Yurttaş Marx’tan komünist Marx’a: Marx ve cumhuriyetçilik
Çeviri: Gencer ÇAKIR
Söyleşi: Hugo de Camps Mora - Bruno Leipold
* Bu söyleşi ilk olarak Jacobin dergisinde "How Karl Marx Became a Communist" başlığıyla yayınlanmıştır.
Karl Marx'ın çalışmalarını genellikle üç geleneğin etkilediği düşünülür: Alman felsefesi, İngiliz ekonomi politiği ve Fransız sosyalizmi. Bununla birlikte Marx'ın yaşadığı dönemde işçi sınıfı için destek arayışında sosyalizmle rekabet halindeki bir ideoloji ve siyasi oluşum olan cumhuriyetçiliğin etkisine ise çok az dikkat çekilmiştir.
Son zamanlarda, cumhuriyetçiliğin Marx'ın fikirlerini şekillendirmedeki rolünü vurgulayan çeşitli çabalar var. Bunlar arasında Bruno Leipold'un yeni çıkan kitabı da yer alıyor: "Yurttaş Marx: Cumhuriyetçilik ve Karl Marx'ın Sosyal ve Siyasal Düşüncesinin Oluşumu"
Leipold, Marx'ı tarihsel bağlamına yerleştirmenin, düşüncesinin karmaşıklığını ve günümüzdeki geçerliliğini anlamak için gerekli olduğunu savunuyor. Leipold, başlangıçta Marx'ın keyfi iktidarın yokluğu olarak tanımlanan cumhuriyetçi özgürlük kavramına bağlı olduğunu ve vatandaşların aktif halk egemenliğini kullandığı demokratik bir cumhuriyeti savunduğunu ileri sürüyor. Ancak Marx zamanla, cumhuriyetçi mirasın temel unsurlarını korumakla birlikte, komünizme yöneldi.
Kapitalist tahakkümün keyfiliği tarafından şekillendirilen bir dünyada özgürleştirici mücadeleleri nasıl anlamak gerekir? Leipold, Marx’ın düşüncesindeki gelişmeleri ve bunların sosyalistler açısından taşıdığı önemi tartışmak üzere Jacobin ile bir araya geldi.
Hugo de Camps Mora: Kitabınızın adı Yurttaş Marx: Cumhuriyetçilik ve Karl Marx'ın Sosyal ve Siyasal Düşüncesinin Oluşumu. Kitabın içeriğine geçmeden önce, neden bu başlığı seçtiğinizi açıklayabilir misiniz?
Bruno Leipold: On dokuzuncu yüzyılda tüm radikaller birbirlerine Yurttaş diye hitap ediyorlardı. Bunun Fransız Devrimi'ne kadar uzanan cumhuriyetçi bir geçmişi vardır. Esasen aristokratik unvanların yerine geçen eşitlikçi bir unvandır bu. Ancak on dokuzuncu yüzyılda Yurttaş'ın yerini Yoldaş almaya başlamıştı. Örneğin Uluslararası Emekçiler Komitesi'nin tüm tutanaklarında Marx'tan "Yurttaş Marx" olarak bahsedilir. Benim için bu, sosyalizmin unutulmuş cumhuriyetçi arka planını yansıtıyor. Yani bu sadece Yurttaş Kane'e bir gönderme değil, Marx'ın zamanındaki gerçek bir tarihsel pratik aslında.
Cumhuriyetçiliğin ve onun kendine özgü özgürlük anlayışının Marx'ın çalışmalarını anlamak için gerekli olduğunu savunuyorsunuz. Cumhuriyetçilik terimi çeşitli şekillerde kullanılıyor, siz argümanınızda bu terimi nasıl kullanıyorsunuz?
