Yiğit Bener 'Arafta Düet'i anlattı: Öteki yazara eriştik ve ona kendi yüreğimizi açtık
Deniz ÇAKMAK
'Arafta Düet'in Edirne'deki lansmanında "Biri içeride, biri dışarıda; biri Türk biri Kürt iki yazar" diye tarif etmişti Yiğit Bener ve Selahattin Demirtaş'ı yazar Ayşe Sarısayın. Bu tarifin Türkiye koşullarında, hem mekansal hem de duygusal olarak bireysel ve kolektif kimliğin kurulmasında farklı tecrübeleri işaret ettiğini az çok biliyoruz.
Fakat "biri içeride, biri dışarıda" olan iki yazarın her ikisinin de Türkiye'nin toplumsal mücadele tarihinde yollarının farklı şekillerde (onlar da bilmeden) kesişmiş olması ve hâlâ ortak bir tahayyülü paylaşıyor olmaları, onları 'arafta' bir yerlerde aynı hikayede buluşturuyor.
İkisi de birbirleriyle hiç yan yana gelemeden yazdıkları romanda, onları ayıran duvarlardan "düş gücüyle firar" ediyor ve bir dönemin işkencecilerinden emekli general Ayvaz Dere ile sol görüşlü emekli avukat Sinan’ın birbiriyle kesişen hikayesini anlatıyor.
Dipnot Yayınları etiketiyle çıkan romanın ortak yazarlarından Yiğit Bener'le, kitaba damgasını vuran 'arafta' olma meselesini, romanın toplumsal barış arayışını, kendine 'ötekinin' gözünden bakmaya cüret eden bir edebi metnin ne anlama geldiğini konuştuk. Ve elbette, sohbet ettiğimiz hayali masada Selahattin Demirtaş için de bir sandalye ayırdık...
Arafta Düet’e damgasını vuran anlatı “kaybedilmiş davaların” yenik kuşağı hakkında. Yenilginin kabülüyle başlayan şüphe, metnin edebi topografyasını da arafa dönüştürüyor. Bu sözcüğün keskin çağrışımları bizi roman boyunca kovalıyor. Nedir bu “araf” meselesi?
İzninizle size önce Selahattin Demirtaş’ın selamlarını iletmek isterim. Bu söyleşiye o da katılacaktı, çok isterdi, söyledi de… Ancak iklim değişikliği Edirne’yi de vurdu! Ve o her tarafı beton on iki metre karelik hücre fırına dönünce, sıcaktan ketılı erimiş… Eh ketıl tamir olmadan da tweet bile atılamıyor, malum. O nedenle ne yazık ki bu sefer aramıza katılamayacak. Sorularınızı yanıtlamak için bana yetki verdi…
Elimden geleni yapacağım kuşkusuz, ortak yazarlıkta insan bazen “ben kimim, o kim, bu kitabın neresini o yazdı neresini ben yazdım, bu cümleyi o mu kurmuştu ben mi?” diye şaşırabiliyor… Ama sadece onun yanıtlayabileceği sorularınız varsa, yanıtını daha sonra alacağız mecburen. Öte yandan, Selahattin söz verdi, özgür günlerde yine söyleşeceğiz. O günler de geliyor, eli kulağında, ama bu süreyi erkene çekmek istersek, bu bence hepimizin ortak sorumluluğunda. Bu konuda her birimizin söyleyebileceği bir söz olmalı.
'YAŞANTIMIZ BİR FELAKETLER SİLSİLESİ Mİ OLACAK? YOKSA HÂLÂ BİR ŞEYLERİ KURTARABİLİR MİYİZ?'
Araf’a gelince, araf tam da şöyle bir şey galiba: İklimin değiştiğinin farkındayız, küresel ısınmanın belki de geri dönülmez düzeye geldiğini görüyoruz, bunun sonuçlarını şimdiden yaşıyoruz… Yani eskinin hükmü kalmadı, bildiğimiz o dört mevsimleri belki asla bir daha göremeyeceğiz… Gelgelelim, henüz yeni düzene de geçemedik. Yani tümüyle mi sıcaktan kavrulacağız, sular seller altında mı kalacağız? Bundan sonraki yaşantımız bir felaketler silsilesi mi olacak? Yoksa hâlâ bir şeyleri kurtarabilir miyiz, bu gidişatı değiştirebilir miyiz?
