Esra Yalazan
200 yaşındaki Flaubert’in melankolisi ve ilham
Yazarların edebiyatın çok katmanlı dünyasında, sezgisel kelime, karakter, mit, hikâye, dil, üslup arayışıyla zamansız tanrılar misali dolaşmaları beni heyecanlandırıyor. Sezgilerim yakın hissettiklerimi çoğunlukla onlar arasından seçiyor.
İnsanın ancak sezgi yoluyla anlayabileceğine inanan Bergson’un felsefesini içselleştiren yazarlardan biriydi Proust. Kurmaca olmamak için direnen benzersiz romanları gerçeği sezgilerine göre yeniden şekillendirme çabasının kaçınılmaz sonucudur. Ona göre geçmişin anıları eksik ve hatalıydı. O halde onları gerçekte yaşanıp yaşanmadıklarından bağımsız doğru hissedilecek gibi yeniden tasarlamalıydı.
Sevdiği yazarların hayat hikâyelerini taklit edilmesi mümkün olmayan biyografilere dönüştüren Zweig da yazarları sezgileriyle tekrar doğurarak edebiyat tarihine hediye etti. Onlarla birlikte anlaşılması güç hayatların karanlık dehlizlerinde edebiyatın kalp çarpıntısını unutmadan dolaştı. Bazen iyi bildiği yazar huzursuzluğunun sebeplerini anlamaya çalışıyor, bazen de insan kusurlarını, edebi zaaflarını açıkça gösteriyordu. Ve siz sevdiğiniz yazarları acımasızca hırpaladığı vakit ona kızamıyordunuz. Tersine Tolstoy, Dostoyevski, Balzac, Stendhal, Balzac, Dickens, Freud, Nietzsche ve diğerlerini yaratıcılığın "kutsallığına" yaraşır bir üslup ve incelikle, mesafesini kaybetmeden anlatabildiği için minnet duyuyordunuz.
Zweig biyografi yazımındaki eşsiz pırıltısını yazarken kim olduğunu unutup yazdığı kişinin "kaderi" olabilmesine borçlu bence. Yazarların acılarını, umutlarını, çaresizliklerini, korkularını derinden hissedebilmesini sağlayan dürtünün kaynağı, kibirden arındırılmış bir empati yeteneği ve yazı sanatına adanmışlığı. Okuyanı önce "portresinin" gerçek olduğuna inandırır sonra o tekinsiz ve renkli hayatın içinde dilediği gibi özgürce dolaşmaya devam eder.
‘Monsieur Flaubert, C’est moi!’
Maupassant, Tolstoy, Henry James, Nabokov, Conrad, Mario Vargas-Llosa ve daha pek çok yazarın etkilendiği, hakkında yazdığı Flaubert’in meşhur cümlesini edebiyat severler bilir. ‘Madame Bovary’ romanının esas kahramanı hakkında konuşurken "Madame Bovary benim!" demişti. Bu sene 200. yaşına basan Flaubert’in bu cümleyle tam olarak ne demek istediği, öncülerinden olduğu ekolün -realizm- güncellenen yorumlarıyla birlikte hâlâ tartışılıyor.
Orhan Pamuk, "Mösyö Flaubert benim" başlıklı konuşmasında edebiyatından etkilenme sebeplerine değinirken edebiyat tarihine miras kalan binlerce mektubun etkisinden de bahsediyordu;
"Tıpkı bazılarının Kafka’nın hayat hikâyesini okuyuşu gibi, 1970’lerde ben de Flaubert’in mektuplarını tasavvuf şeyhlerinin menkıbnamelerini okur gibi okumuştum… Flaubert’e duyulan hayranlığın daha sonraki kuşaklarda, 20. yy’da, romanları kadar mektuplarına, mektuplarının gösterdiği hayat tarzına, edebiyatın bir çeşit keşişi olmasına dayandığını anlamak zor değildir."
