İntikam ve barış (5) Bastırılan duygular

Affetmek, yalnızca unutmak ya da kabullenmek değil; duygusal yükü taşınabilir hâle getirme sürecidir. Bu süreç sayesinde intikam arzusu anlam kazanabilir, aşılabilir ve dönüştürülebilir. İntikam dürtüsü bastırılarak yok edilemez. Ancak anlaşılabilir, temsil edilebilir ve dönüştürülebilir.

İntikam yalnızca bir davranış değil, aynı zamanda duygulanımsal ve normatif bir deneyimdir. Fabian Bernhardt’a (Rache. Über einen blinden Fleck der Moderne, 2021) göre intikam arzusunu harekete geçiren asıl unsur, salt yapılan eylem değil, kişinin yaşadığı acı ve adaletsizlik duygusudur. Bu bağlamda intikam, sadece şiddete dayalı bir karşılık değil; aynı zamanda geçmişin anlamlandırılması, bir yaralanmanın dile gelmesi ve bir normatif düzenin yeniden kurulması girişimidir. Modernitenin “soğukkanlı adalet” ideali bu boyutu bastırır. Ancak bastırılan, geri döner – hem bireysel hafızada hem de toplumsal hayal gücünde.

İntikam, her zaman geçmişe dönüktür. Bir ilk eyleme tepki olarak gelişir ve ancak zaman farkıyla anlam kazanır. Hemen gerçekleşen bir karşılık “meşru müdafaa” olabilir; ancak intikam, bu zamansal gecikmeyle belirlenir. Bu gecikme, aynı zamanda bir anlamlandırma sürecidir: Olan biten yeniden değerlendirilir, hatırlanır, içselleştirilir ve bir karşılığa dönüştürülür. Bernhardt, Nietzsche’nin şu sözünü hatırlatır: “İnsan, hafızasında tutmak için yakar; yalnızca acı vermeye devam eden şey hatırda kalır.” Bu ifade, intikamın hafızayla nasıl iç içe geçtiğini çarpıcı biçimde özetler. Yaralanma, hatırlanmadıkça intikam da mümkün değildir. Bu nedenle intikam, travmanın bellekteki karşılığıdır.

Cezalandırma Tiyatrosu: Failin Teşhiri

Modern hukuk devleti, görünüşte bireysel cezalandırmayı reddeder; intikamı ilkel, ölçüsüz ve duygusal bir tepki olarak tanımlar. Bu nedenle hukuk, intikamı dışlayarak kendini rasyonellik, tarafsızlık ve evrensellik ilkeleri üzerine inşa eder. Ancak Bernhardt’a göre bu dışlama yalnızca ideolojik değil, aynı zamanda bastırmaya dayalı bir düzendir. Çünkü hukuk, intikamı bastırırken onun simgesel biçimlerini üretmeye devam eder. İntikam yasa dışı hâle gelir, ama cezalandırma sistemi hâlâ intikamın yapısal izlerini taşır. Böylece intikam, hukukun bastırılmış ötekisi olarak, gövdesine gömülmüş hâlde yaşar. Aydınlanma düşüncesi, cezayı “duygudan arındırılmış” bir yaptırım olarak yeniden tanımlar. Michel Foucault’nun Überwachen und Bestrafen’da gösterdiği gibi, önceki dönemlerde infazlar, egemenin gücünü göstermek için halkın önünde sahnelenen “kralın intikamı” idi. Ancak modern ceza sisteminde bu sahne kapanır; onun yerine hapishane gelir. Bernhardt’a göre bu dönüşümün ardında bir hayal vardır: affekt içermeyen, yalnızca mantıksal ilkelere dayanan cezalandırma. Bu, modern hukuk ideolojisinin temel mitidir. Ancak ne ceza duygulardan bütünüyle arındırılabilir ne de yargı süreci tamamen nesnel olabilir. Zira cezalandırma eylemi, failin “hak ettiği” düşüncesine dayanır – bu da esasen normatif bir duygudur.

Modern mahkeme salonları, görünürde soğuk, tarafsız mekânlardır. Ancak bu mekânlar, Bernhardt’a göre, bastırılmış intikam duygusunun estetik bir temsiline dönüşür. Failin teşhiri, suçun dile getirilmesi, tanıkların dinlenmesi ve nihayet hüküm – tüm bunlar bir tür “düzenlenmiş intikam tiyatrosu”dur. Bu yapı, adaletin simgesel işlevini gösterir: Suçun toplumsal düzende açtığı yarayı “dengeli” bir biçimde kapatma arzusu. Ancak bu denge, geçmişin şiddetini şimdiye taşıyan bir formda işler. Ceza, failin kişiliğine değil, işlediği eylemin toplumda uyandırdığı duyguya yanıt verir. Böylece duygusal olan dışlanmaz; yalnızca biçim değiştirmiş olur.

