Celal Başlangıç
İyi ki Erdoğan sözünün eri çıkmadı, yoksa...
Zaten şu anda ‘Hayır'cıların can güvenliğini sağlayamayan bir AKP devleti var karşımızda. Bir de Erdoğan sözünü tutsaydı referandum yerine Cumhurbaşkanı seçimine gidecektik.
CELAL BAŞLANGIÇ
Hedefine Kılıçdaroğlu'nu koymuştu Erdoğan.
Çünkü son bir haftada taktik değiştirmişti bütün AKP sözcüleri.
Suriye'de "Fırat Kalkanı operasyonu bitmiştir" noktasına gelmişlerdi.
Ne Rakka kalmıştı, ne Menbiç.
"Genelkurmay rahatsız" manşetinden de beklenen "mağduriyet" çıkmamıştı.
Avrupa ülkeleriyle çıkarılan "proje kriz" de tutmamıştı.
Az da olsa bazı seçmenleri "Evet"e çevirmişti. Ama geriye Avrupa'da yaşayanların, Türkiye'deki yakınlarının büyük endişesi kalmıştı. Yani atılan taş ürkütülen kurbağaya değmemişti.
Son çare olarak Kılıçdaroğlu'nu mindere çekmek, referandumu bir CHP-AKP tartışmasına çevirmeyi kafalarına koymuşlardı.
Çünkü halkı "Evet"e ikna etmek, yapılmak istenilen anayasa değişiklikleri üzerinden mümkün görünmüyordu. Seçmenler, referanduma AKP-MHP ortaklığının ne getirmek istediğini tam olarak bilmeden gitmeliydi. Seçmenler Türkiye'nin nasıl bir rejime sürüklendiğini öğrendikçe "Hayır"a daha çok meylediyorlardı.
Çok kararlıydı bu taktikte AKP. Cumhurbaşkanından Başbakanına, bakanlarından milletvekillerine kadar bütün AKP sözcüleri son bir haftada hedeflerine Kılıkçdaroğlu'nu koymuşlardı.
Öylesine abartmışlar, daha doğrusu bu taktiğin üzerine öylesine yüklenmişlerdi ki, bu ülkenin İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, siyasetin düzeyini yerlerde sürüklemeyi bile göze almış, Kılıçdaroğlu'nu "uzay yaratığı"na benzetiyordu.
İşte referandum öncesi böyle bir ortamda Erdoğan yeni taktiklerinin ürünü bir "Kılıçdaroğlu'na yüklenme" denemesi yapıyordu:
"Yalan söylüyor. Ne diyor, ‘Cumhurbaşkanı Meclisi feshedebilir'. Cumhurbaşkanının Meclisi fesih yetkisi falan yok. Böyle bir şey yok. Akşam yatıyor bir başka yalan, sabah kalkıyor bir başka yalan. Adeta yalan makinesi."
Ancak Kılıçdaroğlu'ndan beklediği karşılığı bulamadı. Daha doğrusu AKP sözcülerinin izlediği bu yönteme karşı CHP lideri de yanıt vermeme taktiğini uyguluyordu.
Bunun üzerine Erdoğan birkaç gün önce bir adım daha ileri gitti:
"Cumhurbaşkanının Meclisi feshetme yetkisi var diyor. Yalan söyleme. Ey Kılıçdaroğlu, şu hazırladığımız yasal düzenleme içerisinde çık böyle birşey varsa bunu ispat et, ben cumhurbaşkanlığından istifa edeceğim. Ama o da kalkıp şu CHP'den ayrılsın ki CHP de bundan kurtulsun."
Yani bu söylediklerine göre sonuçta ya Erdoğan istifa edecekti ya da Kılıçdaroğlu.
Ama bu sefer baltayı taşa vurmuştu ya da kendi ayağına kurşun sıkmıştı Erdoğan.
Çünkü Cumhurbaşkanının fesih yetkisi olduğuna dair yazılı belge vardı. Hem de AKP'nin anayasaa değişikliklerini anlatmak için bastırdığı broşürde "Fesih yetkisi yeni sistemde seçimlerin karşılıklı olarak yenilenmesi yoluyla gerçekleşebilecektir" deniliyordu.