O konuşmasında neden Flaubert olmak istediğini de ayrıntılarıyla açıklar;
"Pek çok yazar, hayatının bir kısmında benim gibi Flaubert olmak istemiştir… Benim sevdiğim, hayranlık duyduğum, özdeşleşmek istediğim Flaubert, işte bu ikinci yazardır. Kahramanlarının ruh haline, bir romanın geniş manzarası içersinde, bir anda birkaç kelime ile girebilmenin bir yolunu keşfeden büyük yazar! Kahramanlarının roman sanatının talep ettiği derin şefkat ve anlayışla yaklaşabilen, bu yüzden ‘Madame Bovary benim’ diyebilen yazar!"
Pamuk, bu konuşmada onun insanlığa öfke ve kızgınlık duyan alaycı, aşağılayıcı yanını da anlatır. Ve sonunda itiraf eder;
"Onu her okuyuşumda, "Monsieur Flaubert, C’est moi!" demek geldi içimden."
Flaubert’in anadiliyle yazan başka bir yazar Alexandre Postel, onun doğumundan iki yüz yıl sonra Pamuk’un cümlesini müthiş bir romanla taçlandırmış. "Mösyö Flaubert benim" deyişinin ya da onu kendi edebi dünyasında tasvir etme çabasının böylesine incelikli bir tezahürüyle ilk kez karşılaşıyorum.
Bir romanın doğum sancısı
‘Flaubert’in Bir Sonbaharı’, yazarın 1875 yılında 53 yaşındayken melankoli ve ölme isteğinden uzaklaşmak için bilim insanı dostu Pouchet ve müze yöneticisi Pennetier’in yaşadığı Concarneau’ya seyahatinden hareketle sadece birkaç ayına ve anlatmak istediği ruh iklimine odaklanan tuhaf bir metin. Maddi sıkıntılarını, huzursuzluğunu, sağlık sorunlarını, hayal kırıklıklarını, yazma arzusundaki sıkışıklığı, yeni bir kitabın doğum sancılarını kısacık bir romanda ayrıntılarıyla resmederken yazarın zihin dünyasında derinlikli bir hissedişle dolaşıyor.
Son yıllarda giderek çoğalan ‘biyografik roman’ türüne sıkıştırılamayacak zarif bir esnekliği var bu kısa romanın. Yazarın yaşam biçimini, gündelik alışkanlıklarını, içinde bulunduğu atmosferi, sinematografik ayrıntıları, dili kullanma biçimini ya da edebiyat anlayışını kendi üslubuyla aktarmaktan öte başka türlü bir kırılmayı görmüş. Yazar kimliğiyle "Flaubert olmanın" yazı sanatındaki anlamını tutkuyla kavramış da denebilir. Onun geçmişine doğru yolculuk ederken ânın içinde durup duygularının sarsıntısını bir bilimci kesinliğiyle ölçüyor ama has edebiyatçı titizliğiyle yazıyor.
"Hayatı temelinden sarsılıyordu. Gençliğinde yaptığı tüm tercihler, kendini adadığı tüm ilkeler, hepsi temelden çatırdamaya başlamıştı. Bütünüyle yanılmış, kendine olan tüm güvenini yitirmişti. Hiçliğe dalmasına çok az kalmıştı."
Melankolik iklimiyle düzyazının şiirine sokulan bu pastoral anlatı, yazarın hayatla kurduğu ilişkiden ya da duygularının görünmeyen şiddetini tasvir etmekten fazlasına ulaşıyor; "Son ana dek bu sorunu görmezden gelmeyi denemişti, ancak bir noktada hiçbir zaman dile getirmediği şey tam olarak şuydu; "Madam Bovary O’ydu."
Postel bu aşamada Flaubert’i nasıl değerlendireceğini yazarla kahramanı arasındaki derin çatlağa sızarak gösteriyor;
"Ailesinin rızkını iki tenzilatlı bilet fiyatına köyün tefecisinin ellerine bırakan Emma’nın şuursuzluğu içerisindeydi. Flaubert çok uzun bir süre ekonomik kaygıları olmadan yaşamıştı. Fakat bir lüks ve tutku çılgınlığı içerisinde kendini tüketen kahramanından farklı olarak kendi çöküşünün yazarı olmanın trajik ayrıcalığından faydalanamıyordu. Onun başına geleneler karmaşık ve aptalcaydı."
