Celal Başlangıç
Gezi İsyanı Erdoğan’a da lazım oldu!
Ekonomi makyaj tutmuyor, enflasyon çarşıyı pazarı kavuruyor.
İdlip’ten çıkamadı, Menbiç’e giremedi, Fırat’ın doğusunda at koşturamadı.
İstanbul’a, Ankara’ya, İzmir’e parlak adaylar bulamadı; eski adayları kesip kesip yıldız yapmak zorunda kalıyor.
"Kayyımistan bölgesi"nde de aday bulamıyor; kendi atadığı kayyımlara muhtaç oldu, hatta Ağrı’da Savcı Sayan’a kadar düştü.
Bütün bu "ahval ve şerait" içersinde yerel seçimler yaklaştıkça yaklaşıyor.
31 Mart her ne kadar yerel seçimler tarihi olarak görülse de aslında Erdoğan’ın Bahçeli ile el ele verip kurduğu otoriter "tek adam rejimi"nin referandumu olacak.
Erdoğan’ın bugünkü konjonktürde iki büyük korkusu var.
Birincisi, seçimlere kadar olan süreçte özellikle bir yandan ekonomik teröre diğer yandan büyük bir baskıya maruz kalan insanların Gezi İsyanı benzeri bir kitlesel, barışçıl gösterilerle sokaklara, meydanlara dökülmesi. Yani hem kent yoksullarının hem de düşünceleri, yaşam tarzları büyük bir cendereye alınmış insanların "yeter artık" diye isyan etmesinden korkuyor.
İkinci büyük korkusu da Türkiye’yi getirdiği böyle bir uçurumun kıyısında yapılacak seçimlerde hem büyük kentlerde hem de kayyım atadığı yerlerde ağır bir yenilgi almak.
İşte bu iki nedenle Erdoğan’ın sarılacağı tek bir enstrüman kaldı; Gezi İsyanı…
Seçime kadar; Gezi benzeri bir kalkışmaya karşı, üzerinden beş yıldan fazla bir zaman geçen Gezi dosyalarını açıp toplum üzerinde büyük bir korku salmak.
Düşen oylarını seçimlere kadar geri almak için toplumun bölünme noktası olan Gezi’yi tekrar masaya sürerek kendi eski seçmenini tekrar AKP’nin arkasında konsolide etmek.
Yani Erdoğan Gezi üzerinden eski seçmenine tekrar iman tazeletmek istiyor.
Bu nedenle Erdoğan müflis tüccarın eski defterleri açması gibi beş yıldan fazla bir süredir adliyenin tozlu rafları arasında kalmış Gezi dosyalarını açıyor.
Yurt dışında bulunan sanatçı Mehmet Ali Alabora, gazeteci Can Dündar için "nafile" yakalama kararları çıkartıyor.
Yüzlerce kişinin soruşturmalarını yeniden başlatıyor, ifadeye çağırıyor.
Bir yıldan fazla süredir hâkim karşısına bile çıkmadan cezaevinde tutuklu yatan Osman Kavala’nın yanına "örgüt arkadaşı" arıyor ama bir türlü bulamıyor.
Hele Alabora ve Dündar için çıkartılan yakalama kararlarının gerekçeleri öylesine komik ki insan hem hukuk hem de ülkesi adına utanıyor.
Alabora hakkındaki yakalama kararının gerekçelerinden anlıyoruz ki, ülkemizi bir tiyatro oyunuyla yıkılabilecek "osuruktan tayyare" bir iktidar yönetiyormuş.
İstanbul 8. Sulh Ceza Hâkimliği’nin yakalama gerekçesine göre…
Nisan 2013’e kadar gösterimde kalan Alabora’nın yönetmenliğini yaptığı Mi Minör adlı oyunda izleyici sosyal medya aracılığı ile örgütlenip temsili ülkenin (Pinima) başkanına karşı ayaklanmaya teşvik edilmiş…
Gerek oyunun içeriğine gerekse oyuncuların yaptığı açıklamalara bakıldığında oyun çerçevesinde Gezi Parkı eylemlerinin provası yapılmış…
Mi Minör adlı tiyatro oyununun gösterimde olduğu günlerde NTV ve CNN Türk kanallarındaki programlara katılan Mehmet Ali Alabora, eşi Pınar Alabora ve Handan Meltem Arıkan’ın Twitter'la "devrim olasılığı var", "140 karakterle ülkeler devriliyor", "Pinima çok yabancısı olduğumuz bir yer değil", "Tiyatroya telefonlarınızla gelin, diyoruz" ve benzeri ifadeleri de güdülen amaca yönelikmiş.
