Şeref Bilsel menteşesi
Sözcükler ayrılmaz, yarılır bazen. Söz ağızdan çıkar, kâğıda damlayınca da okuyanla yazan arasında söz sözün sözcüsü olur. Hayat öncesi ve sonrasından ibarettir, şiir de, şair de öncesinden sorumludur. Bu sorumluluğa sadık kalarak yazmış Şeref Bilsel de Yalnız Edebiyat'ı. Yalnız edebiyatı mı yazmış? Edebiyatla hayatın dişlileri arasında kalanların hâllerini, öncelerini, ne olmuş ne bitmişliklerini, hem de tarihçilerin saçmalıklarını yerle bir edercesine. Asıl olan hayattır demiş, menteşelere sürtünen sözler.
Çift paranteze sakla her şeyi, ayrılacağın sözcükleri iyi koru, paslansa da bir gün biri cebindeki zımparayı çıkartıp sözü, derinliği ve geçmişimizi pırıl pırıl edip ortaya serebilir.
Hayatı adeta kuşatılmış bir parantezin içine alan modern hayat, parantezin içi ve dışındaki anlamsallığı da birbirinden koparıp, insanın içi ve dışını birbirinden tecrit etti. Bir insandan başka başka insanlar da yarattı, tank paletler, tecavüzcü ruhlar, savaş makinesine dönen insanlar, katiller, yoksullar, zenginler, insana ait olmayan daha bir çok duygusuz, doyumsuz, anlamsız şeyler…
Sonra sıyrıldıklarımızdan ayrılıp gider gibi her şey, yazı gibi değil tabii. Yazı, yaban'ın bükülmüş, onarılmış, medeni halidir, kusurlarımızdan sıyrıldığımız sözcüklerin de… Yazı biraz da sözü onarmaktır, günleri, adamları, hayatı onarmak gibi…
Toplumsal siyasal erk ve yöneltmek aklı sosyolojiktir ama deneylere dayanıksızdır insan da, tarihin ağırlığından ötürü hafıza ile unutmak arasında gidip geliriz! İşte bu gidip gelmelerin menteşelerini zımparalamış "yalnız edebiyat".
Menteşe deyip geçmeyin hemen, parantez gibidir menteşe, bir imlâ kuşatmasıdır adeta, giderken insana hayatı çukur yapar, içine de bir ağız dolusu anlam doldurur… çukur deyince eskiden Çukurova aklına gelirdi insanın, şimdi çukur (o dizi hariç!) deyince Çukurca aklımıza geliyor, Şeref Bilsel'in şiirinde geçen balkonunda bayrak asılı Türkan Teyze!
Çukurca işte, insan yüzünün çukuruna benzemiyor hiç, bayrak da, tetik de, müfreze birlikleri de… Menteşe buradan devreye giriyor.
Tetik deyince aklıma ölüm geliyor… Bayrak deyince Türkan teyzenin yası, ki her şeyi, onca ölümü öyle anlatır ki bu yas… Şiir, barışı tetik çekenlerin adı üzerinden anlatmaz, şiir için barış, o tetiklerin yokluğudur, edebiyat en çok da şiir tetikleri çekilemez hale getirmektir, menteşelemektir ağzı ölüm kokan her şeyi.
Bu yazılanlar Şeref Bilsel’in şiirine dair bir kaç söz idi.
Ancak konumuz, şiirin ötesinde, söze dair! Sözü bazıları başka başka anlatır. İşte edebiyatın kimi yalnızlıklarını yazan Bilsel'de, sözü, söze dairleri bir başka anlatıyor, son kitabı Yalnız Edebiyat'ta.
Yalnız Edebiyat, güzel bir ‘valiz serüveni’ ile başlıyor. Bir yolculuktan sonra valizle ilgili, "Eve varınca valizin altının, yere bakan yüzünün tamamen kesilip koptuğunu görmek, bizim göremediğimiz aşağılarda durmadan bir şeylerin, birilerinin kesip koptuğunu öğretecekti bana…" İnsandan başka başka insanlar yaratan bu soysuz dönemin, duyarsızlığına, sessizliğine bir valiz anısıyla vurmakla (vurgulamak değil) açığa çıkıyor ilk menteşesi Yalnız Edebiyat'ın.
Kitap 'yeraltından notlar' gibi. Edebiyatta unutulan şeyler, yazılmış da olsa geçmişte, bilinen şeyler de olsa, zamanla paslanmış bir menteşeye dönüşüyor bizim gibi okuma egzersizinden yoksun toplumlarda. O zaman işte devreye menteşelere zımpara vuracak biri gerekiyor, geçmişi parlatmak, açığa çıkarmak için.
Yalnız Edebiyat, geçmişe vurulan bir zımparanın açığa çıkardıklarını bize getirmiş. 'Evde kâğıt' olduğu için bütün bunlar oluyor, öyle diyor Şeref Bilsel, "evde kâğıt varsa her şey olabilir".