Nihayetinde bu kitabın kahramanı Postel’in Flaubert’i. Yazar ilk kitabıyla Goncourt ilk roman ödülünü (Un homme efface) alan bir öğretmen. Okurken Flaubert’in yazma tıkanıklığı yaşadığı bir dönemi özellikle seçme sebebini merak ettim. Hayatını yazı yazmak üzerine inşa eden birinin o inancı kaybedişini, fırtınalarda savruluşunu, tekrar yazma arzusuna kavuşmasını sorgulamak ve mümkünse bu anlatıyı şiiri nesirle buluşturan (Flaubert’in de idealize ettiği) edebi diliyle yüceltmek istedi sanırım.
Kitabın sonundaki notlardan yazarın mektupları ve eleştiriler üzerinde çalışarak bu romana hazırlandığı anlaşılıyor. Flaubert’le ilişki halinde olan yazarlar -Victor Hugo, George Sand, Maupassant, Zola, Goncourt kardeşler - ve diğer karakterlerin söyledikleri üzerinden yazarın hayatına bakarak çelişkileri ve zaaflarıyla anlatma fırsatı yaratmış.
‘Altı ay boyunca karşılıksız aşka tutulmuş biri oldum’
Kabuğundan çıkmak istemeyen, gördüğü manzaraya ve çevresindekilere yabancılaşan, insanların sıradan uğraşlarını küçümseyen Flaubert’in kendini edebiyattan kurtulduğuna ikna etmeye çalışmasındaki beyhude çabanın öfkeli karşılığı mektuplarında da görülür;
"Bu kadar ağır ilerlememin sebebi, (Madam Bovary’i yazarken) bu kitaptaki hiçbir şeyi kendimden çıkarsamıyor olmam; kendi yaşantılarımdan ilk defa bu kadar az yararlanıyorum. İlerde belki daha iyi şeyler yazabilirim (umuyorum yazarım); ama bundan daha ince ince hesaplanmış bir şey yazabileceğimi düşünemiyorum....Ermiş Antonius'u yazarken, Bovary’nin başıma musallat ettiği ruhsal gerginliklerin onda birini bile yaşamadım. Antonius, duygularımı boşalttığım bir kanaldı; onu yazarken hissettiğim tek şey zevkti; o 500 sayfayı kaleme aldığım 18 ay, ömrüm boyunca yaşadığım en derin hazları tattığım, hayatımın en keyifli zamanı oldu. Bir de şimdi bak halime: Sürekli, midemi bulandıran insanların neler hissettiğini, neler düşündüğünü aksettirebilmek için onların yerine koymak zorundayım kendimi. Altı ay boyunca, karşılıksız aşka tutulmuş biri oldum; şimdi de kilise çanlarının sesi beni mest ediyor ve içimden günah çıkarmak geliyor! (1853, Colett’e mektubundan)"
Postel, kendi Flaubert’ini kurgularken onu Aziz Julien Efsanesi’ni yazmaya hazırlayan süreci inatçı bir merakla kurcalıyor. (Üç Hikâye kitabında yer alır) Böylece bir yazarın aklında düşen bir fikri, meseleyi, temayı, hikâyeyi edebiyata dönüştürme aşamasındaki sıkıntıları da kıvrımlarıyla izlettiriyor okura.
Yirmi yıldır bildiği, taslağını hazırladığı bu efsaneyi yazmak için neden beklemişti? Neden ikinci kez zihnine yerleşmişti? Hangi dürtüler, karanlık düşünceler veya içsel tepkiler onu yazma tıkanıklığına sürüklemişti? Cevabını kimsenin bilmediğine karar vermiş yazar. Acaba Flaubert’in kendisi biliyor muydu? Sanmam ama zaten bu soruların peşine düşen Postel’in derdi yazının gölgeli tarafına bakarak kendi yazarlık uğraşını anlamlandırmak.
Bir yazarın iç dünyasının, sesini, üslubunu teoriyle, eleştiriyle, kavramlarla boğmadan bu kitapta olduğu gibi cazip bir romanla yansıtılmasının daha kalıcı izler bırakabileceğine inanıyorum. Edebiyat ilişkilendiği tüm disiplinlerden bağımsız nasıl söylediğinizin ne söylediğiniz kadar değerli olduğu bir anlamlar bütünüdür. İçinde yaşadığımız katı gerçeklikle iyi beslenmiş hayal gücünün sihri arasındaki uçurumdan aşağıya bakabilmek eksik tecrübeleri tamamlar.