Öte yandan, ufak tefek değişikliklerle günü kurtarmamızın mümkün olmadığının farkındayız. Artık yaraya merhem sürmekle bu sıkıntıları atlatamayız, gerçek bir tedavi gerek. Üretim ve tüketim tarzımızı kökten değiştirmezsek, yani kapitalist mantıktan tümüyle kopmazsak, belki gezegene bir şey olmaz ama yarın bu gezegende bildiğimiz türde yaşam kalmayabilir. O zaman ne yapmalı? Böyle devam edemeyeceğimize göre, neleri temelden değiştireceğiz ve nasıl?
Araf, işte buna karar vermek için sahip olduğumuz kısıtlı zaman aralığı sanki.
Roman kahramanlarımız da geçmişte -zıt kutuplarda yer almış olsalar bile- uğuruna mücadele ettikleri değerlerin, ideallerin artık geride kaldığının, toplumun umduklarından çok farklı bir yere savrulduğunun farkındalar. İkisi de bu nedenle benzer bir yenilgi duygusu yaşıyorlar. Üstelik bunu yalnızca siyasi düzlemde değil, hayatın tüm alanlarında, çocuklarıyla, eşleriyle, dostlarıyla ilişkilerinde, mesleki bilançolarında, vb. yaşıyorlar. Geçmişin hükmünün kalmadığıyla yüzleşmek zorunda kalmışlar. Bir şeylerin kökünden değişmesi gerektiğinin bilincindeler… Ama henüz oraya varabilmiş de değiller. Doğruluğundan kesin emin olabilecekleri bir rotaları bile yok… Üstelik yaşları da epey ilerlemiş. Buna mecalleri kalmış mı? İşte her biri kendi araflarında yol alırkeeen…
Gerisini merak edenler kitaptan okuyabilirler.
'GENÇ KUŞAKLARA HESAP VERMEK KAÇINAMAYACAĞIMIZ BİR SORUMLULUK'
Roman aynı zamanda bir kuşağın kendinden sonrakilere bıraktığı mektup gibi. İki ihtiyarın yüzleşmesi değil tek mesele, umut beslediği gençlere de hesap verme ihtiyacı var. Yazarlar da kitabı o belirsiz geleceğin ellerine bırakmadan evvel böyle bir sorumluluk hissetti mi?
Bu soruya izin verirseniz yalnızca kendi adıma yanıt vereyim. Ne de olsa ben o iki ihtiyar ana roman karakterimizle aynı kuşaktanım. Oysa Selahattin bizlere kıyasla bir hayli genç, onun daha yapabileceği çok şey var, başka bir deyişle o henüz gençlerle el ele yürüyebilecek yaşta ve zindelikte. Bence çok da güzel bir dil birliği tutturabiliyorlar aralarında, birbirlerine esin kaynağı oluyorlar.
Bizlerse, yani bugün altmışlı yaşlarının sonuna yaklaşmış olanlar (ve bizden daha yaşlı muharip gaziler) her ne kadar kendimizi hâlâ genç sansak bile, hatta zaman zaman gaza gelip gaza bassak ve gençlere gaz vermeye çalışsak bile, devrimizin artık kapandığının farkına varmalıyız bana sorarsanız.
Yani, yanlış anlaşılmasın, tümüyle kenara çekilip daha şimdiden mezara girelim demiyorum -laf aramızda, benim de öyle yapmaya hiç niyetim yok, yoksa Selahattin kızar zaten... Öte yandan, ülkemizin (ve gezegenin!) nüfusunun ezici çoğunluğunun bizlerden en az 20-30 yaş daha genç insanlardan oluştuğunu unutmamakta yarar var. Onların geleceğini onlar adına bizler tayin edebilir miyiz? Buna hakkımız var mı? Olabilir mi? Böyle bir iddiayla koltuğa yapışmak fazlasıyla kibirli bir tutum değil mi?
Beş kıtada dünyanın en “güçlü ve zengin” ülkelerinin (bunu “en çok zarar verme potansiyeli olanlar” diye de okuyabiliriz) başındaki gerontokrasiye bakınca gülsem mi dehşete mi kapılsam bilemiyorum doğrusu. Bilişim teknolojisiyle bile ancak kırkından, ellisinden sonra tanışabilmiş bu insanların hâlâ gezegenin kaderine hükmetme iddiasıyla iktidar koltuklarına sıkı sıkı yapışmaları hem çok hazin hem çok itici.