Modernitenin “ceza ≠ intikam” varsayımı, ölüm cezası gibi uç örneklerde açıkça sarsılır. Bernhardt, günümüzde dahi ölüm cezasının pek çok kişi tarafından bir tür meşru intikam olarak yorumlandığını vurgular. Bu örnek, hukukun sınırlarında intikamın nasıl geri döndüğünü gösterir. Ölüm cezası, intikam ile cezanın ayrımını bulanıklaştırır; zira burada amaç yalnızca cezalandırmak değil, simgesel bir denge kurmaktır. Suçun “kapatılması”, toplumun hafızasında bir noktanın sabitlenmesi, ancak bir sonlandırma eylemiyle mümkün görülür – bu ise, doğrudan intikamın yapısal mantığına geri dönüştür.

Freud’un bastırma teorisinden ilhamla söyleyebiliriz: Bastırılan geri döner. Hukuk, intikamı dışlayarak bastırır; ancak bu bastırma, onu etkisizleştirmez. Aksine, intikam artık simgesel formlarda, estetik temsillerde ve hatta hukuk sisteminin kendisinde dolaşır. Bernhardt bu durumu şu şekilde ifade eder: “Adalet, daima bir hatırlama ve yerini buldurma meselesidir.” Yani ceza, yalnızca suçun karşılığı değil; aynı zamanda bir geçmişin temsilidir. Böylece mahkeme yalnızca rasyonel bir karar mekânı değil, kolektif bir yas alanına da dönüşür.

İntikam, Anlatı ve Hafızanın Zamansal Yapısı

İntikam yalnızca geçmişin yankısı değil, aynı zamanda zamanın bükülmesi, hafızanın yapılandırılması ve kimliğin yeniden kurulduğu bir anlatı formudur. Bernhardt’a göre, intikam her zaman bir yarayı, bir travmayı veya bir aşağılanmayı temel alır. Ancak bu olay, yalnızca gerçekleştiği anda değil, hatırlandığı, anlamlandırıldığı ve yeniden anlatıldığı sürece etkili olur. Bu nedenle intikam, yalnızca bir eylem değil, bir anlatı stratejisi ve zamansal bir yeniden çerçeveleme girişimidir.

İntikam, zamansal olarak asla bir başlangıç eylemi değildir. Her zaman “ikinci” bir eylemdir – bir tepki, bir cevap, bir rövanştır. Ancak bu tepki, yalnızca geçmişteki olayla değil, şimdiki özneyle ve geleceğe yönelik bir adalet beklentisiyle de bağlantılıdır. Bernhardt bu durumu şöyle özetler: “İntikam geçmişi geri çağırır, onu yeniden yaşar ve geleceği geçmişin terazisinde tartar.” Bu yapı doğrusal zaman fikrini bozar. Zira intikamda şimdi, geçmişin belirlediği bir zamandır; gelecek ise geçmişteki dengesizliğin telafisi olarak kurulur. Bu anlamda intikam, zamanın düz çizgisini kırar, onu dairesel ya da spiral bir yapıya dönüştürür.

İntikam yalnızca hafızaya bağlı değildir; aynı zamanda hafızanın normatif gücünü de içerir. Yaralanmış özne, yalnızca geçmişte bir acı yaşadığını hatırlamaz; bu acının tanınmasını, telafi edilmesini, “yerine getirilmesini” de talep eder. Bu noktada Ricœur’ün “hatırlamak adalettir” fikriyle Bernhardt’ın “intikam meşruluğunu hafızadan alır” fikri kesişir. İntikam, yaşanmış bir travmanın unutulmaması gerektiğine dair sessiz bir iddiadır. Bu iddia, yalnızca bir duygusal tepki değil, aynı zamanda bir etik çağrıdır. İntikam her zaman anlatı yoluyla işler. Yaralanma anlatıldığında, travma ifade edilmiş, kurbanın sesi duyulmuş, bir anlam çerçevesi kurulmuş olur. Bu anlatı hem bireysel kimliği onarır hem de kolektif hafızayı şekillendirir. Her intikam hikâyesi, aynı zamanda bir travma hikâyesidir. Ancak bu hikâyeler yalnızca acının ifadesi değil, aynı zamanda eylemin meşrulaştırılması için kurulmuş yapılardır. İntikam, geçmişin sadece aktarılması değil; onun yeniden yazılması, yeniden yapılandırılmasıdır. Böylece eylem, anlatı yoluyla anlam kazanır.