B.L: Gerçekten de cumhuriyetçi kelimesi çok çeşitli şekillerde kullanılagelmiştir. Bugün genellikle çağdaş terimlerle düşünüyoruz: Amerika'da genellikle Cumhuriyetçi Parti anlamına geliyor; İngiltere'de sadece monarşi karşıtlığı anlamına geliyor; Fransa'da Sağ tarafından benimsenmiş durumda. Yani çok geniş bir anlam çeşitliliğine sahip. Açıkçası, bunların hepsi terimin eski anlamıyla ilgili, ancak zaman içinde oldukça farklı anlamlar kazandılar.
Benim için asıl önemli olan, Marx'ın yazdığı ve siyasi olarak aktif olduğu dönemde cumhuriyetçiliğin ne anlama geldiğine geri dönmektir. Bu, cumhuriyetçiliğin yaşayan bir siyasi oluşum ve ideoloji olduğu anlamına gelir, tıpkı bugün Muhafazakârlar, Liberaller ve Sosyalistler örneğinde olduğu gibi.
Cumhuriyetçilik, ki bu çok kolay unutuluyor, Marx'ın zamanında işçi sınıfı için destek arayışında sosyalizmin ana rakibiydi. Kitapta yeniden yaratmaya çalıştığım şey, Marx'ın bu siyasi hareketten yararlanma, ondan öğrenme ve aynı zamanda ona karşı çıkma biçimleridir.
Peki on dokuzuncu yüzyıl cumhuriyetçiliği neyi savunuyordu?
B.L: En temelde, cumhuriyetçiler demokrasi fikrine dair belirli bir anlayışa sahiptiler. Elbette genel oy hakkına, ama aynı zamanda bundan çok daha fazlasına bağlı demokratik rejimler yaratmaya çalışıyorlardı. Gerçek aktif halk egemenliğini tesis etmek için temsilciler üzerinde kapsamlı bir kontrol, vatandaş odaklı bir kamu yönetimi talep ediyorlardı. Bu arada, on dokuzuncu yüzyıldaki liberallerin demokrasiye aynı şekilde bağlı olmadıkları sıklıkla unutulmaktadır; genel oy hakkını desteklememişler, bunun yerine oy verme gereklilikleri olarak mülkiyet ve eğitim niteliklerini tercih etmişlerdir.
Cumhuriyetçiliğin, çeşitli taahhütleri birbirine bağlayan, bir diğer ayırt edici unsuru ise özgürlük anlayışıdır. Cumhuriyetçiler özgürlüğün keyfi gücün yokluğu anlamına geldiğine inanırlar. Bu, üzerinizde size ve hayatınıza istediği gibi müdahale etme gücüne sahip bir efendiniz olduğunda özgür olmadığınız anlamına gelir. Bu efendi iyiliksever olsa ve çoğunlukla istediğinizi yapmanıza izin verse bile, yine de özgür değilsinizdir çünkü hâlâ size hükmetmektedir, hâlâ sizin üzerinizde kontrol edemediğiniz bir güce sahiptir. Siyasi alanda bu, geleneksel olarak cumhuriyetçiliğin endişelerinden biri olan mutlak monarşiye yönelik bir eleştiriye yol açar. Ancak cumhuriyetçiler on dokuzuncu yüzyılda kapitalizm de dâhil olmak üzere yeni ortaya çıkan keyfi güç veya tahakküm biçimlerini eleştirmek için de bu özgürlük anlayışından istifade ettiler.
Cumhuriyetçiler genel olarak kapitalizme karşı oldukça eleştireldir; bu genellikle unutulan bir şeydir. Kapitalist patronların işçilerine nasıl hükmettiğine itiraz ederler. Ancak özel mülkiyeti ortadan kaldırmak yerine bunun evrenselleştirilmesine inandıkları için kapitalizm eleştirilerinde sosyalizmden ayrılırlar. Yani Cumhuriyetçiler temelde küçük köylüleri, küçük zanaatkârları ve benzerlerini destekleyen bir ekonomi politiğe sahiptiler. Şu halde, on dokuzuncu yüzyıl cumhuriyetçiliğinin geniş resmi: demokrasiye bağlı, popüler bir ekonomi politiği savunan ve özgürlük vizyonuyla birbirine bağlanan bir ideolojidir.
