Nil Kural, Berlinale'yi anlattı: Kırmızı halıda deprem gündemi yoktu
Deniz ÇAKMAK
Artı Gerçek - 73. Berlin Film Festivali’nde ödüller 25 Şubat akşamı yapılan törenle sahiplerini buldu.
Fakat festivalin Türkiyeli takipçileri için bu yıl öncekilerden farklıydı. Maraş depremlerinin ardından, sektörden çok sayıda insan, üzerlerinde yaşanan yasın ağırlığını taşıyordu. Bu duyguyla oraya gidip, festivali sadece profesyonel bir mesafeyle takip etmek çok kolay değil. Sinema ve dizi endüstrisinde setlerin durdurulduğu; sektörün bütün bileşenlerinin deprem için gönüllü olarak afet bölgesine gittiği bir seferberlik durumunda, sinemacılar Berlinale’den benzer bir dayanışma hissiyle dönemediler. Berlinale Palast’da İran ve Ukrayna için yapılan destek gösterileri törene damgasını vururken, deprem gündemi festival direktörü Mariette Riesenbeck’in açılış ve kapanış törenlerinde verdiği birkaç cılız mesajla sınırlı kaldı.
Uzun yıllardır Avrupa’daki film festivallerinin nabzını tutan sinema yazarı Nil Kural ile hem Berlin’deki “deprem sessizliğini” hem de festivalin gündemini ve ödülleri konuştuk.
(Sinema yazarı Nil Kural)
Festivalin yarışma bölümüne geçmeden evvel Berlin’den bize yansıyanları konuşalım. Deprem gündemiyle ilgili sessizlik bu yıl Türkiyeli takipçiler için ciddi bir hayal kırıklığı yarattı. Variety dergisinde, festivalin ilk günlerinde çıkan haberi ve sizin yazınızı birlikte düşününce tanıklığınızı merak ettik. Berlinale’nin devamında ya da kapanış töreninde değişen bir şey oldu mu?
Berlin’de Suriye ve Türkiye’deki depremleri festivalin yönetici direktörü Mariette Riesenbeck, açılış töreninde birkaç cümleyle andı. festival boyunca Ukrayna’daki savaş ve İran’daki protestoların festivalin politik gündeminde yer aldığını ancak Türkiye ve Suriye’deki depremle ilgili böyle bir hazırlık olmadığını fark ettik. Tabii zaten büyük bir üzüntüyle gelmişti Türkiye’deki sinema sektöründen oraya insanlar, büyük bir hayal kırıklığı yarattı ve biraz yalnız bırakılmış hissetti herkes. Festival ilerlerken de bekledik fakat herhangi bir değişim olmadı.
Variety’de dediğiniz gibi bir haber çıktı bu konuyla ilgili. Ardından kapanış töreninde sadece açılış törenindekine benzer bir açıklama oldu, yine festivalin yönetici direktörü Mariette Riesenbeck, tören başlamadan önce iki önemli konu var konuşmak istediğim dedi ve Ukrayna’daki savaşın birinci yılından söz etti, ardından Türkiye’deki depremin büyük bir felaket olduğunu söyleyerek, Türkiye’den yapımcı bir arkadaşıyla konuştuğunu ifade etti.
(Berlinale Palast'da İran için düzenlenen dayanışma gösterisinden)
Depremden hemen sonra Türkiye’deki setler durdurulmuş ve buradaki malzemeler arama kurtarma çalışmalarına gönderilmiş, bunu da sinemanın dayanışmada yer almasının bir örneği olarak görüyorum dedi. Yani hem açılışta hem kapanışta Riesenbeck tarafından konu gündeme getirilmiş oldu ama Berlinale Palast’da İran’a ya da Ukrayna’ya yapıldığı gibi kırmızı halıda özel olarak bu konuda harekete geçilmedi diyebilirim.
Festivalde politik gündem oluşturulurken, Avrupa iç siyasetinin kaygıları mı daha belirleyici oluyor. Çünkü Ukrayna’nın işgali çok uzun süredir kıtanın politik gündemini belirliyor. Türkiye gibi ülkelerin durumu sanki biraz çeperde kalıyor bu açıdan. Seçiciliklerinde kendi siyasal kaygılarının daha merkeze yerleştiğini söyleyebilir miyiz?
