KHK hikayeleri ve mesleki sonuçları

Yüz binlerce kişiyi doğrudan ya da dolaylı olarak ilgilendiren KHK meselesinin ve zihniyetinin yansımalarının geldiği nokta büyük bir kamusal kötülüğe dönüşmüş durumda.

Bu yazıda hiç hoşlanmadığım bir şey yapacağım ve kaçınılmaz olarak başlangıçta biraz kendi KHK hikayemden bahsedeceğim ama iki tesellim var, birincisi bu hikayenin şahsi olmaması, yüz binlerce kişiyi doğrudan ya da dolaylı olarak ilgilendirmesi; ikincisi ise KHK meselesinin ve zihniyetinin yansımalarının geldiği noktanın büyük bir kamusal kötülüğe dönüşmüş olması.

29 Ekim 2016 tarihinde Resmî Gazetede yayınlanan bir KHK ile kamu hizmetinden uzaklaştırıldığım resmen açıklandı ama bendeniz zaten o Resmî Gazete yayınlandığı tarihte çoktan üniversiteden usulünce istifa etmiş idim yani İstanbul Üniversitesi, YÖK ve o Resmî Gazetede imzası olanlar kamu görevlisi olmayan birini kamu hizmetinden uzaklaştırmış oldular, idare hukukunda çığır açmaya yatkın bu uygulama için kendilerini kutlamak gerekiyor.

Bir süre sonra o malum KHK Komisyonu kuruldu ve ben de Haziran 2017’de Komisyona başvuru yaptım ve ancak 2022 senesinde yani yaklaşık beş sene sonra "red" yanıtı aldım.

Red kararının gerekçesi de yine büyük incilerle dolu, bugün sadece bir tanesine değineceğim.

Komisyon başvurumu reddederken üniversiteden uzaklaştırılma gerekçesi olarak da "kurum kanaati" gibi saçma sapan, hukukla ilişkisi olmayan bir kavram kullanmış.

Bu yazıyı yazıyorum çünkü muhtemelen bu saçma kavramın, "kurum kanaati" başka on binlerce KHK mağduru için de kullanılmış olduğunu düşünüyorum.

YÖK sisteminde üniversiteler için kurum kanaati demek aslında rektör kanaati demek, bunu da bilelim çünkü YÖK’e ihbar yazısı rektörün imzası ile gidiyor.

Burada bir çekincemi de belirteyim, bu "kurum kanaati" saçmalığı Rektörlüğün değil de KHK’yı kabul edilebilir kılmak isteyen Komisyonun bir uydurması da olabilir; bu ihtimal doğru ise İstanbul Üniversitesine bir özür borcum doğar, bunu da belirtmek isterim ama bana ulaşan KHK Komisyonunun resmî belgesindeki ifadeyi, kurum kanaati, aksi ispat edilene kadar doğru kabul etmek zorundayım, Cumhurbaşkanlığına bağlı bir komisyon yalan söyleyecek değil ya, değil mi?

İstanbul Üniversitesi (İÜ) rektörünün bu "kurum kanaati" incisi aklıma ister istemez İÜ rektörü Mahmut Ak’ın 2015 senesinde nasıl rektör seçildiğini getirdi.

2015 senesinde rektör seçim prosedüründe bir seçim de vardı ve o seçimde Prof. Raşit Tükel 1202 oy alırken, Mahmut AK 987 oy ancak alabilmiş idi ama YÖK listeyi Cumhurbaşkanına sıralamayı değiştirip gönderdi, Erdoğan Mahmut Ak’ı rektör olarak atadı ve işin en ilginç, ilginç olduğu kadar da akademik teamüllere uygun (!!!) yanı bu durumu Mahmut AK Beyefendinin içine sindirebilmiş olması.

Bu durum KHK Komisyonunun bana gönderdiği red gerekçesinde Mahmut AK’ın kullandığı "kurum kanaati" ifadesini düşündürdü; demek ki, Mahmut Ak Beyefendi İÜ’ye rektör olarak atandığı zaman "kurum kanaati" kendisi lehine pek değilmiş ama rektör bu durumda bir sakınca görmemiş.

Mahmut Ak’ın dünyadaki rektör seçimleri yöntemleri konusunda kafa yorduğunu, biraz okuduğunu falan hiç zannetmiyorum, mesela Harvard’da rektör nasıl atanıyor, acaba hiç merak etmiş midir?; rektörlerin, başta ABD olmak üzere, seçim süreçlerinden geçmeden atandığı çok sayıda ülke var, Mahmut Ak, bilemiyorum, böyle bir modeli benimsemiş midir acaba, pek zannetmiyorum çünkü 2015’de İÜ seçimleri sırasında nasıl propaganda faaliyetleri yürüttüğünü, bana dahi haberler gönderdiğini hatırlıyorum.