Orman kusuyor edebiyat ve milliyetçilik bazı evlerde kâğıda ciddi zararlar verirken. Öte yandan edebiyatı delilikle besleyen, şiirle oturup iki çay isteyen delilik ise, günümüzde arayıp ama bulamadığımız bir orman ve yaprak halidir.
"İki çay daha istedik; birinde taş çıktı, diğerinde yaprak. Taş, kendi içine kapalı, sonsuz, suskun ve ketum. Taşa dokunmak sonsuzluğa dokunmak gibi biraz, içe doğru konuştu taş, duyduk yine o sözcük çıktı ağzından. Yaprak, ormanı yanında getiremediği için gelmiş. Yeşille başladığı yolculuk hüzünle sarardı, soldu, kırıldı ve ırmağın üstünde titreyen bir daldan suya düştü…syf.61" insanın üstü başı bazen kokar ya, yoksulluk kokar, yalnızlık kokar, gurbet kokar, bavul kokar gibi, Yalnız Edebiyat’ta okundukça menteşelerini görüyor, içindeki kokuyu alıyorsun şiirin sihirli ve simli bir dille.
Dil bir tek toplumu değiştirmiyor, okuyanı da değiştiriyor, sağa sola savurup bazen git gel yaşatıyor zihin haritamıza. Servetifünun dergisinin hikâyesinden Hızır Paşa'ların ve yine devamcısı olanların, gülenlerin, gülmeyenlerin günümüzde dile getirdikleri, dilden aldıkları, verdikleri, hayatımızdan koparıp aldıklarına bizi götürüyor zihin haritamızdan başka başka haritalara. Baskı altında dilin nasıl şiştiğini, nasıl geliştiğini, 'yoksullar gibi nasıl çalıştığını' da görüyoruz. Eee, menteşe bu nede olsa.
Kitaptaki 'Cumhuriyet Sonrası Birkaç Sima' ayrı bir kitap olarak yayımlanabilseydi keşke. Yahya Kemal'den başlayıp Enver Ercan'a uzanan anlatımlar, derinlemesine soruşturulmuş, tek tek ele alınmış bu anlatımlar tek başına ayrı bir kitap olmayı hak ediyor. Kapaksız, kapısız aşkları ve şiirleri, yaşananları, hüzünleri bilmek adına, edebiyat tarihi gibi okumak okutmak gerekir Yalnız Edebiyat'ı.
Nazım aşklarıyla hep bilinir mesele kadın olunca, Celile Hanım ile Yahya Kemal’in ilişkisini okuyunca da o dönemin ilk magazinini gördüm sanki kulaktan kulağa dolaşan, bu işin bir ucunda da Nazım vardır, annesinden kaynaklı. Kaynak derken, sanırım aşk'a ve kadına ilk kaynak edilmemiz, ilik kaynak oluşumuz belki de annemizden başlıyor, kadını anneyle tanıyoruz, anneyle büyüyoruz kadınlara, anneyle ölüyoruz sonra aşkın kuyusunda. Kitabın bu magazin (dedikodu) kısmını okuyunca böyle düşündüm bir an. Yahya Kemal’in öldükten sonra evrakları içindeki zarftan çıkan iki kurumuş yaprağa dair yazdıkları da, o dönem zarfların içinde nasıl hüzünler olduğunu görüyoruz, tam da zarf bulamadığımız şu günlerde kırtasiyeler bir bir kapanırken.
Yalnız Edebiyat'ta Şeref Bilsel derinleşen akşamları, suda boğulan nilüferleri, garların dökülen yapraklarını, rüyaları, rıhtımı tarihe karşı söz vermiş gibi işlemiş. Okudukça bu kitabı İstanbul’da bir beş yıl daha kalmaya karar veriyor insan. Son Gemi’ye uğrayıp şiirin soğuk demircisinin kalan izlerine bakmayı, soda içen, soda içtikten sonra sanırım, siyasal masasını beğenmeyip durmadan değiştiren İsmet Özel'e rastlamak hayali bu kentte ömrünü uzatıyor insanın, tabi moda sahilde denize karşı tablolarını haykıran ressam Adil Salih biraz sakinleşebilse.
Öyle göğü doldurmuyor bu kent, bu anılar olmasa. Cebimizle aramızın tam da bozuk olduğu şu günlerde yazmak ve okumak iyi geliyor kimi insana. Şeref Bilsel ve Yalnız Edebiyat da öyle.
Bir şey öğrendim, sonra da gördüm, yerin altında yazıp yerin üstünde yaşayanlara okutmak sanırım başka oluyormuş. Yeraltında yaşayanların yeryüzünde yaşayanları bu kadar net görmesinin nedeni sırtüstü yaşadıkları için midir acaba!
Bence siz de Yalnız Edebiyat okuyun. Göreceksiniz ağzımızdaki kan kuruyacak.