Sadece spekülasyon yapabilirim bu konuyla ilgili. Çünkü festival yönetiminden biriyle görüşme imkanım olmadı, dolayısıyla böyle bir şey duymadım. Tabii Ukrayna’nın işgali Almanya için şu an çok önemli bir konu, askeri yardımlarla ilgili görüşmeler çok gündemde. Sanırım Türkiye’nin durumu öyle bir konu haline gelmedi. Biz de kendi aramızda konuştuğumuzda şöyle tahminlerde bulunduk; çok önceden aslında bazı hazırlıklar yapılıyor, mesela Zelenski’nin açılışa zoom bağlantısıyla katılması, Sean Penn’in Ukrayna'nın işgali hakkındaki belgeselinin gösterilmesi gibi.
(Kırmızı halıda Ukrayna için düzenlenen dayanışma gösterisinden)
Türkiye’de ve Suriye’deki depremle ilgili bir şey yapacak zaman olmamış olabilir denildi. Bilmiyorum öyle midir ama açıkçası Almanya ve Türkiye gibi kültürel bağları olan, Berlin gibi bu kadar fazla Türkiye kökenli nüfusun yaşadığı bir yerde, yeterince gündeme gelmiş gibi hissetmedik. Bunun tam nedenini bilemeyeceğim ama mesela Soma faciası yaşandığı zaman, Nuri Bilge Ceylan da bir filmiyle Cannes Film Festivali’ndeydi ve orada böyle hissetmediğimizi hatırlıyorum. O zaman festival biraz daha yas havasındaydı ve bu konu sıklıkla gündeme geliyordu ama Berlin’de böyle bir his geçmedi diyebilirim.
Bir taraftan Festival programında Türkiye’den çok az film var. Almanya’da film yapan Türkiye kökenli yönetmenler var ama bu yıl doğrudan Türkiye’den seçilen, sadece Burak Çevik’in Unutma Biçimleri (Forms of Forgetting) filmini görebildik festivalin forum bölümünde. Bu anlamda sinema sektörü açısından da bağlar zayıflıyor mu?
Ben o konuda bir bağlantı olduğundan emin değilim. Bu sene direktörün değişmesiyle seçici kurula yeni bir ekip geldi, evet birkaç yıldır Türkiye’den daha az film görüyoruz ama bunların bağlantılı olduğunu düşünmüyorum. Fakat festivalin bu yıl Türkiye ve Suriye’deki depremleri politik ajandasının bir parçası olarak görmediğinden eminim.
'SEÇKİDE DE SONUÇLARDA DA ALMAN SİNEMASININ AĞIRLIĞINI HİSSETTİK'
Berlin’e gidebilen bütün sinemacılar bu konuda hemen hemen aynı düşünüyor. Peki Festivale dönersek, atmosfer nasıldı? Berlinale seçkilerindeki genel eğilim düşünülünce, sizin açınızdan yeni ve şaşırtıcı bir şey oldu mu?
Açıkçası biz de içinden geldiğimiz atmosferin çerçevesi etrafında görebildik filmleri, bana da bu yıl daha zayıf bir yıl gibi geldi geçtiğimiz dönemlere göre. Ama bu bizim de içinde olduğumuz ruh halinin bir dışavurumu olabilir bilemiyorum. Onun dışında festivalde Almanya’dan çok önemli yönetmenlerin olduğu bir yarışma seçkisi söz konusuydu. Bu baştan beri Almanya’dan filmlerin çok ağırlıkta ve ön planda olduğu, en önemli yönetmenlerin Almanya’dan olduğu bir sene olarak nitelendirildi. Nitekim sonuçlar da bu başarının çok belli olduğu bir yıldı.
Ödüllerde de Christian Petzold’ün 'Roter Himmel' filmi Büyük Jüri ödülünü, Angela Schanelec de yine 'Music' ile en iyi senaryoyu kazandı. ‘Till The End Of The Night’ da en iyi yardımcı oyuncu ödülüyle gündeme geldi. Dolayısıyla sonuçlarda da seçkide de Alman sinemasının ağırlığını hissettik.
(Christian Petzold'ün yönettiği Roter Himmel'in afişi)
'VENEDİK’TEN BERLİNALE’YE SON YILLARDA BELGESEL SİNEMANIN ÖNEMİ ARTTI'
Festivalde göze çarpan bir başka konu Nicolas Philibert ‘nin yönettiği bir belgesel Altın Ayı’yı kazandı. Geçen yıl Venedik’te de “All The Beauty And The Bloodshed” adlı bir belgesel kazanmıştı. Belki bu açıdan belgesel sinemanın dünya festivallerinde öne çıktığı yönünde bir eğilimden söz edebiliriz.
