Yiğit Bener
Savaş zamanı masalları…
Savaş dönemlerinde edebiyatçıya pek söz düşmez. Sesini yükseltmeye çalışsa bile duyan olmaz. Bombaların gümbürtüsü, kurbanların feryadı, günah keçisi arayanların nefret söylemi, savaş kışkırtıcılarının böğürtüleri, asker-sivil komutanların "hazır ol!" komutları edebiyatın akıl sesini ve aykırılığını bastırır.
Hele her bir çatışmanın, dökülen kanın, yerle bir olan kentlerin, yersiz yurtsuz kalanların, sınır kapılarında pinpon topuna döndürülenlerin görüntülerinin cep telefonu ekranlarına kanlı bir asit yağmuru gibi dökülüverdiği çağımızda, edebiyatın imgeleri bu çiğ gerçekliğin kapkaranlık gölgesinde kalmaya mahkûmdur.
Savaşın mutlak ve acımasız yıkıcılığının enikonu kışkırttığı kesif dehşet, beslediği öfke ve isyan duyguları ise insanları akla kara arasında seçime zorlar. Edebiyatın ele alabileceği daha karmaşık duygu tayfının tüm renklerini soldurur.
Kapana kısılırız, kaçış yollarımız kapanmıştır: Tüm yaşamı esir alan bu katı gerçekler, edebiyatın ne düşüne ne de kurgusuna alan bırakır.
Soluksuz kalırız.
Kurgu ve düşlerimiz, savaş ve iktidarlar tarafından rehin alınmıştır artık.
Savaşkan iktidarların tek çabası, savaşın yol açtığı insani felaketlerin tahammül edilemezliğini ve kabul edilemezliğini örtbas etmektir. Savaşı kabul edilebilir kılmak için gerçeği kurgulayan ve "büyüklere zehirli masallar" diye niteleyebileceğimiz fetih ya da beka düşleriyle insanları uyutmaya çalışırlar.
İktidar medyasında -Ragıp Duran’ın tabiriyle- artık sadece "hakikatin gölgesi, kopyası, organik ve genetik olarak değiştirilmiş kiralık görüntüsü" kalmıştır. Buna karşı durmanın yolu, tüm gerçekleri bıkıp usanmadan ve korkmadan dile getirmektir. Bu konuda asıl söz ve sorumluluk gerçek gazetecilerin, siyasetin ve halkın barıştan yana olan kesimlerinindir.
Ya edebiyatçı? Susup köşesinde mi oturacaktır?
Sesini bir süreliğine fazla duyuramayacağını bile bile "işini" yapmaya devam edecektir o kuşkusuz: Gün ola harman ola.
Kaldı ki yurttaş sıfatıyla söylenecek bir sözü de vardır mutlaka.
İktidarların yalanlarından ve savaşın gümbürtüsünden yorgun düşen edebiyatçı, masallara sığınmayı da seçebilir: Masallar ne de olsa halkların yüzyıllar içinden süzülerek ve birbirinden esinlenerek günümüze ulaşmış bilgeliğini yansıtırlar çoğu zaman.