İntikam anlatılarında özne sabit değildir. Maskeler, kimlik değişimleri, semboller bu anlatının temel öğeleridir. Achilles, intikamını açıkça alan kahramandır; Batman ise maskenin ardında hareket eden ve kimliğini gizleyen figürdür. Bu iki figür, modern öznenin bölünmüşlüğünü temsil eder: bir yanda görünürlük ve doğrudanlık, diğer yanda gizlenme ve strateji.

Aile İçi İntikamlar

İntikam, insan yaşamında en yoğun hissedilen duygulardan biridir. Kişinin kendisine yapılan bir haksızlığa karşılık verme arzusudur. Ancak bu haksızlık her zaman gerçek olmayabilir; bazen yalnızca bir algıdan, yanlış anlaşılmadan ya da içsel bir kıyaslamadan da doğabilir. İntikamı cezadan ayıran temel fark, onun yoğun bir duygusal yüke sahip olmasıdır: öfke, kırgınlık, fanteziler, planlamalar… Oysa ceza, ideal anlamda, duygudan arınmış olmalıdır. Modern hukuk sistemleri, bu ayrımı korumaya çalışır. Hâkim, sanığa karşı kişisel bir kızgınlık duymaz; kararında sempati ya da antipati değil, yasalar ve deliller belirleyici olur. En azından hukuk, kendisini bu tarafsızlık idealiyle tanımlar.

Ancak insanlar arası ilişkilerde bu ayrım çoğu zaman bulanıklaşır. Özellikle aile içinde… Her çocuğun içinde bir yerlerde şu sorular yankılanır: “Annem babam kardeşimi mi daha çok seviyor?”, “Neden onun yemeği daha güzel görünüyor?”, “Neden onunla daha çok vakit geçiriyorlar?” Bu tür düşünceler, çoğu zaman somut bir adaletsizlikten değil, öznel bir eşitsizlik algısından doğar.

Psikanaliz ve Görmezden Gelinen Bir Duygu: İntikam

Psikanalizin intikam konusunu yeterince ele almamış olmasını şaşırtıcı buluyorum. Bu kadar yoğun yaşanan ve neredeyse herkesin tanıdığı bir duygunun psikoanalitik kuramda adeta görmezden gelinmesi düşündürücüdür. Meslektaşlarım neden bu konudan çekiniyor? Belki de intikamın barındırdığı yıkıcılık, öfke, suçluluk ve haset gibi güçlü duygularla yüzleşmek, psikanalistler için dahi tehdit edici olabilir. Oysa bu konu üzerine düşünmek, klinik pratikte de kuramsal çerçevede de son derece gereklidir. İntikam, erken çocuklukta gözlemlenebilecek kadar temel bir duygudur. Melanie Klein’ın haset, paranoid-şizoid konum ve yıkıcılık üzerine yazdıkları da aslında intikam duygusuyla yakından ilişkilidir; ancak çoğu zaman bu duygu doğrudan “intikam” olarak adlandırılmamış, başka başlıklar altında incelenmiştir. Örneğin, emziren annelerin sıkça deneyimlediği bir durum vardır: Bebek, memeyi emerken bir anda ısırır. Bebek bu davranışa bir isim veremez; ancak bu bir saldırganlıktır. Annenin sütünün olması ve bebeğin bu süte tamamen bağımlı oluşu, bebekte haset ve öfke uyandırır. Bebek adeta memeyi yok ederek, güçlü olanı kendisine benzetmek ister. “Meme yoksa, anne de bebek gibi memesizdir.” Bu, yetersizlik yaşayan bir varlığın, yeterli olanı cezalandırma arzusu değil midir? Benzer şekilde, çocuklar bazen çok açık intikam jestleri sergiler. Kreşe bırakılırken ayrılmak istemeyip ağlayan çocuk, akşam annesi geldiğinde onu görmezden gelir. Bu davranış, yalnızca duygusal bir mesafe değil, sabah yaşadığı hayal kırıklığını annenin hissetmesini isteme arzusudur. Bu bir tür “çocukça intikam” olarak okunamaz mı?

İlişkilerde de durum farklı değildir. Partner ilişkileri idealde eşitlik ve denge üzerine kurulmalıdır; fakat pratikte çoğu zaman erkek egemenliği, baskı ve belirleyicilikle biçimlenir. Bu tür yapısal eşitsizliklerde bastırılan öfke ve kırgınlık birikir; intikam dürtüsü bilinçli ya da bilinçdışı yollarla dışa vurulur. “Boyu devrilesicenin” en sevdiği yemeği yapıp tuzunu fazla kaçırmak; ya da “benim kazancım” diye böbürlenenin en sevdiği tabağını “kazayla” kırmak – bunlar bilinçötesi intikamın ince yolları olabilir. Freud’un belirttiği gibi, sakarlıklar ve kazalar çoğu zaman bilinçötesinin ürünüdür. Tüm bu örnekler bize şunu gösteriyor: İntikam, yalnızca yıkıcı bir eylem değil; aynı zamanda kırılganlığın, çaresizliğin ve bastırılmış duyguların bir dışavurumudur. Ve çoğu zaman aile içinde, erken çocuklukta öğrenilir, deneyimlenir, kılık değiştirir. Psikanalizin bu konuyu doğrudan ele almaktan kaçınması, teorik bir boşluk yaratmakla kalmaz; aynı zamanda insan ruhunun karanlık ama vazgeçilmez bir yönünü görmezden gelmek anlamına gelir.

Gündelik yaşamda da benzer durumlar sıkça karşımıza çıkar. Örneğin, bir doktor muayenehanesinde beklerken, benzer bir olay yaşanır: Sekreterin yönlendirmesiyle kısa süreliğine dışarı çıkan biri, sırayla geri çağrılır. Ancak içeride bekleyen diğer hastalar, ona haksız yere öncelik tanındığını düşünerek tepki gösterir. Gerçekte bir ayrıcalık yoktur, ama öyle sanılır. Burada belirleyici olan hakikatin kendisi değil, haksızlık algısıdır – ve bu algı da öfke üretmeye yeterlidir.

İntikam duygusunun kökenlerini dini anlatılarda da görebiliriz. İbrahimi dinlerin en eski kıssalarından biri, Habil ile Kabil’in öyküsüdür. Kıskançlık, dışlanmışlık hissi ve öfke, kardeşler arası ilk cinayete yol açar. Yine Yusuf’un hikâyesi, kardeşlerin onu kuyuya atarak ondan “kurtulma” çabalarını anlatır. Bu anlatıda kardeşler kıskanç, düşmanca, öfkeli bir tutum sergilerken; Yusuf sabırlı, bağışlayıcı ve kutsal bir figür olarak resmedilir. Onun güzel huylarına, fiziksel güzelliğiyle vurgu yapılır. Öfkesini bastırır, intikam almaz, dönüşür – ya da öyle sunulur. Bu tür anlatıların verdiği temel mesajlardan biri şudur: Kötülükle mücadele ederken, kötüleşmeye gerek yoktur. Öfkeye öfkeyle karşılık vermek, adaleti değil, yeni haksızlıkları doğurabilir. Bu anlatılarda adalet ve bağışlama tanrıya havale edilir.

Psikanalizin en önemli kavramlarından biri olan Ödipus kompleksi, aslında derinlemesine bakıldığında bir intikam hikâyesidir. Öyküde, Ödipus’un babası Laios’un bir çocuğu olsun istemediği anlatılır. Çünkü bir kâhin, doğacak çocuğun büyüdüğünde onu öldüreceğini ve annesiyle evleneceğini söylemiştir. Uzun bir hikâye… Ödipus doğduğunda, babası onu öldürmesi için birine verir. Ancak çocuğu öldürmekle görevlendirilen kişi buna kıyamaz ve bebek başka bir ailede yaşamaya başlar. Ödipus çocuğu olmayan başka bir kraliyet ailesi tarafından evlat edinilir ve bu aile tarafından büyütülür. Yıllar sonra başka bir kâhin, Ödipus’a gerçek babasını öldüreceğini ve annesiyle evleneceğini söyler. Bu kehanetin gerçekleşmesini engellemek isteyen Ödipus, büyüdüğü aileyi terk eder — oysa bilmeden, gerçek ailesine doğru yola çıkmıştır. Yolda, kim olduğunu bilmeden karşılaştığı bir adamla kavga eder ve onu öldürür. Bu adam, öz babası Laios’tur. Yani Ödipus, kendisini bebekken öldürmek isteyen babasını, kimliğini bilmeden öldürerek ondan intikamını alır.