Marx'ın cumhuriyetçi sosyal programın pek çok kısmına katılmakla birlikte cumhuriyetçi değil sosyalist bir ekonomi politiği savunmaya karar verdiğinden bahsediyorsunuz. Marx neden küçük ölçekli bağımsız üreticilerin özel mülkiyetinin evrenselleştirilmesini desteklemedi?
B.L: Marx başlangıçta küçük ölçekli bağımsız üreticilerin özel mülkiyetinin evrenselleştirilmesi fikrini küçük burjuva bir ideal olarak reddeder. Ancak daha sonra, Kapital'de, William Clare Roberts'ın da belirttiği gibi, bu fikre daha sempatik yaklaşır. Bu belki de Uluslararası Emekçiler Birliği'ndeki zanaatkârlarla doğrudan ilişkisinden kaynaklanmaktadır. O dönemde cumhuriyetçiliğin popülerliği göz önüne alındığında, Marx'ın retorik stratejisi, gerçek bireysel bağımsızlık sağladığı için bu idealin ne kadar çekici olduğunu göstermekle işe başlamaktır.
Daha sonra, ne kadar çekici olursa olsun, kapitalist sanayinin ilerlemesiyle bu idealin buldozerle bir kenara atılacağını savunur. Marx'ın cumhuriyetçi politik ekonomiye karşı sonunda ileri sürdüğü argüman, bu yaklaşımın özgürlüğü tesis etme çabasının piyasa zorunluluklarının gerçekleriyle karşı karşıya geleceğidir: mümkün olduğunca ucuza üretme zorunluluğu. Zanaatkârlar, giderek daha fazla, büyük ölçekli sanayinin verimliliği ve onun proleter iş gücü tarafından yerlerinden edildikçe bu zorunluluğu yerine getiremez hale gelirler. Bu nedenle Marx, özgürlüğün ancak farklı bir ekonomi politik ile gerçekleştirilebileceğine inanıyordu: üretim araçlarının ortak mülkiyetine, işyeri kooperatiflerine ve ekonominin demokratik planlamasına dayanan bir ekonomi.
Amerikalı tarihsel sosyolog Robert Brenner'in “dikey” ilişkiler kavramı veya filozof Soren Mau'nun "dilsiz zorlama" kavramı gibi Marksist açıklamaları yankılayarak, kapitalistlerin bile piyasa güçlerine uymak zorunda olduğunu savunuyorsunuz. Size göre piyasa yasalarının herkese hükmettiğini vurgulamak neden bu kadar önemli?
B.L: Marx'ın ekonomi politik eleştirisinin bir parçası olarak bunu vurgulamak benim için gerçekten önemli. Kapitalizm eleştirimizi sadece bireysel keyfilikle sınırlayamayacağımızı anlamamız önemlidir. Elbette Marx, kapitalist işverenlerin tek tek işçilere hükmettiği ve onları işyerinde her türden korkunç keyfi müdahaleye maruz bıraktığı konusunda kapsamlı bir şekilde yazmıştır. Bu, işçilerin kapitalizmde neden özgür olmadıklarına dair hikâyenin bir kısmını anlamak için kesinlikle çok önemli bir adımdır. Ve bu Marx'ın Cumhuriyetçilerle paylaştığı bir şeydir. Ancak Marx bunun ötesine geçmemiz gerektiğinde de ısrar etmiştir.
Kapitalizmde tahakküm aynı zamanda kişisel-olmayan ya da soyut bir fikirdir: kapitalizmde tüm bir toplum piyasa zorunlulukları tarafından tahakküm altına alınır. Ve bu tek bir kişiye ya da tek bir kapitaliste indirgenemez. İşte bu yüzden, Marx'ın analizinde, diyelim ki iyi kalpli ve işçilerine iyi ödeme yapmak isteyebilecek iyi kapitalistler bile piyasa tarafından bunu yapmaya zorlanırlar yoksa işlerinden olurlar. Bu piyasa tahakkümü fikri, işyerimizdeki salt bireysel ilişkilerden daha derin bir tahakküm düzeyini yakalamayı amaçlamaktadır. Her zaman bu iki tahakküm biçimi arasındaki etkileşimi anlamaya çalışmamız gerekir.
Sizin de kitabınızda açıkladığınız gibi, Marx'ın en önde gelen biyografileri, onu on dokuzuncu yüzyıla yerleştirerek ilgisini yalnızca o dönemle sınırlandırdığı izlenimini veriyor. Buna karşılık, kitabınızın “Marx'ın düşüncesini tarihsel bağlamı içinde incelemekten kazanılacak çok şey olduğu ruhuyla” yazıldığını savunuyorsunuz. Marx'ın çalışmalarını tarihsel bir perspektiften incelemenin niçin aydınlatıcı olabileceğini düşünüyorsunuz?
B.L: Genel olarak, siyasi düşünce tarihi alanında bir çalışma yürütürken, düşünürleri kendi bağlamlarına yerleştirmenin merkezi bir öneme sahip olduğuna inanıyorum. Bana göre bu, o dönemde içinde bulundukları siyasi tartışmaları yeniden inşa etmek ve ne gibi müdahalelerde bulunmaya çalıştıklarını görmek anlamına geliyor. Ve bunu Marx ile yapmanın özel bir yararı var. Bildiğimiz gibi Marx, belki de diğer sözde kanonik düşünürlerden daha fazla çok katmanlı, yanlı ve yanlış yorumlamalara maruz kalmıştır. Marx'ın durumunda bağlamsalcı bir yaklaşımın yapabileceği şey, bu yanlış yorumlama katmanlarından bazılarının soyulmasına yardımcı olmak ve yazdığı dönemde ne yapmaya çalışıyor olabileceğine geri dönmeye çalışmaktır.
Ne yazık ki, son zamanlarda yazılan bazı Marx biyografileri, Marx'ı bağlamına yerleştirmenin onu depolitize etmenin bir yolu olduğu bakış açısıyla yazılmıştır. Gareth Stedman Jones ve Jonathan Sperber'in biyografileri gerçekten değerli olmakla birlikte, Marx'ı kendi bağlamına geri yerleştirdiğimizde, onu bir şekilde tarihe gömeceğimize inanıyor gibi görünüyorlar.
Aksine, bağlamsalcı bir yaklaşımın Marx'ın sadece soyut felsefi tartışmalarla meşgul olmadığını, siyasi rakipleri, siyasi müttefikleri olan ve metinleriyle insanları kendi fikirlerine kazanmaya çalışan bir siyasi aktör olduğunu ortaya koyabileceğini düşünüyorum. Diğer insanların kim olduğunu ve o dönemde neyi savunduklarını anlamadan Marx'ın ne yapmaya çalıştığını tam olarak anlayabileceğimizi sanmıyorum.
Marx'ın çalışmalarının üç farklı evreye ayrılabileceğini ve bu evrelerin Marx'ın kendi döneminin cumhuriyetçi geleneğiyle ilişkilenme biçimine göre farklılaştığını iddia ediyorsunuz. Bunların hangileri olduğunu kısaca açıklayabilir misiniz?
B.L: Tabii, ilk aşama Marx'ın en erken siyasi angajmanını temsil ediyor. Bu, Prusya'nın bir parçası olan Rhineland'da bir gazete editörü olduğu zamandır. Bu dönemde Marx genellikle liberal olarak yorumlansa da, bunun kısmen bazı yorumcuların liberalleri cumhuriyetçilerden net bir şekilde ayırt etmelerini sağlayacak tarihsel bağlamla doğru bir şekilde ilgilenmemelerinden kaynaklandığını iddia ediyorum. Bunun bir diğer nedeni de bu noktada Marx'ın oldukça karmaşık bir siyasi stratejiye sahip olduğunu takdir etmemeleridir.