Rektör atamalarında seçime karşı isen o zaman seçime girmeyeceksin, seçime girmiş isen de seçim sonucunu onurlu bir akademik olarak kabul edeceksin.

Başka bir ifade ile de seçim sürecinde "kurum kanaatinin" senden yana olmadığı ortaya çıkan bir üniversitenin yönetimine büyük bir pişkinlikle çökmeyeceksin.

Gelelim bu genel KHK sorununun üniversitelerde nasıl bir akademik (!) ortam yarattığına.

Geçenlerde bir program izliyorum, kanalı gerçekten hatırlamıyorum,

Dikkatimi beni dehşete düşüren bir değerlendirmesi ile İÜ rektör eski yardımcısı Prof. Dr. İlyas Topsakal çekti, konu malum konu, dış politika ve millilik, Prof. Topsakal bu millilik kavramı üzerinden dört önemli mesleği mukayese ediyor ve her dört mesleğin özünde de millilik olması gerektiğini ifade ediyor.

Bu dört meslek şunlar: Öğretim üyeliği, diplomatlık, subaylık ve hakimlik.

Diplomatları ve subayları bu bağlamda farklı bir yere koyabiliriz, diplomatlar hükümetlerin saptamış oldukları dış politika, subaylar da savunma hedeflerine ulaşmada özel ve seçkin birikimlerini kullanarak ama bu arada da resmî (hükümet politikaları) çizgiden sapmaksızın mesleklerini icra eden vatandaşlardır.

Ancak, öğretim üyeliği ve yargıçlık başka naturada mesleklerdir, bu iki mesleğe hükümetler hedef gösteremezler çünkü öğretim üyeliğinin iştigal alanı evrensel bilim, hakimlerin ise evrensel hukuktur, bu iki tür meslek erbabı milli hedeflere göre, hükümet tercihlerine göre faaliyet gösteremezler.

Bunun kanıtı da sadece bu iki mesleğe özgü cübbe geleneğidir, bu cübbelerin düğmesi yoktur çünkü kimse karşısında cübbelerini iliklemeye tenezzül etmezler; siz bakmayın Cumhurbaşkanını görünce cübbesinin olmayan düğmelerini çekiştiren yüksek yargı çok üst düzey bir görevlisine.

AİHM’de Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un geldiği bir toplantıya izleyici olarak katıldığımı hatırlıyorum, Macron büyük salona girerken ve çıkarken herkes ayağa kalktı, 47 ülke hakimi hariç.

Prof. Topsakal bu programda üniversitelerde bazen ve az sayıda ayıklanması gereken milli çizgide olmayan hocanın da olabildiğini de ifade etmekten çekinmedi; evet, "ayıklanma" tabirini kullandı, pratikte de KHK’ları kullanıyor bu amaca yönelik anlaşılan.

"Kurum kanaati" diyerek öğretim üyelerini üniversiteden uzaklaştıran bir rektöre de muhtemelen böyle bir yardımcı yakışır.

Ama, iş burada bitmiyor.

O kanalda o akşam o programda üç tane daha profesör vardı, Barış Doster, Hüseyin Bağcı ve Mithat Baydur, Topsakal’ın öğretim üyelerinin milli çizgiden sapmamaları (milli çizgiyi kim saptayacak sorusuna çok kızarlar bunlar) gereğini, çıkanların da ayıklanmasını ifade etmesi üzerine "şimdi çıngar çıkar" diye düşündüm ama nerdeeeeee.

İstanbul Üniversitesi gibi çok köklü bir kurumda (tarihsel olarak Jüstinyen hukukunun o bahçe üzerinde formüle edildiği söylenir) "kurum kanaati" gerekçesiyle öğretim üyesini uzaklaştıracaksın ama aynı kurum sana seçimlerde "güven kanaatini" oluşturmadığında üst otoritenin emrine uyup kırmızı plakalı rektör arabasını kullanacaksın.

KHK kepazeliğinin kurumları ve yöneticilerini getirdiği yer burasıdır işte.

Üniversitesinde çalışan öğretim üyelerini yargı kararı olmaksızın işten attıran biri ve yardımcıları hakkında kalem oynatmaya bile değmez ama maalesef bu "yüksek seciyeli!!!!" diplomalılar kamusal güç kullanabildiler bir ortamda ve mesele de burada.

Yazımın başında kullandığım "kamusal kötülük" (public bad) kavramı tam da budur işte.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi