Ragıp Duran
Sürünün Tahakkümüne Karşı!
Gazetecilik/habercilik, dünyada ve Türkiye’de icra edilmeye başladığından beri başta siyasi iktidarlar olmak üzere, ideolojik, ekonomik, toplumsal güç odaklarının baskılarına karşı bağımsızlık ve özgürlük mücadelesiyle bugünlere gelebildi.
ABD’de yayınlanan ‘’The New Republic’’ dergisinin eski Genel Yayın Yönetmeni Franklin Foes, bu görevden ayrıldıktan sonra kaleme aldığı ve Eylül 2017’de yayınlanan bir kitapta (World Without Mind- The Existential Treat of BigTech Companies- Bilinçsiz Dünya- Büyük Teknoloji Şirketlerinin Mevcut Tehdidi) veri ve algoritmaların (mühendislik anlayışının ve kurallarının) gazeteciliği nasıl öldürdüğünü somut örneklerle anlatıyor. (Bkz.).
Haber üreticisi olan medya kuruluşları, bugün artık gazete/radyo/Tv/İnternet sitelerinden daha büyük, daha yaygın, daha güçlü olan teknoloji şirketlerinin (Google, Yahoo, Twitter, Facebook, İnstagramvs…) talepleri altında eziliyor. Bu şirketler, veri ve algoritmalar aracılığıyla, haber üreticilerine içerik ve format empoze edebilir hale geliyor/geldi. ‘’İçerik hiçbir şey, reyting her şey!’’ şiarı ile özetlenebilecek mevcut durum, gazete, dergi, radyo istasyonlarıyla TV kanallarının haber ve diğer tür yayınlarını büyük ölçüde biçimlendirmeye çalışıyor.
Mesela Foes, ‘’Teknoloji şirketleri, bizim derginin öz değerlerini öldürdü. Konu seçerken ve işlerken verilere ve algoritmalara bağımlı kalıyorduk’’ diyor. Dolayısıyla yeni tür bir bağımlılık sözkonusu. Büyük Teknolojik Şirketlerine (BTŞ) bağımlılık… Üstelik, BTŞ’nin talepleri çoğu zaman gazetecilik/haberciliğin işlev, misyon, talep ve konumuyla çelişiyor. Özellikle de dört alanda:
- BTŞ’lerin kamu çıkarını kollamak, iktidara karşı toplumu savunmak diye bir sorumluluğu yok. Haber medyasının var!
- BTŞ’nin objektif(Nesnel) olmak diye bir zorunluluğu yok. Haber medyasının var!
- BTŞ’nin gerçeğin peşinde koşmak, onu açıklamak/teşhir etmek diye bir zorunluluğu yok, Haber medyasının var!
- Nihayet BTŞ’nin entelektüel ciddiyet diye bir sorumluluğu yok. Ciddi medyanın (SeriousPress) var!
Sonuç olarak, Foes, The New Republic dergisinin, kendisinden önce ciddi siyasi-kültürel bir dergi iken, BTŞ’ye bağımlılık yüzünden artık ‘’Yatay olarak BTŞ’ye entegre bir dijital medya şirketi’’ haline geldiğini saptıyor.
Aslında, bu bağımlılık, medya organlarının özgünlüğünü de neredeyse silip yok ediyor. Çünkü belirli bir ülkede, işte kamuoyu anketleri, psikolojik testler, okur platformları, müşteri(?) memnuniyet ölçümleri, en fazla ‘’like’’ alanlar… vs … ile yapılan çalışmalar sonucunda, üç aşağı beş yukarı aynı sonuçlar çıktığı için medya organları da kaçınılmaz olarak birbirlerine çok benzemeye başladı. Hepsi çok satanın peşinde. Hepsi, mevcut kurulu düzeni, kapitalizmi, tüketim toplumunu, iktidarı, yerine göre milliyetçiliği hatta ırkçılığı ya da militarizmi savunan bültenler haline geliyor. Kuşkusuz, BTŞ’ye bağımlılığı tercih edenler, medyanın ana mali sponsoru olan reklamları hesaba katarak bu veri ve algoritmaları takip ediyor, onlara boyun eğiyor hatta biat ediyor. ‘’Çok reklam alırsak, çok satarız böylece kamuoyu nezdinde daha etkili oluruz. Dolayısıyla fazla reklam, fazla tiraj bizi daha bağımsız hale getiriyor’’ tezini savunanlar herhalde farkında değil ama bu görüş, medyayı reklama ve tiraja bağımlı kılıp, editoryal bağımsızlığı berhava ediyor.
Evet, gazeteler sadece birer siyasal-ideolojik-kültürel araç değil aynı zamanda birer ticari şirket. Ne var ki, kültürle piyasa, bağımsız yayın politikası ile toplumun ya da okurların talepleri, çoğu zaman uyuşmuyor. Bu nedenle bu aralar ve gelecekte, reklam almayan, salt okur/izleyici/dinleyici katkısıyla (Paralı, aboneli, hisse sahipliği vs…) ekonomik bağımsızlığını sağlayan medya kuruluşları gündemde. Mediapart ve CanardEnchainé, Fransa’da bu konuda rol model.