O dönemde var olan siyasi baskının bir sonucu olarak, Marx açıktan cumhuriyetçi ve radikal bir tutum sergileyemez ve kendini kamusal alanda söylenebileceklerle sınırlamak zorunda kalır. Bununla birlikte, cumhuriyetçiliğe bağlılığı kamuya açık gazeteciliğinde (özellikle de yayınlanmamış özel yazılarında) kendini gösterir. Bu yazılarında, gerek Prusya hükümdarı, gerek seçkin Prusya bürokratları, gerekse de basın sansürcüleri olsun, keyfi iktidara karşı genel bir kaygı yer almaktadır. Daha sonra, 1844 civarındaki yıllarda Marx'ın bu cumhuriyetçi konumdan yavaş yavaş komünizme nasıl dönüştüğüne bakıyorum. Marx'ın komünizme dönüşümünün mevcut komünizme bir dönüşüm olmadığını vurgulamak benim için önemlidir, çünkü komünizm o dönemde son derece anti-politiktir. Marx'ın yaptığı şey, cumhuriyetçi mirasını -yani siyasete ve demokrasiye olan bağlılığını- komünizmine taşımak olur. Böylelikle benim zaten cumhuriyetçi komünizmin bir biçimi olduğunu söyleyebileceğim şeyi kurar. Ancak aynı zamanda, bu dönemde daha radikal siyasi fikirlerinden bazılarının kaybolduğunu da savunuyorum. Temel olarak, temsil ve kamu yönetimine yönelik bazı erken dönem eleştirileri ilk yazılarındaki kadar açık değildir.
Ancak Paris Komünü'ne yanıt olarak gerçekleşen üçüncü dönemde, bence bu çok erken radikal cumhuriyetçi fikirleri geri gelir ve Marx'ın sosyal cumhuriyet olarak adlandırdığı şeyin önemli bir parçasını oluşturur. Bu da insanların kendi hükümetleri ve kamu yönetimleri üzerinde kapsamlı bir kontrole ve katılıma sahip olduğu bir cumhuriyettir. Marx bu siyasi kurumların toplumsal dönüşüm için kesinlikle gerekli olduğunu düşünmektedir. Benim görüşüme göre, bu son aşama onun cumhuriyetçiliğinin ve sosyalizminin daha eksiksiz bir sentezidir.
Marx'ın çalışmalarında siyasetin ve siyasi kurumların önemini vurgulamakta ısrar etseniz de, onun birçok kez “anti-politik” bir düşünür olarak sunulduğu bir vakıadır.
B.L: Marx'ın politik olmadığı yönündeki eleştiri beni en çok hayal kırıklığına uğratan eleştirilerden biridir, çünkü Marx'ın çalışmalarıyla çok sınırlı bir ilişkiye ya da Marx'ın bağlamını anlamamaya dayanıyor. Marx'ın, örneğin 1848 devrimlerine giden yolda yapmaya çalıştığı şeyin, kendi döneminde var olan egemen anti-politik sosyalizm biçimlerine karşı çıkmak olduğu çok açıktır. Bunlar kelimenin tam anlamıyla bir devrimde işçilerin bir cumhuriyeti desteklemek için ortaya çıkmaması gerektiğini savunuyordu. Bu arada şu noktayı da vurgulamak isterim: Marx'ın zamanında sosyalizmin ne kadar anti-politik olduğunu bugün gerçekten bilmiyoruz. O dönemde sosyalistler cumhuriyetin monarşi kadar faydasız olduğunu ve bir şekilde insanlara sosyalizmi barışçıl bir şekilde yaymaları için ilham verecek çeşitli komüniteryen deneyler yapmamız gerektiğini düşünüyorlardı. Marx bu yaklaşımın çılgınca ve tehlikeli olduğu kanaatindeydi ve bu anti-politik unsurlara karşı çıkmak onun en büyük katkılarından biridir. Bu nedenle, çalışmalarının tarihsel yeniden inşasını gerçekleştirdikten sonra, Marx'ın anti-politik bir düşünür olarak görülemeyeceği bana göre açıktır.