Hâkimliğin bu kararını okurken, "Yahu ben bu olayı tarih kitaplarından hatırlıyorum" dedim kendi kendime.
Tamam, buldum, Abdülaziz döneminde Vatan yahut Silistre oyunu nedeniyle Namık Kemal’in başına gelenlere benziyor.
Namık Kemal, Vatan yahut Silistre’yi 1872’de kaleme almıştır.
Kırım Savaşı’nda gönüllü olarak cepheye giden sevgilisinin ardından savaş alanında onunla beraber bulunmak ve onunla aynı kaderi paylaşmak için asker kıyafetine girip Silistre Savunması’na katılan genç bir kızla sevdiği genç adamın aşkı etrafında gelişen bir öyküdür oyunun konusu.
Oyun ilk kez 1 Nisan 1873’te Gedikpaşa Tiyatrosu’nda Güllü Agop Kumpanyası tarafından oynanmıştı.
İlk temsilden sonra halk coşkulu tezahüratlarla Namık Kemal’i görmek ve tebrik etmek için tiyatrodan İbret Gazetesi’ne kadar yürürler.
Valla aynen bu güne benziyor durum.
Namık Kemal’in İbret Gazetesi, girişi yakın zamana kadar Cumartesi Anneleri’nin toplandığı Galatasaray Meydanı’na bakan ve bugün hâlâ capcanlı olan Hazzoppulo Pasajı’ndadır.
Yani bugün Cumartesi Anneleri haftalardır İHD’den çıkıp Galatasaray Meydanı’na yürüyemiyorlar ama Sultan Abdülaziz İstanbul’unda insanlar bir tiyatrodan çıkıp Hazzopulo’daki İbret Gazetesi’ne kadar yürüyüp Namık Kemal’e şükranlarını ve tebriklerini sunabiliyorlarmış.
Hatta iki gün sonra oyun tekrar sahnelenir. Yine izleyiciler oyundan sonra "Yaşasın Millet", "Yaşasın Namık Kemal", "Allah Bizlerin Muradını Versin, Biz Muradımızı İsteriz" sloganlarıyla bugün Cumartesi Anneleri’nin yürüyemediği Galatasaray Meydanı’na yürürler bundan tam 145 yıl önce.
Ancak, bu açıdan bakınca anlıyoruz ki bugün sahte torunlarında da var olan ağır paranoya aynen Osmanlı padişahlarında da varmış. Bu oyunda yer yer geçen "murad" sözcüğü padişah Abdülaziz’in yerine veliaht Murad Efendi’nin tahta geçirilmesi dileği olarak algılanır Saray’da.
5 Nisan’da İbret ve oyuna destek veren Sirac gazeteleri kapatılır. Namık Kemal ve dört arkadaşı sürgün edilir.
Ancak anlaşılan o ki, dünün Osmanlı Sarayı’nın Vatan yahut Silistre’den korktuğundan daha fazla ürkmüştür bugünkü Cumhuriyet Saray’ı Alabora’nın Mi Minör oyunundan.
Çünkü oyunu sahneye koyan Güllü Agop’un Tiyatro-yi Osmani Kumpanyası hiçbir ceza almaz. Oyun Namık Kemal ve arkadaşları sürgün edildikten sonra da sahnelenmeye devam eder. Hatta Saray’da Abdülaziz’in huzurunda iki kez sahnelenir. Oyunun kitap olarak yeni baskılarının yapılmasına da müdahale edilmez.
Nereden, nereye geldik.
Evet, Abdülaziz’in Namık Kemal’den, onun Vatan yahut Silistre oyunundan korktuğundan daha fazla korkuyor Erdoğan, Mi Minör’den ve Gezi İsyanı’ndan.
Ancak Gezi, yerel seçimlerde kitlesini konsolide edecek tek silah elinde. Bu da büyük bir çaresizliğin ifadesi.
Yani Gezi, hem Erdoğan’ın en büyük korkusu, hem de iktidarını yitirmemek için tek umudu.
Ne büyük çaresizlik!