İntikam, tarihsel olarak yalnızca bireysel bir tepki değil, çoğu zaman kolektif bir özdeşleşme ve kahraman yaratma pratiği hâline gelmiştir. Bireyin yaşadığı haksızlık, bir halkın, bir sınıfın ya da bir inanç topluluğunun simgesel yarasıyla çakıştığında, intikam eylemi kişisel olmaktan çıkar ve tarihsel bir misyon biçimini alır. Böylece intikamcı, bir suçun faili olmaktan çok, bir halkın adalet arayışının temsilcisine dönüşür. Köroğlu, bu dönüşümün tipik örneklerinden biridir. Bolu Beyi’nin yaptığı zulüm, sadece babasına değil, halkın tamamına yönelmiş bir adaletsizlik olarak çerçevelenir. Ruşen Ali’nin intikamı, bireysel bir öfkenin değil, toplumsal bir isyanın da sesi olur. Böylece intikam, ahlaki olarak meşrulaştırılır; hatta kahramanlaştırılır. İslam tarihinin en acımasız kadın figürlerinden biri olarak anılan Hind bint Utbe, adeta bir intikam meleğidir. Bedir Savaşı’nda babası, amcası ve kardeşi öldürülür. Bu kayıpların intikamını ise Uhud Savaşı’nda, Hz. Muhammed’in amcası olan Hz. Hamza’yı öldürterek alır. Rivayete göre bu yalnızca bir intikam eylemiyle sınırlı kalmaz: Hind, Hamza’nın karaciğerini çıkarır ve onu çiğneyerek intikamını simgesel bir şekilde “kutlar”. Bu olay, tarihsel ve kültürel bellekte bir tür vahşi adalet/intikam örneği olarak yer edinmiştir. Psikoanalitik açıdan bakıldığında, intikam kahramanlaştırıldığında bastırılmış öfkenin toplumsal kabul gören bir “hikâyeye” dönüştüğü görülür. Aşağılanmış, değersizleştirilmiş ya da bastırılmış özne, intikam yoluyla yeniden değer kazanır. Hind, burada en sevmediği objeyi (Hamza’yı) oral biçimde kendine katar: Karaciğerini çiğneyerek, düşmanını yalnızca ortadan kaldırmaz, aynı zamanda içselleştirir. Artık düşmanı dışarıda değil, içindedir. Hayal düzeyinde içselleştirilen intikam, oral bir şekilde bedenselleştirilmiş olur. Böylece düşmanla arasındaki mesafe ortadan kalkar; ötekilik çözülür. Öldürttüğü Hamza’yı kendisin parçası yaparak kendisinde yaşatır bir yanıyla. Hind’e göre Hamza “kötü”dür. Ve intikam, kötüyü ortadan kaldırma eylemi olduğu için, bu süreçte Hind’in kendisi de “kötü”leşir ama buna rağmen suçluluk duygusu gelişmez. Çünkü eylem, haklı bir zeminden hareketle gerçekleştirilmiştir. Bu da ona ahlaki dokunulmazlık sağlar. Kısacası: HamzaHind’e dönüşür. Modern kültürde de benzer temalarla karşılaşırız: Örneğin Batman, Kill Bill gibi anlatılarda, adaletin olmadığı yerde bireysel intikam, ahlaki üstünlüğü simgeler. Kahraman, sistemin yapamadığını yapar. Böylece intikam, kahramanın doğum sahnesine dönüşür. Kendi acısından yeni bir etik yaratır, yeni bir özne olarak ortaya çıkar.

