'İktidar denge ve denetlemeye tabi değil!'

'İktidar denge ve denetlemeye tabi değil!'
Hukukçu Mehmet Emin Aktar, Artı TV'de yayımlanan Söz Sırası programında denetlenemeyen ve dengelenemeyen bir gücün zamanla hukukun dışına çıkacağı uyarısında bulundu.

Mehmeh Emin AKTAR


ARTI GERÇEK- Bütün ceza sistemlerinde suç tanımlanırken dört unsurun bir arada gerçekleşmesi söylenir. Bunlardan birine maddi unsuru diyoruz. Birincisi, zararlandırıcı bir eylemin olması gerekiyor. İkincisi manevi unsur denilen kusurluluk. Gayri iradi kusursuz bir şekilde gerçekleştiren bundan sorumlu olmaz. Üçüncüsü kanunilik ilkesi. Yani o eylemin kanunda suç olduğu belirtilmiş olması gerekiyor. Örneğin birine ait bir malı alırsanız, hırsızlık suçunu oluşturursunuz, bunun kanunda tarif edilmiş olması gerekiyor. Dördüncü unsur ise bir hukuka uygunluk sebebinin bulunmayışı. Yani size bir saldırı olduğunda savunma refleksi ile hareket etmişseniz burada meşru savunma içinde olduğunuz için bu bir suç olmayacaktır. Bu dört unsurunda bir arada olması gerekir suç teşkil etmesi için. 

Bu açıdan bakıldığında herkesin kafasında karışıklık var. Kimilerine karşı olan suç da kimilerine göre suç değil. Suç bağışıklığı mı var birilerinin. Her devletin az çok anayasal düzenleri var bu anayasal düzen içerisinde de bir tanımlama yapılır. Türkiye'de de Türkiye'nin hukuk devleti olduğu söylenir. Ne demektir hukuk devleti? Bir devletin hukuka bağlı olmasını taahhüt etmesidir, yurttaşa karşı. Eşitlikten söz edilir. Bu da kamu önünde eşitliktir. Bütün yurttaşların sıfatı ve makamı ne olursa olsun aynı kanun ve korumadan yararlanacağı, haklarının ihlal edilmesi durumunda da yargıya başvurduklarında yargının ihlal edilen haklarının tekrar teshi için bir işlem yapacağının güvencesi. Son dönemde yaygın olarak yaşadığımız şeyler ise belli alanlardaki devlet gücünü kullananların suçtan bağışık tutulduğudur, ona ilişkin soruşturma açıldığını göremezsiniz.

Ceza kanununda peş peşe takip eden iki bölüm var. Bunlardan biri hürriyete karşı işlenen suçlar. Örneğin bir kişiyi canıyla, malıyla tehdit etmesi, konut dokunulmazlığının ihlali, seçme ve seçilme hakkının engellenmesi, siyasi bir partiye üye olması ve faaliyetlerinin engellenmesi gibi... Bunu engelleyenlerin tümü ceza kanununda suç olarak tarif etmiş. Bu suçu işleyenlerin bir cezai yaptırımla karşı karşıya olduklarını söylemiş. Örneğin tehdit suçu, siz bir şahsı ararsanız ve onu tehdit ederseniz, bu cezaya bağlıdır, ceza yaptırımı gerekir. Bunu alalen yapıyorsan zaten cezayı artıran bir faktördür. Ya da birini, bir siyasi partiye üye olmasından dolayı ya da bir siyasi partiye oy veriyor olmasından dolayı siz tehdit ediyor, baskılıyorsanız bu bir suçtur.

İkinci bölüm ise onur ve şerefe karşı. Ceza kanununda en başta hakaret suçu. Yani bir kişinin onurunu rencide edecek, sarsacak bir söz söylediğinizde hakaret suçu işlemiş olursunuz. Hakaret suçunu basın yayın yoluyla işlediğinizde yaptırım bir kat daha artar. Belli hallerde biri size hakaret etmişse, siz karşılık olarak hakaret varsa bu durumda ceza olmaz. Bu bir meşru savunmadır. Burada bir suç oluşmaz.