Marx'ın komünist bir toplumda siyasetin rolünün sona ereceğine inandığı da ileri sürülmüştür.
B.L: Bu, kitabın en sonunda ele aldığım bir konudur. Bence Marx'ın anti-politik olduğuna dair öne sürebileceğiniz en iyi iddia, gelecekteki komünist bir toplumda siyasetin de devletin de ortadan kalkacağı fikridir. Bunun en iyi durum olduğunu düşünsem de, yine de yanlış olduğunu düşünüyorum. Bence yanlış çünkü devletin ortadan kalkması ile siyasetin ortadan kalkması arasında ayrım yapmamız gerekiyor. Marx'ın devletin ortadan kalkacağını söylediği açıktır, ancak bu, genel olarak ortak kaygılara ilişkin konularda yetkili karar alma olarak tanımlayabileceğimiz türden bir siyasetin ortadan kalkacağı anlamına gelmez. Marx'ın bu anlamda siyasetin ortadan kalkacağını düşündüğünü gösteren herhangi bir kanıt göremiyorum. Her halükârda buna inanmak oldukça saçma olacaktır. Komünist bir toplumda siyasetin devam edeceğine ve etmesi gerektiğine inanmak için çok güçlü cumhuriyetçi nedenler vardır. Bunlar arasında, sınıflı bir toplumu yeniden tesis etmeye yönelik oligarşik dürtüyü tamamen ortadan kaldırabileceğimiz fikrine yönelik cumhuriyetçi şüphecilik de yer almaktadır. Bu nedenle, radikal demokratik kurumların toplumu bu oligarşik tehditlerden korumak için gerekli olduğuna inanıyorum.
Sizin de belirttiğiniz gibi, Marx hayatının sonlarına doğru ve özellikle Paris Komünü'nden sonra, sosyalizmi gerçekleştirmek için hangi siyasi kurumların gerekli olduğu sorusuyla ciddi bir şekilde ilgilenmiştir. Marx'ın öngördüğü sosyal cumhuriyetin burjuva cumhuriyetinden farkı nedir?
B.L: Öncelikle, burjuva cumhuriyetinin Marx'ın düşündüğü türden bir sosyal cumhuriyetle paylaştığı kurumlar hakkında konuşabiliriz. Bu ikisi genel oy hakkı ve eşit yurttaşlık haklarına bağlılık açısından örtüşmektedir. Marx bu kurumların çok önemli olduğunu düşünse de, burjuva cumhuriyetlerinde temsilin işleyiş biçiminin, sonunda elit bir sınıf tarafından yönetilen halkı gerçekten yanlış temsil ettiğine inanıyordu. Bu nedenle Marx, gerçekten halkın kontrolü altında olan bir cumhuriyeti savunur; bununla temsilcilerinizi kontrol etmenin önemine odaklanan bir cumhuriyeti kasteder. Özellikle "zorunlu yetki" olarak adlandırılan bir sistemi savunur. Bu sistemde temsilcilerinize bağlayıcı talimatlar veriyorsunuz; temsilciler geri çağrılabiliyor; ve çok daha sık seçimler yapılması öngörülüyor.
Marx'ın savunduğu bir diğer kurum ise devlet bürokrasisinin dönüştürülmesi. Halktan ayrı olarak var olan bu elit profesyonel organ yerine, benzer şekilde geri çağırma kontrol mekanizmalarına tâbi olacak bu bürokrasinin büyük bir kısmının seçilmesiyle bir anlamda tam anlamıyla halkın kontrolü altına gireceğini düşünüyor. Sanırım bu, sosyal bir cumhuriyetin burjuva cumhuriyetinden ne kadar farklı olacağını düşündüğü hakkında bir fikir vermektedir.