Okuyabilse çarpılırdı
Postel katmanlı anlatımıyla Flaubert’in medcezirli, öfkeli ve her şeye rağmen merhametli edebiyat sevgisini bir kez daha ölümsüz kılmış. Onun hem gerçekçi hem de büyük bir üslupçu olduğunu kendi anlatımıyla aktarıyor;
"Hayal gücünün tüm kıvrımları onu kilisenin vitrayına, daha doğrusu ondan kalan anıya götürüyordu… Tasarladığım hikâyeyi işte tam bu ışıkla veya onun sözsel karşılığıyla taçlandırmalıyım, diye geçirdi zihninden. Tarihsel ve arkeolojik ayrıntılar, bunların doğrulukları, tüm bunlar güzeli yaratmak için yeterli olmayan eklentilerdi. Hatta sıklıkla insanı o yoldan döndürülerdi. Belge (lemeyi) ve gerçekliği yücelten Zola’nın ve yeni ekolünün diğer temsilcilerinin görmezden geldiği buydu."
Sanatçının yorgunluk ve çelişkilerini iyi bilen Postel’in Flaubert’i, kabulleniş ile başkaldırı arasında salınırken sanatın gerçekliği üzerine yazdığı tüm gösterişli bildirilerin birer taklit olduğunu düşünüyordu; "Savaş baştan kaybedilmişti, peki edebiyat bir hata mıydı? Önemli değildi, mücadele edecekti."
Genç Fransız yazar, bu zorlu mücadelenin karanlığını ve yazarın o çukurdan çıkarken hissettiği yetersizliği, sancıları göstermek için yazmış ‘Flaubert’in Bir Sonbaharı’nı.
Doktor babası ve yakın dostları sayesinde bilimin zihnin ulaştığı en yüksek noktalardan biri olduğuna inanan Flaubert’in her şeye rağmen edebiyatı asla terk edemeyeceğini imâ eden bölüm, yazarı kıskandıracak kadar kadar berrak ve keskin. Okuyabilse çarpılırdı;
"Arzunun, iğrenmenin, şehvetin bu devasa gözü dönmüşlüğünü hiçbir mikroskop, hiçbir teşrih masası gün yüzüne çıkaramazdı. Onun bildiğini ne kedibalığının üreme organları, ne kalkan balığının sinir sistemi ne de deniz tavşanının parçalanmış etleri gösterebilirdi. Çünkü yalnızca sanat bunun sırrını elinde tutabilir, yalnızca sanat tıpkı kalp gibi atan, ağız dolusu kana bulanmış bu cümlelerle hayatın damarlarında nabız gibi ritm tutan çelişkilerin şiddetini ve dönüşümlerinin gizemini dile getirebilirdi."
Flaubert nasıl yazıyordu?
Arkadaşı Pouchet’nin daha güçlü bir hayat için binbir zahmetle kabuk değiştirmesini izlediği istakozun içini açması uyandırmıştı belki yazma iradesini. Ya da George Sand’in mektubunda verdiği tavsiyeye uymak istemişti; "Hayatı yumuşakçalardan öğren."
Bir yazar sezgilerinin, dürtülerinin kendi bilincinin görünmeyen katmanlarına sızışını hissedemezken başka bir yazar onu kabuğundan soyarak nasıl şeffaf kılabilir? Çok cüretkâr bir oyun! Flaubert’in bir Ortaçağ masalını ya da diğer eserlerini tasarlama metotları üzerine tahminler yürütülebilir elbette ama uzun bir hikâyenin yazılış aşamasını silinen, eklenen sonra yine silinen kelimeler üzerinden gösterebilmek çok hassas bir içgörüye ihtiyaç duyuyor.
Bir çocuğun (Julien) içinde taşıdığı şiddet ve öfke potansiyelini nasıl yazacağını tasarlayan Flaubert’in kelime seçimindeki hassasiyetini, onun büyüklüğü altında ezilmeden tarif edebilmek onu yeniden yaratmaktan daha zor. Bunu ancak edebiyatta dil lezzetini hissedebilen bir yazar yapabilirdi. Postel’in sezgileriyle Flaubert’in edebi mirasının buluştuğu yer orası.