Şu sıralar aklıma takılan birkaçı var, La Fontaine, Beydeba ya da Ezop’tan…
Örneğin "Öküz Olmak İsteyen Kurbağa" masalı:
"Kurbağa bir öküz görmüş çayırda, o kadar hoşlanmış ki, bayılmış boyuna posuna. Kendisine baksanız, boyu yumurta kadar ama kurbağa bu, anlamaz ki! İlle de öküze benzeyecek. Öküze bakmış kabarmış, kabardıkça şişinmiş, ıkınmış sıkınmış, daha da şişinmiş. Gerginlikten nefes alamayacak hale gelmiş. Sormuş çevresine: ‘Nasıl, öküz kadar oldum mu?’ Bir sağdan bakmış tarladaki diğer hayvanlar, bir de soldan: ‘Yok, demişler, yaklaşamadın bile.’ İyice hırslanmış kurbağa. Daha da şişinmiş. ‘Oldu mu şimdi?’ Gülmüşler haline: ‘Vazgeç bu sevdadan’ demişler. Daha ıkınmış kurbağa, şişmiş şişmiş, derken çat diye çatlamış. İşte böyledir hep, dünya böyle sersemlerle doludur: Her bakkal illa han hamam yaptıracak, her orta boy şirket ille holding olacak, her bölgesel güç emperyalist olmaya özenecek, ondan sonra da çat diye çatlayacak…"
Bir diğer ilginç masal, "Tilkiyle Oduncu" masalıdır:
"Günlerden bir gün, avcılardan kaçan bir tilki, bir oduncu kulübesine saklanmak istemiş. Oduncuya yalvarmış: ‘Ne olur, sakla beni’ demiş. Oduncu: ‘Tamam tilki kardeş, hemen yatağımın altına saklan orada görmezler seni’ demiş. Çok geçmeden avcılar varmışlar kulübeye: ‘Kolay gelsin oduncu, tilkinin ne tarafa gittiğini gördün mi?’ diye sormuşlar. Oduncu ağzıyla: ‘Görmedim!’ dermiş, ama bir yandan da eliyle işaret edip hayvanın nereye saklandığını işaret etmiş. Avcılar oduncunun ‘görmedim’ dediğini duymuş ama kulübenin içinde olduğunu anlamamışlar, oradan uzaklaşmışlar. Tilki saklandığı yerden çıkmış, tek söz söylemeden oradan uzaklaşmak istemiş. Oduncu seslenmiş: ‘Nereye böyle Tilki kardeş? Canını kurtardım ama sen bana bir teşekkür dahi etmiyorsun!’ diye sitem etmiş. Tilki: ‘Oduncu kardeş, ne teşekkürü yahu? Ağzınla oduncuya karşı çıkarken elinle ona cephane taşıyorsun, avlanma izni veriyorsun! Tavşana kaç tazıya tut, nereye kadar?’ diye hesap sormuş ve sırtını dönüp gitmiş."
Bu sıralar aklıma takılan son bir masal da "Farelerin Toplantısı":
"Korkunç bir kedi varmış, küstah, saldırgan, açgözlü, yiyici, duman attırıyormuş farelere. Öylesine kırmış geçirmiş ki, gözlerden kaybolmuş fare millet, her biri ayrı bir delikte, açlıktan tahtaları kemirmekte… Derken kedi fare yemekten yorulmuş, biraz dinlenmek için dolaşmaya çıkmış. Fırsat bu fırsattır deyip bir delikte burun buruna vererek, ivedi bir oturum kurmuş fareler. Ölüm kalım meselesi üstünde durmuşlar, bu belayı defetmek için değişik çözümler dillendirmişler. Saatlerce tartışmışlar ama aralarında bir türlü anlaşamamışlar. Herkes üst perdeden atıp tutuyor ama iş somuta gelince kaytaran kaytarana! Böyledir işte bu mızmız fareler, toplanır, toplanır, hiçbir iş yapmazlar. Konuşmaya geldi mi akıl öğreten bol, iş yapmaya geldi mi, var mı tek kişi diye hele bir sor!"
Denilebilir ki bu masalların yaygın çevirileri burada sunduklarımdan biraz farklıydı. Olabilir. Zaten MÖ III. yüzyıldan günümüze kadar ulaşan bu öyküler, Beydeba’nın Pançatantra’sından İbn-Mukaffa’nın Kelile ve Dimne’sine ya da Ezop’un masallarından Phaedrus ya da Lafontaine’in fabllarına dönüşünceye kadar, Sanskritçeden Farsçaya, Süryaniceden Arapçaya, Yunancadan Latinceye, Fransızcadan Türkçeye evrile çevrile kim bilir kaç kez kılık değiştirmiştir.
Her devrin masalcısı, hep kendine göre uyarlamıştır. Kıssadan hisse daima döneme ve ülkeye göre değişir.
Günümüzün hissesine gelince… o da şirketine göre değişir.
Silah şirketlerininki yükselişteymiş şu an.
İnşaat hisseleri beklemede. Yıkım bitince sıra onlara da gelecek.