Bu belge ortaya çıkınca muhalefet toplu halde "İstifa, istifa" diye tempo tuttu.
Erdoğan hiç oralı olmadı.
Ertesi gün, anayasa değişikliğiyle Cumhurbaşkanına fesih yetkisi verileceğine ilişkin ikinci yazılı belge ortaya çıktı. Bu anayasa değişikliği için yapılan Meclis görüşmelerinin tutanaklarıydı. Maddelerin yazımına katılan AKP'li ve MHP'li vekiller bu tutanaklarda gayet net biçimde "fesih yetkisi" diyorlardı.
Ancak bu belge de Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın sözünü tutup istifa etmesine yetmedi.
Anayasa hukukçuları açıklamalar yaptı, Cumhurbaşkanına verilmesi tasarlanan yetkinin fesih anlamına geldiğini çok açık ve net biçimde itiraf ettiler.
Hatta AKP'li olanlar dışında bütün Anayasa profesörleri aynı görüşteydi; "Evet bu fesih demektir" açıklaması yaptılar. AKP'li hukukçuların da büyük bölümü sustu. Ancak birkaçı hukukçuluğundan vazgeçip "Hayır fesih değil, yenileme" dediler utangaç bir şekilde.
Yani şu anda sözünü tutma konusunda tartışmalı bir Cumhurbaşkanıyla referanduma gidiyor Türkiye.
Elbette bu referandum sürecinde tartışmalı olan sadece sözünü tutmayan Cumhurbaşkanı Erdoğan değil.
Bu AKP devletinin varlığıyla yokluğu da tartışılıyor. Daha doğrusu AKP'nin atadığı üst düzey bürokratlar da olup olmadığı konusunda devleti tartışmalı hale getirdiler.
MHP'den ihraç edilen "Hayır"cılara takınılan tutumun, konulan yasakların gerekçeleri "Galiba devlet de yok" dedirtiyor insana.
Örneğin bu hafta başında Yozgat'ta MHP'lilerin saldırısına uğradı Sinan Oğan. Büyük bir tehlike atlattı Oğan, dört yaşındaki kızıyla birlikte. Silah da karışmıştı saldırıya, iki polis yaralanmıştı.
Yozgat Valisi Kemal Yutnaç ise gerekli önlemi almak yerine saldırganların sırtını sıvazlamıştı neredeyse "demokratik haklarını kullandılar" diyerek.
Bu olayların sonucunda Oğan, AKP devletine, valilerine "Can güvenliğimizi sağlayın yoksa kendi önlemimizi kendimiz alacağız" diye seslenmek zorunda kalmıştı.
Bu olay üzerinden çok daha ilginç bir gelişme yaşandı.
Diğer MHP'li muhalif, etkili bir "Hayır"cı olan Meral Akşener'in Isparta'da ve Ankara'da yapacağı mitingler yasaklandı. Hele Ankara Valiliği'nin Akşener'e Tandoğan ya da Sıhhiye Meydanı'nı vermeme gerekçesi hayli dikkat çekici.
"Bu gerekçede" diyor Akşener "Sayın Sinan Oğan'ın Yozgat'ta uğradığı saldırıyı gerekçe göstererek böyle bir saldırıya mahal vermemek amaçlı böyle bir mitingin yapılmasına müsaade edilmeyeceği söylendi."
Yani öyle bir devlet yapısı var ki bu referandum sürecinde, bir yandan bir siyasetçinin "Hayır" toplantısı yapabilmesini sağlayacak güvenlik önlemlerini almıyor, diğer yandan da yerine getirmediği görevini gerekçe göstererek başka bir siyasetçinin "Hayır" mitingini engelliyor.
Neyse ki başımızda bir Cumhurbaşkanımız var.
Eğer Erdoğan sözünü tutup istifa etseydi şimdi böyle bir devlet yapısı içersinde bir de Cumhurbaşkansız kalacaktık.
İyi ki sözünü tutmayan bir Cumhurbaşkanı yönetiyor Türkiye'yi.