Onu hissedebilmesi için kelimele tercihini de içselleştirmiş olması gerekiyor;
"Şehvet sözcüğünü yazar yazmaz üzerini karaladı; çok soyuttu. Bu, cümlesinin sonu olabilirdi ama ateşleyicisi olamazdı. Çocuğun kalp atışlarının avucunun içindeki hayvanın kasılmaları tamamen durana dek gittikçe artması gibi o anın duygusundan yola çıkarak ilerlemek daha doğruydu… Ancak ve ancak sonra, çocuğun hissettiği duygunun adını koyabilecekti; şehvet değil neşe."
Buna benzer bir taslağı farklı kelime oyunlarıyla tekrarlayarak Flaubert’in yazma çabasının ritmini, rengini, dokusunu, tınısını derine, daha da derine inerek duygu kırılmalarıyla hissettirmek istemiş olmalı.
İlham nereden gelir?
Postel’in sanatın tetikleyici unsurlarının peşine düşmesinin somut bir karşılığı yok aslında. O da Flaubert gibi müphem "ilham perilerinin", çağrışımların peşinde, tereddüt ve kaygılarını yazı sanatına dönüştürerek kendi edebiyat yolculuğunda bir sıçrama daha yapıyor. İki asır evvel doğmuş bir yazarın nabız atışlarına eşlik ederek. Yazarken bu mektubunu da okumuştur muhtemelen;
"Bana güzel gelen, yazmak istediğim şey, hiçbir şey hakkında olmayan bir kitap, dışardaki hiçbir şeye bağımlı olmayan, bütünlüğünü sadece kendi üslubunun gücünden alan bir kitap -tıpkı boşlukta asılı yeryüzüne kendi dışındaki hiçbir şeyin dayanak olmaması gibi; neredeyse konusu olmayan, en azından konusu adeta görünmez olan -böyle bir şey mümkünse- bir kitap. (1852, Colett’e mektubundan)"
Postel’in romanında dostları Flaubert’e "Bu öyküler zihninizde nasıl şekillendi? Nereden ilham aldınız" diye soruyor. Anlatıcı soruyu onun yerine cevaplamış; "İlham bana balıklardan geldi demek istemiş, fakat yarım bırakmıştı."
Yirmi iki yaşında ilk sara nöbetini geçirdikten sonra 18 yaşında ilk kitabı ‘Bir Deli’nin Anılarını yazan delikanlıya, 28’inde yazdığı Doğu seyahatnamesini yazarken sevdiği şairleri anan entelektüel gezgine, 15 yaşında âşık olduğu Elisa’yı yıllar sonra yazacağı romanda unutulmaz bir karaktere dönüştüren (Duygusal Eğitim) saplantılı gence, daha ilerki yaşlarında öfkesinden nasibini alan burjuvaların, sıradan insanların, yazı sancısının, sahip olamayacaklarını hayal etmekten vazgeçmeyen ihtiraslı kadınların dolaştığı romanların olgun yazarına ilhamın nerden geldiğini sormak anlamsız. Ona sislerin arasından görünen o yakıcı yazma arzusu karşı koyamadığı, değiştiremediği tabiatında saklı.
Colette başka bir mektubunda onu uyarmıştı; "Edebiyatı fazla seviyorsun; o seni öldürecek ama sen insanların aptallığını yok edemeyeceksin."
Flaubert’in takıntıya dönüşen yazma tutkusunu iyi bilen Postel için ilham meselesi karmaşık değil;
"İlham nereden geliyor, kitaplar nereden doğuyor, bir adamı yazı yazmaya iten nedir, bu soruların hiçbiri üzerinde durulmayı haketmiyordu… Önemli olan tek şey bitmiş bir eserdir, dedi."
"Eksik şair" diye anılan Flaubert’in ilham perisi -varsa eğer, Walt Whitman’ın tek şiir kitabının ilk dizeleri gibi olabilir ancak; "Biz beden ile zihnin birliğinden doğan şiiriz."
* Flaubert’in Bir Sonbaharı - Alexander Postel, Çev: Zeynep Büşra Bölükbaşı / Yapı Kredi Yayınları