Medea Sendromu: İntikamın En Karanlık Biçimi

Euripides’in Medea trajedisinde, Medea’nın kocası Jason tarafından ihanete uğramasının ardından çocuklarını öldürmesi, psikanalistler tarafından “Medea Kompleksi” ve “Medea Sendromu” olarak kavramsallaştırılmıştır. Bu sendrom, çocukların diğer ebeveyne acı çektirmek amacıyla öldürülmesini tanımlar. Medea’nın gerçekleştirdiği bu cinayet, intikamın en sarsıcı ve en karanlık biçimi olarak kabul edilir. Yakın ilişkilerdeki intikam duygusunun mitolojik temsili, en çarpıcı şekilde Euripides’in tragedyasında karşımıza çıkar. Medea, yalnızca rakibini değil, kendi çocuklarını da öldürerek eski partnerine en ağır darbeyi indirir. Böylece intikam, sadece öfkenin değil; aşkın, kaybın ve narsisistik yaralanmanın da bir dışavurumuna dönüşür. Reinhard Haller, (2022, Rache. Gefangen zwischen Macht und Ohnmacht (İntikam: Güç ile Çaresizlik Arasında Mahkûmiyet) bu figür üzerinden iki önemli psikoanalitik kavramı tanımlar:

Medea Kompleksi: Annenin, büyüyen kızına karşı duyduğu bilinçdışı kıskançlık ve saldırganlık.
Medea Sendromu: Çocukların, diğer ebeveyne acı vermek amacıyla öldürülmesi. Medea sendromunda çocuk artık bir birey değil, bir araç ve bir sembol hâline gelir. Bu durum, intikamın yalnızca bireysel bir tepki değil, aynı zamanda nesilsel, temsilî ve sembolik bir şiddet biçimi hâline dönüştüğünü gösterir. Özellikle cinsiyet dinamikleri açısından bu yapı çarpıcıdır: Kadın özne, bu tür bir eylemle yalnızca “yaralanmış bir anne” değil, aynı zamanda cezalandırıcı bir adalet figürüne dönüşür. Medea, intikamı aracılığıyla ataerkil düzene meydan okurken, kendisini imha etme riskini de göze alır. Bu anlatı, psikoanalitik literatürde intikamın yalnızca bir öfke patlaması olmadığını; aşk, terk edilme, yas ve özdeşleşme süreçleriyle derinlemesine ilişkili olduğunu ortaya koyar. Haller’in analizinde Medea, modern insanın kırılmış narsisizminin, terk edilme travmasının ve onarılamayan içsel bölünmüşlüğünün en dramatik temsillerinden biridir. İntikam duygusunun en yoğun ve dramatik biçimde ortaya çıktığı alanlardan biri, yakın ilişkilerdir. Sevgi, bağlılık ve güvenin hüküm sürdüğü bu ilişkilerde, ihanet ya da terk edilme gibi yaşantılar, yalnızca duygusal bir hayal kırıklığı değil, aynı zamanda kişinin öz değerine ve kimliğine yönelik bir tehdit olarak deneyimlenir. Reinhard Haller, bu bağlamda özellikle kıskançlık, gücenme ve ilişkisel güç mücadelelerinin intikam dürtüsünü tetikleyen başlıca dinamikler olduğunu belirtir.

İntikamın Sessiz Hâli: Schadenfreude

İntikam, yalnızca bir kişiyi cezalandırmayı hayal ederek yaşadığımız aktif bir ruh hâli değildir. Bazen bu duygu daha sessiz, dolaylı ve edilgen bir biçimde de kendini gösterebilir. Almancada bu durumu tanımlayan özel bir kavram var: Schadenfreude. Bu kavram, Tiffany Watt Smith’in kitabına da adını vermiştir (Schadenfreude:2022). Türkçeye “Schadenfreude: Başkasının Talihsizliğinden Duyulan Keyif” olarak çevrildi. Bu duygu genellikle öfke duyduğumuz ama karşısında kendimizi güçsüz hissettiğimiz kişilere yönelir. Aradaki güç dengesizliği nedeniyle doğrudan karşılık veremediğimiz kişilerin başına kötü bir şey geldiğinde içten içe seviniriz. Onların yaşadığı olumsuzluğu kendi içimizde adeta bir adalet duygusuna dönüştürür, bastırdığımız negatif duyguları hafifletiriz. Bazen de kızgın olduğumuz kişilere duygularımızı açıkça ifade edemeyiz. Örneğin, adil olmadığını düşündüğüm öğretmene bunu söyleyemem. Ya da beni sömürdüğünü bildiğim patronumu eleştiremiyorumdur; çünkü işimi kaybetmekten korkarım. Ama o öğretmen bir akademik başarısızlık yaşadığında ya da patron bir kaza geçirdiğinde içimden “Oh, canıma değsin”, “İyi oldu, hak etmişti!” gibi cümleler geçebilir. Schadenfreude, tam da bu türden bastırılmış öfke ve çaresizliğin duygusal bir dışavurumudur. Açık bir eyleme dönüşmez, ama içsel olarak hissedilen bir “intikam tatmini” sunar. Yani elinizi kana bulamadan intikamınızın alınmış gibi hissettirdiği bir duygudur. Schadenfreude ‘oh canıma değsin’, ‘çok iyi oldu’dur.