Marx'ın argümanı, bugün demokrasi olarak adlandırdığımız şeyin, aslında demokrasinin çok daha liberal bir versiyonunun zaferi olduğunu gösterir: bir anlamda, evrensel oy hakkına olan cumhuriyetçi inancın, devletin ve temsilcilerinin bizim kontrolümüz dışında kaldığı, genel olarak liberal kalan bir yapıyla birleşimi.
Kitabınız, çalışmanızdan çıkarılabilecek çeşitli kaynakları öneren bir ek bölümle sona eriyor. Bunu akılda tutarak, on dokuzuncu yüzyılda Marx ve cumhuriyetçilik üzerine bir çalışma, bugünün zorluklarına uygun bir sosyalizm vizyonunun formüle edilmesine nasıl katkıda bulunabilir?
B.L: Siyasetin bazen oldukça araçsal bir anlamda, sanki siyasi kurumların tasarımı önemli değilmiş ya da sosyalizme ulaşmak için geliştirdiğimiz siyasi kurumlar daha sonra gerçekten önemli değilmiş gibi düşünülmesi sosyalizm için kesinlikle bir sorun olmuştur. Marx'a cumhuriyetçilik üzerinden bakmanın sağlayacağını umduğum bir kaynak, siyasetin aslında toplumsal özgürleşmenin merkezinde yer aldığı içgörüsüdür.
Kaynaklar açısından sağlamasını umduğum ikinci şey ise, bugün özgürlüğün ne anlama geldiği konusunda oldukça dar bir anlayışa sahip olduğumuzdur. Özgürlüğü genellikle müdahale etmeme özgürlüğü olarak düşünüyoruz; devlet ya da bir başkası bize müdahale etmediğinde özgür oluyoruz; bu fikir iş yerinde özgür olduğumuza inanmamızı kolaylaştırıyor çünkü sözde kimse bizi bu ilişkilere zorlamıyor. Bence kapitalizmin insanları neden özgür kılmadığını göstermek için kullanabileceğimiz daha ilginç bir özgürlük versiyonu var. Cumhuriyetçi özgürlüğün, özgürlükten ne anladığımızla ilgili önemli bir şeyi yakaladığını düşünüyorum: Birisi sizin üzerinizde keyfi bir güce sahip olduğunda, sizi aşağılayabildiğinde, size istediği gibi davranabildiğinde özgür değilizdir; dahası sadece böyle bir güce sahip olduğu gerçeği bile -ki bu gerçekten çok önemli bir cumhuriyetçi içgörüdür- sizi özgür biri olmaktan çıkarır. Bence bu, Marx'ın çoğunlukla ihmal edilmiş olan özgürlük anlayışının bir unsurudur.
Günümüzde muhafazakârların ve liberallerin özgürlüğün değeri hakkındaki konuşmalara yön vermesine bir bakıma izin verdik. Bence bu, sosyalistler olarak yeniden sahiplenmemiz gereken bir değer. Ve bunu yapacaksak, bence cumhuriyetçi özgürlük, özgürlükten ne anladığımızın bir parçası olmalıdır.
***
Not: Hugo de Camps Mora politik ekonomi ve iktisat sosyolojisi hakkında yazmaktadır. Halen Birkbeck'te turizme yönelik eleştirel yaklaşımlar üzerine araştırma yapmaktadır.
BRUNO LEIPOLD KİMDİR?
Bruno Leipold, Karl Marx'ın düşüncesi, cumhuriyetçi siyasi gelenek, demokrasi teorisi ve on dokuzuncu yüzyıl siyasi düşüncesi üzerine çalışmaktadır. Citizen Marx (Yurttaş Marx) (Princeton University Press, 2024) kitabının yazarı ve Radical Republicanism (Radikal Cumhuriyetçilik) (Oxford University Press, 2020) kitabının eş editörüdür. London School of Economics'e (LSE) gelmeden önce The New Institute, European University Institute ve Frankfurt Goethe Üniversitesi'nde post doktora çalışmalarında bulunmuş ve doktora derecesini Oxford Üniversitesi'nden almıştır.