Peki günümüzde neyle karşılayoruz? Son dönemde en yaygını olarak açılan davalarda Cumhurbaşkanı'na hakaret suçu. Dünyanın her yerinde yönetenler, yönetilen yurttaşlar tarafından eleştirilirler. Bu yurttaşların şikayetini dile getirmesi hem de siyasetçinin eleştiriye katlanma yükümlülüğüdür aynı zamanda. Ancak her beğenilmeyen eleştiriyi hakaret formuna sokup, bu hakaret düzeninden gittiğinizde ve buna karşılık olarak da muktedir olanın iktidar yetkisini kullanıp karşısındaki suçlamaları ayrı bir problem olarak karşımıza çıkıyor. Bakanlardan birinin televizyon programında eski rektörü arayıp, 'Bu işlerden uzak dur' demesi. Ya da üniversite öğrencilerine ulaşıp onları ikna etmeye çalışması. 1993 yılında Diyarbakır'da çok sayıda avukat gözaltına alınmıştı. Arkadaşlarımız uzun gözaltı sonrasında adliyeye çıkarılıp serbest bırakılmıştı. Devlet Güvenlik Mahkemesi'nin bahçesinde arkadaşlarımızın serbest bırakılmasını beklerken, jandarmanın otobüsüne tekrar doldurup götürüldüklerini gördük. Gece yarısı bırakıldılar jandarmadan. Dönemin alay komutanının arkadaşlarımızı duvar dibine dizerek tehdit ettiğini arkadaşlarımızdan duymuştuk. Yıllar sonra Avrupa İnsan Hakları Komisyonu'nda bu konuda yapılan başvuruda, vaka tespit duruşmasında hazır bulunmuştum. Arkadaşlarımızı tehdit eden dönemin alay komutanını tanık olarak dinlenmiş, biz de onu sorgulamıştık. "Neden götürdünüz? Hakimin serbest bıraktığı kişileri jardarmaya neden götürdünüz" diye sorduğumda, "Nasihat etmek istemiştim" demişti. Siz onların velisi misiniz, bunlar çocuk mu, avukat olmuş yetişkin insanlar. Siz hangi hakla, hangi sıfatla kendinizde insanlara nasihat etme hakkı buluyorsunuz? Tehditi bir ıslah etme, nasihat etme aracı olarak kullandığını izah etmişti. Bugün de televizyonlarda herkesin gözünün içine baka baka insanların tehdit edildiğini görüyoruz. Son bir haftada iki temel olay var. İçişleri Bakanı'nın çok açık söylediği Boğaziçi esi rektörünü aradığı ve 'Bu işlerden' uzak durmasını istediğini söylemesi. Diğeri de "bir gazetecinin" siyasi partiye oy verenlerin tümünü terörist olarak itham etmesi. Onların tümünü hainlik ile suçlaması ve hedef göstermesi. Bu aynı zamanda insanlara karşı bir nefret söylemidir. Bugüne kadar da bu iki olaya karşı herhangi bir Cumhuriyet Savcısı'nın harekete geçip, soruşturma açtığını görmüş değiliz. Oysa birimiz televizyonda hoşlanılmayan bir söz söylediğimiz, açıklamada bulunduğumuzda soruşturma açıldığını görüyoruz. Bu aynı zamanda şunu gösteriyor. Şu anda içinde bulunduğumuz koşullarda, mevcut iktidarın aslında devletin, yasama ve yargı tarafından dengelenemediği gibi denetlenemediğini gösteriyor. Denetlenemeyen ve dengelenemeyen bir gücün de zamanla hukukun dışına çıkma, topluma karşı otoriterleşme ve topluma karşı zorbalığa yöneldiğini söylemek mümkün."

Öne Çıkanlar