İntikam…

İntikam, yalnızca bir duygu değil; bireysel kırılganlıkla kültürel kodların, psikodinamik çatışmayla ahlaki yasakların, arzuyla suçun iç içe geçtiği çok boyutlu bir tepkidir. Reinhard Haller intikamın hem bireysel ruhsal yapılarla hem de toplumsal pratiklerle olan ilişkisini psikoanalitik ve kültürel perspektiften çözümlemeye olanak tanır. Haller, intikamın merkezinde çoğu zaman bastırılmış narsistik incinmelerin (Kränkung) yattığını öne sürer. Bu incinmelerin dile getirilememesi, bastırılması ya da toplumsal olarak tabulaştırılması, onları yıkıcı intikam fantezilerine ve eylemlerine dönüştürür. Modern toplumda intikam, artık yalnızca bireysel patolojilerle sınırlı olmayan, aynı zamanda güçsüzlük, eşitsizlik ve değersizlik duygularının da dışavurumuna dönüşen bir şiddet biçimidir.

Reinhard Haller’e göre intikam dürtüsü, psikoterapide yalnızca semptomatik bir sorun değil, aynı zamanda kişinin ruhsal yapısının, kırılgan benliğinin ve bastırılmış duygularının derin bir göstergesidir. İntikam isteği çoğu zaman öfke, kırgınlık, adaletsizlik duygusu ve değersizlik hissiyle iç içe geçmiş şekilde ortaya çıkar. Bu nedenle terapi sürecinde temel hedef, bu duyguların bastırılması değil, şeffaflaştırılması ve işlenebilir hale getirilmesidir. Haller ahlaki açıdan kınanan duyguların – özellikle intikam arzularının – dile getirilmemesinin, bu duyguları yok etmek yerine içsel dünyada daha da derinleşmesine yol açtığını belirtir. Bu duygular terapötik ortamda ifade edilmezse, kişi bu duyguları "yutar", kimseyle paylaşmaz ve içinde tabu haline getirir. Bastırılan bu duygular, bilinçdışında daha yoğun ve karmaşık fantezilere dönüşür. "İntikam duygularını dile getirmeyen kişi, onları yalnızca bastırmakla kalmaz; aynı zamanda iç dünyasında büyütür, derinleştirir ve zamanla kendi benliğinin bir parçası haline getirir." Bu nedenle terapötik süreçte ilk adım, kişinin kendine bile itiraf edemediği duygulara dikkatle yaklaşmak, bunları ortaya çıkarmak ve adlandırmaktır.

Reinhard Haller’in terapötik yaklaşımının temelinde, bireyin hem kendi duygularını hem de başkalarının davranışlarını mentalize edebilmesi yatar. Mentalizasyon, bireyin kendi ve başkalarının davranışlarını zihinsel durumlara – inanç, arzu, niyet gibi – atıfta bulunarak anlayabilme kapasitesidir. Bu kapasite geliştikçe, birey öfkesini yalnızca “haklılık” üzerinden değil, bağlamsal ve anlamsal düzeyde değerlendirebilir. Mentalizasyon eksikliği, intikam dürtüsünün somut ve kontrolsüz eylemlere dönüşmesinde belirleyici bir faktördür. Karşısındakini zihinsel bir varlık olarak değil, yalnızca tehdit veya düşman olarak gören birey, saldırganlıkla hareket eder. Oysa mentalizasyon becerisi gelişmiş bir birey, öfkesinin kökenini derinlemesine kavrayabilir, içsel çatışmalarını tanıyabilir ve dönüştürebilir.