Gerontokratlar gezegeni geriyorlar! Oysa dünyanın durumu hiç hoş değil, en zengin ülkelerde bile ekonomi sürekli krizde, nüfusun önemli bir kesimi yoksulluk ve yokluk içinde yaşıyor; tüm gezegende hâlâ anlamsız savaşlar yüzünden her gün binlerce insan ölüyor; burjuva demokrasisi ve burjuva hukuku diye geçmişte dudak büktüğümüz yönetim modelini bile mumla aratacak diktatörlüklerle, otokrasilerle yönetiliyor çoğu ülke. Beterinin eli kulağında. Bu zincirleme faciaların sorumlusu kuşakların iktidarda kalmakta inat etmek yerine hesap vermeleri gerekmez mi?
Muhalefetin durumu da çok parlak sayılmaz, öyle değil mi? Böyle bir çöküş karşısında güçlü bir alternatif öneremeyen, umut aşılayamayan cılız bir muhalefet ne işe yarar? Bizde de Japon tutkalıyla yapıştıkları koltuklardan tuvalete giderken bile kalkmayan yanılmaz-şaşmaz muhalefet önderleri yok mu? Önderlik ettikleri hareketlere 45-50 yıldır yenilgiden başka hiçbir şey tattırmamışlar ne gam! Mutlak doğruyu güya tekellerine almışlar bir kere, biat etmeyen herkese yıllardır üst perdeden sayıp sövmekten asla vazgeçmiyor bu kerameti kendinden menkul kronik tatminsizler. O halde aynı cümleleri muhalefetin başındaki ihtiyarlar için de kurabiliriz bence.
Gerçi, bu söylediklerimden yola çıkarak her şeyi yaşa indirgemeyelim. Ruhu şimdiden muşmulaya dönmüş küf kokulu genç muktedirler de var. Sonuçta aptallık için çok fazla tecrübeye, birikime gerek yok: Beyninizi kullanmazsanız, içini kolaylıkla boşlukla doldurmak mümkün. Buna karşılık binlerce yıllık kadim uygarlıkların bilgeliğini, birikimini, deneyimlerini zihninde billurlaştırabilen cıvıl cıvıl (ama bazen de haklı olarak huysuz!) ihtiyarlar da var. Onların düşünsel birikimlerini ve olumlu/olumsuz deneyimlerini elbette genç kuşaklara aktarmanın yolunu bulabilmeliyiz.
Mesele şu: Topluma böyle bir hizmet sunmak için iktidar ilişkisine girmek şart mıdır? Bunun dışında da birçok yol, yordam yok mudur? Birçok kadim uygarlık bu yolda çareler, yöntemler icat etmedi mi? Bana sorarsanız insanlığın başına gelen en büyük felaketlerden biri iktidar müessesesidir. Hele paranın, silahın, ırkın, dinin, totaliter ideolojilerin iktidarı… Ama aynı zamanda erkeklerin ve yaşlıların, özellikle de takıntılı yaşlı erkeklerin iktidarı!
Kendi açımdan, kimsenin üzerinde iktidar kurmak istemem, ama kimsenin de benim üzerimde iktidar kurmasını istemem! Ne demiş şair? Bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine…
Toplumsal sorumluluklarımızı -iktidar ilişkisine girmeden- yerine getirme yöntemlerinin başında ise -evet, çok haklısınız- umut beslediğimiz gençlere kendi bilançomuzu sunmak, hesap vermek gelir. Hatalarından ders çıkarmasını bilmeyen toplumlar, dönüp dönüp kafalarını aynı duvara vurmaya mahkumdurlar: Zerre ilerleme kaydedemeden on yıllar boyunca aynı bataklıkta debelenip dururlar, çürürler. bir de geçmişte büyük facialara, yıkımlara, can kayıplarına mal olmuş çok ciddi kuramsal ve pratik hataları gençlere bugün hâlâ kahramanlık masalları eşliğinde mutlak doğru diye yutturmaya çalışmak, bu tarz ideolojik takıntıları kutsallaştırmak, toplumun geleceğini karartmaktır bence. Geçmişten günümüze taşınan tüm büyük toplumsal anlatılara eleştirel gözle bakmakta yarar olduğunu düşünüyorum.