Bir de belgesellerin çok az sayıda girebildiği böyle büyük yarışmalarda iki belgeselin bu kadar büyük başarı kazanması belki festival yöneticilerinin kurmacanın yanına iyi belgeseller de seçmeye yönlendirir diye düşünüyorum uzun vadede.
Bir de Berlin açısından ilginç olan bu yıl festivalde iki animasyon filmin karşımıza çıkmasıydı.
Ödüllere bakınca Christian Petzold özellikle dikkatimi çekti. Petzold Almanya’da çok uzun yıllardır film yapan bir yönetmen ve hayli geniş bir filmografisi var. Türkiye’de de hatırı sayılır bir izleyici kitlesi oluştu. Çok popüler işler yapmayan ve festivallerde yıldızlaşmakla da çok derdi olmayan biri, daha ziyade işine odaklı. Daha önce seçkiye çok sayıda filmi girdi ama bu düzeyde büyük bir ödül almış mıydı?
Açıkçası tam olarak hatırlamıyorum, Altın Ayı kazanmadığını biliyorum. Jüri Büyük Ödülü Petzold için önemli bir ödül gerçekten. Dediğiniz gibi çok tutarlı ve üretken bir yönetmen, ciddi de bir filmografisi oluştu artık.
İlgilendiği konuların da çok ön plana çıktığı, daha çok hafıza sinemasıyla ilgilenen bir yönetmen, son dönemlerde de mitlere yöneldi.
Bu da çok beğenilen filmlerden biriydi yarışma filmleri arasında, dolayısıyla Jüri Büyük Ödülü alması festival takipçileri açısından hiç şaşırtıcı olmadı hatta Altın Ayı için de önemli bir adaydı.
(Christian Petzold Jüri Büyük Ödülünü alırken)
Petzold’ün filmografisine bakınca aslında uzun yıllar Almanya’daki Doğu-Batı ayrılığı ve Berlin duvarının yıkılması ardından yaşanan sancılı birleşme süreciyle ilgili temalara takıntılı olduğunu görüyoruz, Holokost üzerine de film yaptı. Bundan bir önceki filmi Undine de mitolojik bir su perisi karakterinden ilham alan modern bir hikayeydi. Mitle gerçeği, geçmişle şimdiyi çok katı sınırlarla ayırmayan, bunları diyalog halinde düşünmeyi seven bir yönetmen. Yarışma filmi Roter Himmel hangi temaların etrafında dolanıyor?
Son filmi Undine’e göre biraz daha hafif, daha çok diyaloğun ve mizahın ağırlıkta olduğu bir iş, iki filmin şöyle bir benzer tarafı var, Undine su ile ilgiliydi, Rotel Himmel de ateş üzerineydi ve yine edebi metinlere göndermeleri var. Ton olarak Eric Rohmer filmlerine yakın, bol diyaloglu, Undine’e göre daha hafif bir tonla başlayan bir film ama bu çok öyle devam ettiği anlamına gelmiyor, sonlara doğru dünyanın ağırlığı filme de çöküyor diyebilirim.
Yine yönetmenin önceki filmlerinde olduğu gibi Almanya’nın politik hafızasına dair bir göndermesi var mı Roter Himmel’in ?
Almanya’nın politik hafızasına, belki referans verdiği edebi metinler üzerinden olduğu söylenebilir ama ben daha ziyade dünyanın çevreyle ilgili dertlerine dair söyleyecekleri olduğunu düşünüyorum filmin.
En İyi Yönetmeni de Philippe Garrel aldı...
Açıkçası ben Philippe Garrel’in filmini festivalde izleyemedim, izlediğim diğer filmlerle çakışıyordu. Ama şunu söyleyebilirim; aslında Christian Petzold, Philipe Garrel gibi isimler ve bir Portekiz filminin ödül aldığını düşününce, jürinin büyük ödüllerde tercihini sağlam kariyerlere sahip, kendini kanıtlamış yönetmenlerden yana kullandığını gördük.