Duyguyu Anlamlandırmak

İntikamı bu kadar uzun anlatmamın nedeni, bireyin intikam dürtüsünü bastırmak ya da doğrudan eylemi engellemek değildir. Asıl hedefim, bu güçlü duyguların kökenini anlamlandırmak, onları sembolik düzeyde işlemeye açmak ve dönüştürmektir. Bu bağlamda, yaratıcı ve pozitif intikamdan söz ettim. İntikam senaryolarının hayal gücüyle zihinde canlandırılması, bu enerjinin dışa değil, içe yöneltilmiş yaratıcı çalışmalara dönüştürülmesini mümkün kılar. Yani bastırmak yerine konuşmak, birbirimizi dinlemek ve bu şekilde intikam enerjisini bir tehdit olmaktan çıkarmak mümkündür. Geçmişe dönerek yaşananları, yaşanmışlıktan bugüne kalan öfkeyi ve kendini yeniden üreten kırgınlıkları dile getirmek; anlatılar yoluyla yaraya merhem olmak ve acının varlığını kabul etmek… Tüm bunlar hem bireysel hem de toplumsal düzeyde duygusal dönüşümün yollarıdır. Süblimasyon kanalları bulmak ve bu enerjiyi dönüştürmenin yaratıcı yollarını keşfetmek önemlidir.

Heidi Müller ve Hildegard Willmann’ın matem araştırmalarında (Trauerforschung, 2020) tanımladıkları “travma sonrası olgunlaşma” kavramı da bu bağlamda anlamlıdır. Araştırmalara göre, travma işlenebilirse birey ya da toplum olgunlaşabilir. Ekonomistlerin krizler için söylediği gibi: “Her kriz aynı zamanda bir fırsattır.”

İntikam arzusu yalnızca dışa dönük saldırganlık değildir; aynı zamanda dönüştürülmeyi bekleyen yoğun bir içsel enerjidir. Reinhard Haller’e göre bu enerji bastırılmamalı, yüzeye çıkarılmalı, anlaşılmalı ve sembolik düzeyde dönüştürülmelidir. Bu müdahaleler yalnızca intikam duygusunu azaltmakla kalmaz, aynı zamanda intikamı besleyen koşulları –düşmanlıkları, dışlayıcı yapıları– sorgulayan etik bir dönüşümü de amaçlamalıdır. Bu anlamda, intikam enerjisini yapıcı bir güce dönüştürmek mümkün. Sanat, siyaset, edebiyat ya da adalet mücadelesi gibi alanlara yönlendirilen bu enerji, bireysel iyileşmeyle toplumsal faydayı buluşturabilir. İntikam burada yalnızca içsel bir çatışma değil, aynı zamanda yaratıcı potansiyele sahip bir duygusal kaynak olarak konumlanır.

Mario Gollwitzer’in Üç Ölçütü: İntikamın Etkileşmesi: Haller, Alman intikam araştırmacısı Mario Gollwitzer’in, intikamın etik zeminde işlenebilmesi için önerdiği üç temel ölçüte dikkat çeker: 1. Prososyal mesaj: Eylem, karşı tarafa “Bu davranışı tekrar etme” mesajı verebilmelidir. 2. Espri ve zekâ: Davranış yalnızca yıkıcı olmamalı; estetik, anlamlı ya da zekice olmalıdır. 3. Orantılılık: Tepki, uğranılan haksızlığın boyutuyla orantılı olmalıdır. Bu üç kriter, intikamın ilkel saldırganlıktan ayrıştırılmasına ve ahlaki bir zeminde işlenmesine olanak tanır.

Affetmenin Etik Gücü

Barış, affetmeyle mümkündür. Ancak affetmek yalnızca karşı tarafa yöneltilmiş bir lütuf değil; öncelikle kendine yapılan bir iyiliktir. Affetmeyi bir zayıflık değil, ruhsal gücün ve etik olgunluğun bir göstergesi olarak görmek gerekir. Reinhard Haller bunu şöyle ifade eder: “Affetmek, başlangıçta hayal kırıklığı, öfke, kırgınlık ve ruhsal acı doğuran bir olayın zihinsel olarak işlenmesi ve dönüştürülmesidir.” Affetmek, yalnızca unutmak ya da kabullenmek değil; duygusal yükü taşınabilir hâle getirme sürecidir. Bu süreç sayesinde intikam arzusu anlam kazanabilir, aşılabilir ve dönüştürülebilir. İntikam dürtüsü bastırılarak yok edilemez. Ancak anlaşılabilir, temsil edilebilir ve dönüştürülebilir. İntikam çoğu zaman güçsüzlüğün şiddete dönüşmüş hâlidir. Oysa affetmek, bu güçsüzlüğü güce; çaresizliği anlayışa, kırgınlığı ise ruhsal olgunluğa dönüştüren etik bir devrimdir.

Ben anlamaya çalışarak, yazarak, tartışarak alıyorum intikamımı. Bu kadar zulüm üreten devletten aldığım intikam, işte bu satırlarda saklı…