'EDEBİYAT TOPLUMLA İKTİDAR DIŞINDA, İKTİDARSIZ BİR İLİŞKİ KURMAMI DA SAĞLIYOR'
Bu genel yaklaşım, benim kendi edebiyatıma bakışımı da yansıtıyor aslında. Gerçi, tüm yazdıklarım elbette bir hesap vermekten ibaret değil, ancak metinlerime sıklıkla yansıyan bir boyut da bu, doğru. Sonuç olarak ben toplumu kökten değiştirmek amacıyla, yepyeni ve daha iyi bir düzen getirmek üzere devrim yapmak iddiasıyla sokaklara dökülen bir kuşağa aitim. Çıkış noktamızın haklı olduğunu düşünüyorum hâlâ. Sınıfsız, sömürüsüz, özgür ve eşitlikçi toplum olarak özetleyeceğim nihai amacımızın da... Ancak amaç/yöntem uyumunda belli ki hatalar da yaptık. Sonuçta ağır bir yenilgi yaşadık, bunun bedelini de hem bizler hem bütün toplum ödedi. Bu durumda genç kuşlaklara hesap vermek bence bir zorunluluk, kaçınamayacağımız bir sorumluluk.
Edebiyat işte bu işlevi usulca görebilmemi sağlıyor. Siyasi metinler de yazabilirdim gerçi, ancak siyasi pratiğin ilgi alanını fazla dar ve kısır, kısıtlayıcı buluyorum. Bireysel ve toplumsal yaşamın ise kurama sığmayacak kadar karmaşık ve değişken olduğunu düşünüyorum. Kaldı ki topluma yön vermeye çalışmaktansa, onu anlamaya çalışmak ve bunları kendi bireysel tarzımla ve üslubumla anlatmak bana daha anlamlı geliyor.
Üstelik edebiyat toplumla iktidar dışında, iktidarsız bir ilişki kurmamı da sağlıyor: Ben kendi köşemde kendi üslubumla hikayeler anlatırım; isteyen okur; yazdıklarımı anlamlı bulur ya da bulmaz; dilerse yazdıklarım hakkında kafa yorabilir, işine yarayanı alır gerisini atar ya da tümüne dudak büker, bu da okurun bileceği iş.
'EDEBİYATIN OKURA DOĞRULARI YA DA YANLIŞLARI DİKTE ETMEK GİBİ BİR GÖREVİ YOKTUR'
Toplumsal barışın ve hakikatin tanınması için bir asgariyi arıyor roman. Doğru ya da yanlış bir yanıtı yok, okuyanı arayışıyla baş başa bırakıyor. Siz bu roman için yola çıkarken neyi arıyordunuz?
Roman bu, adı üstünde, siyasi manifesto değil. Edebiyat her meseleyi sorgulayabilir, bireysel ya da toplumsal, siyasi, felsefi hatta tıbbi ya da tarihi, belki de süfli her tür konuyu ele alabilir. Zaten edebi görünümlü bir metnin hiçbir meselesi yoksa, büyük olasılıkla tek derdi ticaridir.
Bu romanda da karakterler, toplumsal barış, adalet, hakikat, şiddet, kuşaklar arası ilişkiler ve daha nice konuda kafa yoruyorlar. (Başka işleri güçleri yok anlaşılan!) Edebi bir metin bu konulara bir şekilde değiniyorsa, belli ki bunlar yazarın da (bu özel durumda her iki yazarın) kafasını kurcalayan konulardır.
Bununla birlikte, edebiyatın okura doğruları ya da yanlışları dikte etmek gibi bir görevi yoktur bana sorarsanız. Zaten roman karakterlerinin her sözü ve davranışı ille yazarın düşüncesini yansıtır diye bir kural da yok. Kurgunuzda bir katili, bir tecavüzcüyü, bir işinsanını ya da bir siyasi yöneticiyi işlediğinizde, hatta onu anlatıcı yapıp birinci tekil şahıs konuşturduğunuzda, onun hayata bakışını ve fikirlerini benimsiyor, davranışlarını onaylıyor ya da mazeret üretiyor değilsinizdir.