BTŞ dediğimiz de öyle sıradan bir ticari şirketler nebulası değil. Çoğu borsada işlem gören holdingler. Dolayısıyla onlar da ancak iş hacimlerini büyütür, kârlarını artırabilirse, yöneticilerine ve hissedarlarına daha çok gelir sağlayabilecek, borsadaki değeri yükselecek. Kısacası, neo-liberal çark dönüyor. Yurttaşı sadece müşteri olarak gören bir zihniyet. Tek amacı satmak, sattırmak, kâr etmek. Mümkünse hiçbir itiraza yol açmamak. Uslu, pısırık, boyun eğen, egoist ama parası olan ve harcayan bir insan kitlesi istiyor çevresinde.
70’li yıllarda tabloid, popüler, skandal düşkünü yayın organları olarak bilinen Almanya’da Bild, İngiltere’de Sun gazeteleri, sosyolog, psikolog, kamuoyu araştırmacısı ve iletişim bilimcileri bir araya getirip ‘’Okur en çok ne istiyor?’’, ‘’Gazetemizde ne olursa daha çok satarız?’’ sorularına yanıt aramışlardı. Her iki araştırma da aynı sonuca vardı: Çıplak kadın memesi! Böylece ünlü ‘’3. Sayfa Güzeli’’ konsepti doğdu. Haldun Simavi de bu anlayışı yönettiği gazetelerde alaturka versiyonla uygulamıştı. Bir sürü saçmalığı ve zararı yetmezmiş gibi üstelik de erkek egemenliği/maçoluğu yaygınlaştıran, meşrulaştırmaya çalışan bir yaklaşım.
Almanya ve İngiltere’de vakti zamanında yapılan bu kamuoyu anketlerinin, piyasa araştırmalarının bilimselliği/doğruluğu çok tartışılır. Çünkü bu araştırmayı yapan şirketler, çoğu zaman siparişi veren kurumun isteği doğrultusunda sonuçlar çıkarır. Bir de seçilen eşantiyonlar hep tartışılır. Yönlendirme de işin cabası. Hadi diyelim, Bild ve Sun’ın milyonlarca olası ve mevcut okuru Hamburg’un ve Londra’nın en büyük meydanında toplanıp ‘’Çıplak kadın memesi görmek istiyoruz!’’, ‘’Meme bizim hakkımız, söke söke alırız!’’ diye nümayiş yapsalar bile, sen gazete patronu ya da yöneticisi olarak,‘’Yani…Bak şimdi… Ben aslında pek istemezdim ama n’apalım halkımız böle istiyo’’ deyip 3. sayfa güzellerine sayfanın 3/5’ini mi ayıracaksın?
‘’Piyasanın görünmez eli’’ tabir edilen, aslında kapitalizmin labaratuvarlarında oluşturulan bu anlayış, işte incelemeler, etüdler, denemeler, araştırma-geliştirmeler yapıp sonunda kadın memesini öneriyor!
Halkımız, milletimiz, kalabalıklar, kitleler… filan bunlar tehlikeli kavramlar. Faşizm de bu sözcük ve kavramlarla vücut bulur ve kendini meşrulaştırmaya çalışır. Eğitimin kalitesi, kültürün niteliği, uygarlığın çağdaşlığı, yurttaşlık bilinci, kamu yararı, kadın ve çocuk hakları gibi temel ölçütleri pas geçersek, halk dalkavukçuluğuna düşeriz. Siyasi ya da iktisadi iktidara,ya da sözkonusu örnekte olduğu gibi teknolojik görünümlü veri ve algoritma diktatörlüğüne bağımlı olursak, yaptığımız gazetecilik olmaz. Uyanık esnaflık olabilir, yerleşik düzen sürdürücülüğü olabilir, iktidar yanlılığı sayılır. Talep’e Arz sağlamış oluruz. O kadar.
Ben bu nedenle, mesela yayıncılık dünyasında ‘’En çok satanlar’’ ya da bizim gazetecilik evreninde ‘’En çok okunan köşeler’’ kalıplarına karşı çıkarım. Çünkü içeriği gözardı edip nicele dayanan sınıflandırmalar bunlar. Sürünün parametreleri yani… Buna karşı ‘’Editörün Seçtikleri’’ bana daha anlamlı geliyor.
Bizde İsmail Beşikçi, Ece Ayhan, İdris Küçükömer gibi aydınların kıymeti işte tam da burada yatıyor. Üçü de hem yerleşik düzenin hem de çoğunluğun yargı ve görüşlerine karşı çıkarak, ciddi alternatifler ürettikleri için önemli ve değerliler.
Sıradan bir toplum/birey çelişkisinden söz etmiyorum. Bağımsız Yurttaştan, Gerçek Muhaliften, Gerçek Aykırıdan, Gerçek Radikalden söz ediyorum.