(Philippe Garrel, Gümüş Ayı ödülünü alırken)
'Yarışmanın biraz daha keşif hissi veren, daha genç ve kariyerinin başında yönetmenleri bekledikleri ödüllere ulaşamadılar. Bu da Berlinale için pek alıştığımız bir durum değildi.'
Bu Berlin’in genel eğilimlerinin aslında biraz dışında bir ödül sonuç listesi denebilir. Malum daha genç daha keşfe açık yönetmenleri öne çıkaran bir festivaldi ama her jüri kendine göre karar veriyor. Şunu söylemeden geçemeyeceğim, mesela yarışmanın çok beğenilen filmlerinden ‘Totem’ bir kadın yönetmenin ikinci uzun metrajlı filmi, mutlaka çok önemli bir ödüle uzanması bekleniyordu ama geceden eli boş döndü.
Yine 'Twenty Thousands Species Of Bees’in sonuçlarda oyuncudan daha önemli bir ödül alacağı bekleniyordu, o beklenti de karşılık bulmadı.
Yarışmanın biraz daha keşif hissi veren, daha genç ve kariyerinin başında yönetmenleri bekledikleri ödüllere ulaşamadılar. Bu da Berlinale için pek alıştığımız bir durum değildi.
Diğer Avrupa Festivalleri düşünüldüğünde en yenilikçi filmlere Berlin’de ödül verildiğini görüyorduk, bu sene jüriyle mi ilgili oldu ?
Ben de seçkiden ziyade jüriyle ilgili olduğunu düşünüyorum. Çünkü geçen yıl kazanan 'Alcarras’a benzeyen 'Totem' gibi filmler vardı ama her jürinin faklı bir dinamiği oluyor. Kulis bilgisi olmadan bunun nedenini öğrenmek mümkün değil.
'FESTİVALDE AİLE TEMASI ÖN PLANDAYDI'
Yarışma dışı bölümlerde Ukrayna’dan ‘Do you love me?’, ‘Iron butterfly’, ‘Eastern Front’ gibi üç tane film gösterildi. Bir de Saraybosna kuşatmasını anlatan yine savaş temalı ‘Kiss the Future’ isimli bir film vardı. Festivalde böyle bir gösterim temasının ağırlığı var mıydı?
Hayır, aslında Ukrayna gündemi dışında genelde festivalde aile teması ön plandaydı. Yarışma filmlerine baktığımda ‘Totem’, Philipp Garrel’in filmi ve ‘Twenty Thuousands Species of Bees’, hepsi aileye odaklanan filmlerdi. Festivalin bende bıraktığı his, sinemacıların genelde aile üzerine düşündüğü oldu.
Fakat Ukrayna işgali festivalin en öne çıkardığı temaydı zaten, hem açılışta Zelenski’nin bağlanması, hem Sean Penn’in bu konuyla alakalı belgeselinin gösterilmesi festivalin üzerine düştüğü bir konuydu bu çok açık.
Peki sizi ana yarışma dışında yan kategorilerde heyecanlandıran, alternatif filmler oldu mu bu yıl?
Ben Panaroma bölümünde yer alan, İlker Çatak’ın yönettiği Teachers' Lounge’u çok beğendim. Aslında hep doğru yerde durmaya çalışan ve öğrencilerini savunmaya çalışan bir öğretmenin adil davrandıkça kendini daha fazla sorunun içinde bulmasını, çok dinamik bir kadrajla çok ekonomik ama etkili bir sinema diliyle anlatan bir film ve karakterin hissini izleyiciye dört dörtlük geçiriyor gerçekten.
(İlker Çatak'ın yönettiği The Teachers Lounge'un afişi)
Çok iyi bir oyunculuk performansı barındırıyor öğretmeni canlandıran oyuncu. Dolayısyla festivalin de çok dikkat çekici filmlerinden olduğunu söylemek mümkün, zaten birkaç tane Avrupa Art Label gibi dağıtım ödülü de aldı.
Bunun dışında yeni bir film değil ama yeni restore edilmiş bir film vardı forum bölümünde; 'I heard it through the grapevine' isminde bir James Baldwin belgeseliydi. Amerika’daki sivil haklar mücadelesine James Baldwin’in yaptığı röportajlar üzerinden bakan, caz müziğin çok ön planda olduğu çok etkileyici bir belgeseldi. Yeni bir film değil ama karşısına çıkacaklara önermiş olayım. (KÜLTÜR SANAT)