'YAZAR METNİN NERESİNDEDİR SORUSUNUN BASİT BİR YANITI YOK'
Bunun tersi de geçerli tabii, yani kurgu, yazarın ana hatlarıyla benimseyebileceği düşünceler savunan, onun sempatik bulabileceği davranışlar sergileyen bir karaktere yer verdiğinde dahi, yazarla yarattığı karakteri birebir özdeşleştiremeyiz. Yazar metninin neresindedir sorusunun basit bir yanıtı yoktur. Sonuçta yazar bir kurgu sunar okurlarına, söyledikleri kadar söylemedikleri ve satır araları da metnin toplam anlamının bir parçasıdır.
Ayrıca yazarlar kandırıcıdır: Örneğin Fransız yazar Louis Ferdinand Céline, son dönem romanlarının tümünde kendi başından geçenleri kendisiyle aynı adı taşıyan birinci tekil şahıs bir anlatıcının ağzından aktarır. Ancak yazarla aynı adı taşıyan bu kişi bile sonuçta bir roman karakteridir, her söylediğine inanmamak gerek...
Dahası, her metnin birden fazla anlamı, farklı doğruları/yanlışları da olabilir. Ele aldığı sorunsallar hakkında yazarın doğruları ya da yanlışları vaaz etmeye kalkması pek anlamlı değildir bana sorarsanız, çünkü her okurun yorumu farlıdır. Kimisi yazarın maksadının çok dışında bir açıdan bakar, yanlış anlar ya da hiç anlamaz, yüzeyde kalır. Kimisi yazarın bile farkında olmadığı bir boyutu, derinliği, daha farklı bir hakikati keşfeder. Kimisi metinde yazarın doğrusunu çürüten unsurlar bulur. Kimi de yazarın bıraktığı yerden alır metni çoğaltır ya da zenginleştirir.
'YAZI SÜRECİ İKİ EDEBİYATÇI DOST ARASINDA BİR OYUN OLARAK GELİŞTİ'
Arafta Düet özeline gelince, aslında yola çıkarken ikimiz de belli bir arayış içinde değildik. Hatta her hangi bir yön dahi saptamamıştık: Konu, karakterler, olay örüsü, düşünsel içerik… Hiçbir şeyi önceden kararlaştırmadık. Yayınlamak gibi peşin bir amacımız dahi yoktu; sonra bakarız dedik, sonuç ikimizin de içine sinerse… Yani her şeyi doğal akışına bıraktık. Bu yazı süreci aslında iki edebiyatçı dost arasında bir oyun olarak gelişti. Birimiz bir hamle yaptı, öteki ona karşılık verdi ve roman kendini bu karşılıklı hamleler içinde inşa etti. İlk iki bölümde yarattığımız karakterler farklı kişiler olsalardı ya da ilk bölümde anlatılanlara diğer yazarın verdiği cevap farklı olsaydı, romanın tüm olay örgüsü bambaşka bir yöne de gidebilirdi.
'SEÇİM YENİLGİSİ DUYGUSUNDAN, BİREYSEL YAŞAMIN TÜMÜNÜ KAPSAYAN BİR YENİLGİ DUYGUSUNA GEÇTİK'
Romanın bu şekilde örülmesinin ve toplumsal barış gibi konuları ele almasının iki temel belirleyeni var bence: İlki sanırım “dönemin ruhu,” yani yazmaya başladığımız 2023 yazında, seçim sonrasında toplumun büyük bir kısmına (ve büyük olasılıkla bizlere de) egemen olan “yenilgi” duygusu. İlk bölümde ilk ana karakterin ruhuna sinen o yenilgi duygusu, ikinci karakterin de kişilik yapısını belirledi.
Konjonktürel seçim yenilgisi duygusundan, bireysel yaşamın tümünü kapsayan bir yenilgi duygusunun ele alınmasına geçtik, oradan da tüm bir döneme ve toplumsal yaşama damgasını vuran daha geniş yenilgiler silsilesi irdelerken bulduk kendimizi. Yani ikinci belirleyici etken, her iki yazarın kimliğiydi.
