini tanımayan insanlar buluşurdu görüş odalarında. Belli bir sosyal ya da siyasal çevreden olmak dışında çoğunlukla hiçbir ortak nokta olmayan insanlar bir birleriyle konuşurlardı, içinde bulundukları durumun acayipliğini sorgulamaksızın. Bir gerillaya mezuniyet için alttan üç dört dersi kaldığını anlatan işletme öğrencisini hayal edin.
Mahir’in adalısı Zamanın Kuytusunda’n tanıdığı bir başka adalıyı ziyarete gider. Kendisi gibi Görüş için bekleşenlerle yüzleşinceye kadar kendi adasını inşa ettiği gibi ele alır bu yeni gerçekliği, cezaevini.
"Buranın bir mimar tarafından yapılmış olduğunu aklım almıyordu. Mimar da nihayet bir sanatçı değil miydi? Mimar denince aklıma Nail V. gelirdi, sonra Sinan, sonra Süleymaniye gelirdi, sonra Efes Tiyatrosu, Akropol, kartpostallardaki o heybetli yapılar, heykelli köprüler..."
Kalemin kalemle olan kavgasında ikinci perde, tarif ve tasvir yeteneğini alaşağı edecek olan sadece birkaç basit diyalogdur. Bir parça bilmezliğin verdiği utangaçlığı saymazsak adalı için mesele değildir bu, nasıl olsa duvarları sarsılan başka bir gerçekliktir. Dolayısıyla her fırsatta her durumda sorar, sorar, sorar. Okur nezdinde eğlenceli (kara mizah diyelim)bir gel git başlar, sırayla bir "Adalı" resmi acayipleştirir, bir durumun normalliğine/olağanlığına kapılmış diğerleri ve onların cevapları.
Adalının surları arkadaşı ile yüzleşmesi ile sarsılmaya başlayacaktır. Örülen duvarların engel olamayacağı bir bağ vardır bu ikili arasında, birinin varlığını bildiği, diğerinin bulmaya gittiği bir nehir. Her şeyin anlamsızlığına kalem kaldırmışken Adalı, gayrı ihtiyari kendini de hedefe koyuverir.
"Tiyatrocu olmak isteyen yoksul bir genç, Antik Yunan trajedileri sahneleyen bir kumpanyanın oyuncu seçmelerine katılıyor; çok çalışıyor, sonunda da tali bir rol için kabul ediliyor fakat daha sonra kendi yaşamındaki trajediyle, sahnedeki birbirine karışıyor, oyunla gerçek arasındaki perde kaybolmaya başlıyor ve... Baksana gerçekten ilgini çekiyor mu bütün bunlar?"
"Ne kadar güzel," dedim. "Sanırım şiirsel olduğuna inandığım bir düşünceme daha güle güle diyeceğim."
Arkadaşı adalıya bir saatlik görüş süresince baş döndürücü bir yol hikayesi anlatır. Bir nehrin peşinden binlerce mülteci gibi kuzeye ve sonra daha da kuzeye gidişini, yaşadıklarını ve ardından rotasının nasıl güneye döndüğünü, kendi gerçekliğini nasıl bulduğunu sıralıyı verir. Arkadaşının yaşadıkları "…bir süreçti. İnsanlaşma süreciydi. Asla bitmeyen, doğanın döngüsüyle kendini yenileyen, geliştiren bir süreç..." ve onun dilinde aktarılmıştı. Adalının bunları kavrayabilmesi için bir kez daha kalem, kaleme karşı kavgaya tutuşmak durumunda kalacaktı.
ATHANATOS
Mahir Ergun Athanatos’da bu kez Adalı’nın yol hikayesi ile baş başa bırakır bizleri ve elbette Adalının bildiği dilden anlatılacaktır bu hikaye. Görüş’te Arkadaşının anlatmasına göre seferinin yönünü değiştiren Makedonyalı bulaşıkçı bir çocuktu. Gerçek hayatın gerçek acılarının taşıyıcısı bir insan… Adalı Bergama’ya varıp konakladığında bir yol ayrımına geldiğinden habersizdir. Onun deneyimine ise Styx Irmağı’nın Kör Sandalcısı yön verecektir. Kendisi ile aynı dili konuşan bu antik ihtiyar daha ilk çırpıda Adalı’nın kalemine vurur darbeyi.
"Bir saattir, nasıl bir palavra uydursam acaba, diye kıvranıp duruyorsun. Ne uydursam da insanlar, ‘büyük anlatıcı’ deseler benim için."
"Bildiğin palavra. Sen bu eski şehrin hikâyeleridir diye bir yığın palavra uyduracaksın ve eğer kimseyi küstürmediysen bu palavraların anlatılacak dilden dile. Hiç kimse inanmayacak, ama herkes okuyacak, anlatacak. Sen de takdir göreceksin. İyi palavracıysan para da kazanırsın üste."
Ve sonra anlatıcılık bayrağını Kör Sandalcı ele geçirir. Bir yaşam boyu biriktirilenleri teker teker Adalı’nın diline tercüme eder. Hikayecilik bir maharet işi, okuru en bildiği yerden şaşırtmayı becerme işi ve Kör Sandalcı belli ki öyle bir hikayeci. Kör Sandalcı Adalının sorusunu ters yüz edip ona "Orpheus Eurydike’ye hiçbir zaman bakmadı," dediği an Adalı’nın tüm kaleleri fethedilmiş olur. Baştan bellidir ki Kayıkçı bu sohbeti ile Adalı’yı Hades’in ölüler diyarına taşıma niyetinde değildir. Zaten Adalı ölü, yani onun müşterisi de değildir. Ama zaten tüm mesele Adalı’nın Ölümsüz olmaya karar vermesi ile ilgilidir.
OKURUN VARACAĞI (ADLAR VE İZLER)
Adlar ve İzler bölümündeki açıklamaları okuyup son yaprakları çevirirken aklınıza kırmızı bir fular düşebilir. Bu öyle bir fular ki mazisine yaslansa İstiklal caddesinde bir ömrü ihtimam içinde geçirebilirdi. Neden diye sorasımız geliyor değil mi, neden bu kırmızı fular buralarda kalmak, kuzeyi düşlemek hatta oralara göç etmek yerine tam aksine aynı Adalı’nın arkadaşı gibi güneye esip gitmişti. Bana kalırsa Kırmızı Fular da kendi Kör Sandalcısı ile buluşup eteğinde biriktirdiği yağmurların muhasebesini yapmış ve sonra da bir daha görüşmemek üzere onunla vedalaşmıştı. Ve belki de vardığı sonuç Adalı’nın arkadaşı ile aynıydı:
"Ve o zaman anladım ki yalnızca gerçeğin hayalini kuranlar hayallerini gerçekleştirebilirler. Özgürlük gerçekti. Dağ yaşamı gerçekti. Gerçek bir insan olmak, son derece gerçekti."
Mahir Ergun’un kendi kalemini kırbaçlamak pahasına yaptığı bu iş, okur tarafından bakıldığında Ölümsüzleri anlamak ve gidilen yolları anlamlandırmak adına hayatlarımıza yapılan kibar bir dokunuş. Athanatos’un farklı zamanlarda tekrar tekrar okunup, yorumlanacağını kestirmek şimdiden mümkün ve bu anlamda kendi kişisel yol hikayelerimizi düşüne yazarken bizlerin kafasını sıklıkla kurcalayacağa benziyor. Yani okur hissesine düşen değerli bir meşguliyet.