Selahattin’in bir başka söyleşide belirttiği gibi, yazarlar kendilerinden yüzde yüz bağımsız eserler ortaya koyamazlar ve ikimiz de Türkiye'nin siyasal tarihinden kopuk kişiler değiliz. Dolayısıyla, olay örgüsünü karşılıklı bir yazınsal oyun olarak düş gücümüzle kurgularken, her ikimizin kişisel tarihi, hikayelerimiz, değerlerimiz, felsefi yaklaşımımız bizi zaten kafa yorduğumuz toplumsal meselelere de romanda değinmeye yöneltti.
Doğru ya da yanlışlarımızı okura dayatmadığımız ise çok doğru, zaten öyle yapsak bu bir edebi metin olmaktan çıkardı sanki. Konuyu farklı yönleriyle düşünmek üzere metne bazı parametreler serpiştirmiş, bazı sivri sorular sormuş olabiliriz. O başka mesele. En sağlıklı yanıtları ancak ayrı ayrı düşünerek, hep birlikte tartışarak bulabiliriz.
Sonuç olarak, her edebiyatçının ayrı bir derdi, eserlerinde şu ya da bu biçimde üzerinde durduğu ve önem verdiği meseleler vardır. Bener ve Demirtaş’ın da ayrı ayrı dert edindikleri bir hayli ortak konu vardı zaten, bir araya gelince katmerlenmiş sanırım.
'BİR METİN BENİ TEDİRGİN ETMİYORSA ELİMDEN DÜŞER'
Theodor Adorno sanat üzerine soruşturmalarında, sanatı basitçe toplumun bir ürünü değil, fakat toplumun kendisini ifşa ettiği bir mekân olarak değerlendiriyordu. Bu romanda da okuru bekleyen hatta belki onu rahatsız edebilecek bir "karşılaşma anı", bir "ifşa" var sanki. Okur için edebi metinde "Kendini ötekinin gözünden görmek" nasıl bir tecrübe? (Kendi okurluk tecrübenizi de, kitabın hitap ettiği okuru da içine katarak soruyorum)
Okur olarak şunu söyleyebilirim: Eğer bir metin beni tedirgin etmiyorsa, zaten bildiklerimin ötesine taşımıyorsa, kendimden çıkartıp ötekinin dünyasına ve bakış açısına taşımıyorsa, bir süre sonra elimden düşer. Yazarın zekası ve kültürel donanımı, dilinin ve üslubunun hoşluğu, ironisi bu süreyi uzatabilir; düş gücü, kurgu ve dil bütünlüğü çok başarılıysa sonuna kadar da gidebilirim. Ama geriye pek bir şey kalmaz.
Öbür türlü, kitabı bitirdikten yıllar sonra bile, hatta olay örgüsünün ya da ana karakterlerin ayrıntılı hikayesini çoktan unutmuş olsam bile, metnin sorunsalı zihnimi kurcalamaya devam eder. Yazdıklarımın başarısının benim açımdan en belirleyici ölçütü de sanırım okurda böyle bir iz bırakıp bırakamadığımdır.
'YAŞAMIN ÖTEKİNİN GÖZÜNDEN NASIL GÖRÜNDÜĞÜNÜ MERAK ETMESEM YAZMAYA DA KALKIŞMAZDIM'
Hatta eğer sadece kendimin değil, toplumun, dünyanın, genel anlamda yaşamın da o ötekilerin gözünden nasıl göründüğünü merak etmeseydim, yazmaya da kalkışmazdım sanırım. Yazmak bir yönüyle kendini ortaya koymak, ola ki ifşa etmekse, bir diğer yönüyle de kendi dar perspektifinden uzaklaşmak, kendi yaşantısından çıkarak ötekine erişmek ve onu anlamak çabasıdır benim için.
İki yazarın bir araya gelerek roman yazması deneyiminin insanı çok zenginleştiren ilginçliği de burada: Hem (her metnimizde olduğu gibi) kendi ötekilerimize erişmeye çalıştık hem de ortak yazarın ötekileriyle hemhal olduk… Bir yandan da yazı sürecinde karşımıza çıkan ve metni aracılığıyla zihnini, duygularını, düşüncelerini en derinden kavramaya çalıştığımız öteki yazara eriştik ve ona kendi yüreğimizi açtık. Ötekine ve ötekinin ötekilerine ötekileştirmeden ulaşmak… Bundan doktora tezi bile çıkar yahu! Ne dersin Selahattin?